Ve netice:

 

 

   Tefsir-i Kebir sahibinin serdettiği bu yedi hüccet de ,,Keramet-i evliyanın hak olduğu” hakikatini gözler önüne sermektedir. Kerameti inkar edenler de vardır; tereddüt ve şüpheler ileri sürenler de vardır. Tefsir sahibi onların tereddüt ve şüphelerini müteakib sayfalarda irad etmekte ve cevaplarını da vermektedir.

   ,,Biz sana onların haberini hakka uygun olarak anlatacağız; onlar Rabb’lerine iman etmiş gençlerdi. Biz de onların hidayetlerini artırdık da kalblerine rabtettik. 0 vakit ki, onlar kıyam ettiler de bizim Rabb’imiz göklerin ve yerin Rabb’idir, O’nun ötesinde her hangi bir ilâha dua etmeyiz ve işte o zaman saçmalamış oluruz, dediler. İşte bunlar bizim kavmimizdir; Allah’tan başka bir takım ilâhlar edindiler! Onların ilâh olduklarına dair açık açık delil getirseler ya! (Fakat getiremezler! Getirmelerine de imkân yoktur!..) Allah’a karşı yalan iftira edenlerden daha zalim kimler olabilir.” (Kehf, 13-15)

   Tefsir ve Tahlil:

   Bu makamda bir takım sözler var. Birincisi; Mücahid derki: Onlar şehrin ileri gelenlerindendi. Bu gençler medinenin (şehrin) dışına çıkıp onlardan biri şöyle dedi:

   ,,Dedi ki, benim içime bir şey doğuyor. Onlar sordular, nedir 0? Cevap verdi ve dedi ki: ,,İçime doğan şey, benim Rabb’im göklerin ve yerin Rabb’isidir. Ve ilave etmek istedi: Bizim ondan başkasına ibadet etmemiz uygun olmaz. Zira biz göklerin ve yerin Rabb’isi dururken, bizler kalkıp putlara tapamayız! Bu haksızlık olur, zulüm olur, iftira olur!..”

   İkinci söz:

   Bu gençler, o zorba hükümdar Dakyanus’un karşısına dikildiler de şunu söylediler:

   ,,Bizim Rabb’imiz göklerin ve yerin Rabb’idir. Sen ise insanları tağutlara ibadet etmeye çağırıyorsun! İşte bu olamaz; biz; bunda yoğuz ve bu bir zulumdür...”

   İşte Allah, bu gençleri imanlarında tesbit etti de onları tağutlara kul olmaktan korudu. Dolayısıyla o zorba hükümdara isyan ettiler. Ve bu suretle hem Allah’ın rububiyyetini kabul edip, O’nun şirkten ve emsalden münezzeh olduğu gerçeğini kabul ve itiraf ettiler. Ve bu arada delilsiz ve mesnetsiz bir akidenin, bir hareketin arkasından gitmenin saçmalık olduğunu krala karşı açık açık söylediler ve yine bu arada Dakyanus’un sözüne kanıp tağutlara tapanlardan açık açık deliller, beyyineler istediler. Ve ilave ettiler ve dediler ki, sizin bu yaptıklarınız Allah’a karşı işlenmiş bir zulümdür ve bir şirktir ve bir iftiradır!..

   Kur’an onların kıssalarını anlatmaya devam ediyor ve diyor ki:

   ,,Onlar (0 gençler) birbirlerine dönerek dediler ki: Madem bunlardan ve ibadet etmekte oldukları putlardan ayrıldınız ve bu arada Rabb olarak ancak Allah’ı tanıdınız, mağaraya Sığının ki, Rabb’iniz rahmetini üzerinize neşretsin ve işinizde size faydalı bir şey hazırlasın. Güneşi görürsün, doğduğu zaman mağaralarından sağa doğru eğiliyor, battığı zaman da sola doğru onları makaslayıp geçiyor. (Hiç bir halde onların üzerine düşüp onları rahatsız etmiyor) ve onlar, mağara dehlizinden geniş bir açıklık içindedirler. Bu durum Allah’ın ayetlerindendir. Allah kimi doğru yola iletirse o, yolu bulmuştur; kimi de sapıklığında bırakırsa onun için doğru yol gösteren bir dost bulamazsın.” (Kehf, 16-17)

   Tefsir ve Tahlil:

   Müfessirlerin iki kavli:

   1-   Mağaranın kapısı şimale doğru açıktı. Güneş doğduğunda mağaranın sağına doğar, battığı zaman da mağaranın şimalinden batardı ve bu sebeple güneşin ışığı mağaranın içine girmezdi. Ve fakat temiz ve uygun hava onlara ulaşırdı! Bundan maksat, onları güneşin ışığından korumaktı. Yoksa güneş onların cesetlerine isabet eder de vücudlarını kokutur ve çürütürdü.

   2-   Maksad o değildi; yani maksad onları güneşin ışığının onların üzerine isabet etmemesi değildi. Batışı da öyle! Burada asıl maksad, onların bu hallerinin bir harika olup, Allah Teala’nın kendilerine tahsis ettiği büyük bir keramettir. Nitekim: ,,İşte bu, Allah’ın ayetlerindendir,” kavl-i celili bunun bir işaretidir.

   Ve, ,,Bu Allah’ın ayetlerindendir” mealindeki cümlede iki kavl vardır:

   1-   Rabb’ülâlemin’in onları yüzlerce sene mağarada hıfzetmesi Allah’ın ayetlerinden başka bir şey ile izah edilemez. 0 ayetler ki, onlar Allah’ın azamet ve kudretine, hikmet ve lütfuna delalet etmektedirler. Keza; onların küfürden ve şirkten dönmeleri, daha doğrusu bunlara yanaşmamaları, tersine imana rağbet etmeleri Allah’ın lütuf ve inayetinden başka bir şey değildir.

 2- Uzun bir müddet onların o mağarada ölmeden ve helâk olmadan hayatlarına devam etmeleri ve aradan yüzlerce sene geçtikten sonra tekrar kalkıp dünya hayatına dönmeleri Allah’ın lütuf ve hikmetinin bir ifadesi olduğu gibi, mağara sakinleri için de bir keramettir. Allahü Teala şöyle buyuruyor mealen:

,,Uykuda oldukları halde sen onları uyanıklar zannedersin. (Uyudukları yerde) onları sağa sola çeviririz. Köpekleri de girişte iki kolunu (ön ayaklarını) uzatmıştır. Kalkıp da onlara baksaydın, mutlaka onlardan dönüp kaçardın ve onlardan içine korku dolardı.” (Kehf, 18)

   Tefsir ve Tahlil:

 Uyudukları halde onların gözlerinin açık oluşu veya sık sık sağ ve sola dönüşleri sana uyanık olduklarının nişanesini verirdi ve sen de onları uyanık zannederdin! Halbuki onlar ışıl ışıl uyumaktadırlar.

 Köpeklerine gelince:

 İbn-i Abbas’ın ve ekseri müfessirlerin beyanlarına göre; Bu gençler mağaraya giderken gece saatleri idi. Yolda bir çobana rastladılar. Çoban bunlara sordu: Onlar da başlarından geçenleri anlattılar. Çoban, bunların doğru yolda olduklarının kanaatına vardı ve ,,Ben de size katılırım, sizinle beraber olurum!.. ,, dedi. Çobanın köpeği de bunların arkasına takıldı. Her ne kadar köpeği geri çevirmek istedi iseler de köpek onlarla beraber gelmekte ısrar etti ve dile gelip, ,,Benden ne istiyorsunuz, benim tarafımdan size bir zarar gelmez! Ve ben Allah’ın dostlarını severim ve siz uyurken ben size bekçilik yaparım!..” dedi. Ve onlar da köpeği beraberine aldılar...

 “Onları görseydin, onlardan kaçar ve içine korku girerdi,” mealindeki cümleye gelince, müfessirlerin beyanına göre, saçları ve tırnakları öyle uzamış ki ve bunun yanında da gözleri açık, sağa ve sola dönüyorlar ve işte tüyler ürpertici bir manzara karşısında elbette insan korkar ve kaçar!..

 Allah Teala mealen buyurur:

 ,,Yine böyle (kudretimize bir işaret olarak) onları dirilttik ki, kendi aralarında birbirlerine sorsunlar: İçlerinden biri: Ne kadar kaldınız? dedi. ,,Bir gün veya bir günün bir parçası kadar kaldık” dediler. Fakat işin iç yüzünü iyice bilmediklerinden her şeyi en iyi bilenin Allah olduğunu ifade ettiler: ,,Ne kadar kaldığımızı Rabb’iniz daha iyi bilir,” dediler. Birinizi şu gümüş para ile şehre gönderin, baksın, hangi yiyecek temiz ise, ondan size bir azık getirsin; fakat çok dikkatli davransın, sakın sizi birisine sezdirmesin!”

   ,,Çünkü onlar sizi ellerine geçirirlerse, taşlıyarak öldürürler, yahut kendi dinlerine döndürürler ki, o takdirde asla iflah olamazsınız!” (Kehf, 19-20)

   Tefsir ve Tahlil:

   Diğer cümlelerin tefsir ve tahlilini tefsir kitablarına havale ediyor ve sadece 19. ayetin son cümleleriyle 20. ayetin üzerinde bir nebze duracağız:

   Tefsir ehlinin beyanına göre, mağara sakinlerinin gümüş paraları vardı ve bu paraların üzerinde de zamanlarının hükümdarlarının resmi bulunuyordu. Bulundukları şehrin ismi de ,,Tarsus” idi. İbn-i Abbas der ki: Bulundukları beldenin sakinleri mecusî idi. Dolayısıyla kestikleri yenmezdi. Ama buna rağmen onların arasında imanlarını gizleyen bir taife de yok değildi. Şehre yiyecek almak üzere gönderdikleri kişiye tavsiye ediliyor ve deniyor ki, taamın ezkâ olmasına dikkat etsin; yani helaline baksın; murdarından sakınsın ve bu arada temiz olmanın yanında ve ötesinde leziz ve aynı zamanda ucuz olsun! Yani şehre girişinde de yiyecekler alışında da sır ve gizliliğine de son derece dikkat etsin ve kimseye yerinizi ve nerede olduğunuzu hissettirmesin. Zira kral ve kralın adamları sizin ve yerinizin farkına varırlarsa sizi recmederler yaya kendi dinlerine sizi döndürürler de ve işte o vakit ebediyyen kurtuluş bulamazsınız.

 

 

Temsilciler

Eserler

Tebliğ

Teşkilat

 1-

Hasan el-Benna ve İhvan

Var

 

Açık

Açık

 2-

Bediüzzaman

Risaleler

 

Açık

 

 3-

Şeyh Said

 

Yok

Açık

 

 4-

Diyanet işleri

 

Yok

-

-

 5-

Refah Partisi ve kendisini destekliyenler

 

Yok

Gizli

Açık

 6-

Fethullah Gülen ve benzerleri

Risaleler

 

Varsa gizli

 

 7-

Süleymaniler

 

Yok

Varsa gizli

Gizli

 8-

Humeyni

Var

 

Açık

Açık

 9-

Cemaleddin Hocaoğlu (Kaplan)
Emir’üı-Mü’minirıve Halifetül-Müslimin

Var

 

Açık

Genelde gızlı

10-

Vanlı Mahmud

 

 

Açık

-

11-

Bugünkü İhvan

Var

 

Yerine göre

Genelde açık

12-

Hz. Hüseyin

Sadece

 

Açık

Açık

13-

 

14-

Allah Resulü

Kur’an ve Sünnet

 

Açık

Üç sene müstesna açık

 

Ashab-ı Kehf

 

 

Açık

Gizli

 

  

 

Cemaat

Fedailik

Asker olma

Şer’an

Muvaffakiyet

 

Hakkın etrafında

Cemaat halinde

Nazarî

 

Meşru 

 

 

Adem-i muvaffakıyet

 

Hakkın etrafında

 

Nazarî

 

Meşru

 

 

    ’’ 

 

Hakkın etrafında

Fedailik

 

Filiî

Meşru

 

 

 

    ’’

 

Batılın etrafında

        -

 

    -

 

Meşru değil

 

 

    ’’

 

Batılın etrafında

 

Yok

 

 

 

Meşru değil

 

İhtimal da yok

 

Batılın etrafında

        -

    -

    -

 

Meşru değil

 

     ’’

 

Batılın etrafında

Yok

    -

    -

 

 

Meşru değil

 

 

     ’’

 

Hakkın etrafında

Ferdî ve cemaat halinde

Nazarî

ve fiilî

Meşru

 

Muvaf­-
fakiyet

 

 

Hakkın etrafında

Yok

Nazarî

 

Meşru

 

ihtimal
dahilinde

 

 

Hakkın etrafında

Ferdi

-

-

Meşru

 

 

 

 

Partıci olmaları
hasebiyle batılın

 

Nazarî

 

Partici olmaları hasebiyle meşru değil

 

İhtimal da yok

Hakkın etrafında

Ferdî ve ictimaî

 

Fiilî

Meşru

 

 

 

 

 

Adem-i muvaffa-ki­yet

Hakkın etrafında

Nazarî ve fiilî

 

 

Meşru

 

 

Muvaffak

 

Hakkın etrafında

Cemaat halinde

 

 

Meşru

 

Muvaf­fak

 

  

   Şemayı tetkik:

   a)   Temsilcilerin ve kuruluşların isimleri ve ünvanları;

   b)   Eserleri ve kaynakları var mı? Varsa bunlar nelerdir?

   c)   Yaptıkları tebliğler açık mıdır, yoksa gizli midir?

   d)   Teşkilatlar ve cemaatları var mıdır? Varsa açık mıdır, yoksa gizli midir?

   e)   Cemaatler hakkın etrafında mı toplanmıştır, yoksa batılın etrafında mı?

   f)    Cemaatleri aynı zamanda asker midir ve bu husus neşriyata intikal etmiş midir? Asker oluşları nazariyatta mıdır, yoksa fiiliyata intikal etmiş midir?

   g)   Muvaftak olmuşlar mıdır, olmamışlar mıdır? Olma ihtimali var mıdır, yoksa yok mudur?

   Umumi esaslar:

   1- ,,Tebliğ açık, teşkilatlanma gizlidir.” Ve bu gizliliğin müstesnaları olabilir.

 

   2-Allah Resulü (s.a.v.)’in tebliğ babındaki takib ettiği esastır. Buradaki gizlilik dar manada bir gizliliktir. Ve bu gizlilik kendisine ait değildi. Zira kendisi, daha ilk günden itibaren peygamberlik görevine başlamıştı ve ilk gelen ayetler şöyle diyordu:

   “Ey yorganına bürünmüş! (Artık kalk; yatmanın zamanı kalmadı!..) Kalk da uyar; Rabb’ini büyükle (Allahü Ekber) de; elbiseni temizle; pislikten (Allah’a eş ve emsal tutmaktan, puta tapmak gibi çirkin) ve şirk olan şeylerden kaçın; verdiğini başa kalkarak minnet etme! Rabb’in için sabret.” (Müddessir, 1-7)

   İşte ilk gelen tebliğ ve teklif ayetleri böyle idi. Ve ilk günden itibaren vazifesine başlamıştı. 0 halde o devredeki gizlilik, sayıları henüz bir avuç olan ve genelde kimsesiz bulunan müslümanlara aitti. İbadetlerini gizli gizli yapıyorlar ve müslüman olduklarını da mümkün olduğu kadar kimseye söylemiyorlardı...

 İlk müslüman olanlar:

   Hz. Hatice, sadık dostu Hz. Ebu Bekir, azadlı kölesi Zeyd, çocuk yaştaki amcaoğlu Ali, sonra Hz. Osman’lar ve benzerleri bunları takip etti.

    2- Savaş olmadan yalnızca dil ile açıktan tebliğ. Ve bu tebliğ hicrete kadar devam etti.

   3- Haddi aşanlarla ve kötülüğe baş vuranlarla savaşmakla beraber açıktan tebliğ ve davet ve bu dönem de Hudeybiye anlaşmasına kadar devam etti.

   4- İslam’a girmekten kaçınan herkesle savaş yaparak tebliğ. Ve bu dönem de İslam’daki cihad hükmünün ve İslam şeriat’ının üzerinde karar kıldığı ve son şeklini aldığı dönemdir.

   Not: Bu babda daha fazla mâlumat almak isteyenler hususiyle Ramazan el-Buti’nin ,,Fıkh’üs-Siyre” isimli eserine baksın!

   Kıstas:

   Biz, bu mevzuda ,,Kaynak Kur’an, Hz. Muhammed örnek” noktasından hareket edeceğiz. Gerek Ashab-ı Kehf hakkında olsun ve gerekse Allah Resulü’nden sonraki devirlerde olsun, kıstas ve ölçü hep bu noktadır. Önce şema halinde, sonra da açıklama!..

   Ashab-ı Kehf’e gelince:

   Evet; onlarda ,,Tebliğ açık, teşkilatlanma gizlidir” esası hüküm sürmektedir. Bu hususun isbat ve izahına gelince:

   Önce kendilerinin hak yolda olduklarını isbat ve izah etmek üzere (Rabb’ülâlemin) onlardan bahsederek ve onların sözlerini naklederek diyor ki:

   ,,Biz sana onların haberlerini hak olarak anlatıyoruz: Onlar Rabb’lerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık. Kalblerini (sabır ve metanetle bağlayıp iman cevherini gönüllerine yerleştirmiştik. (Kralın önünde) kıyam ettiler de dediler ki: Bizim Rabb’imiz göklerin ve yerin Rabb’idir. Biz, O’ndan başka ilâhlar tanımayız. Yoksa saçmalamış oluruz. Şunlar, şu kavmimiz var ya, Rabb’ülâlemin’den başka ilâhları kendilerine ilâh edindiler (de onlara taptılar). Açık açık delil getirseler ya! (Ama getiremezler, getirmelerine de imkân ve ihtimal yoktur.) 0 halde onlar yalan söylüyerek Allah’a iftira etmişlerdir. Bu ise en şen’i bir zulümdür. (İçlerinden biri şöyle dedi:) Madem ki, siz onlardan ve Allah’tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız. 0 halde mağaraya sığınınız ki, Rabb’iniz size rahmetinden yaysın, işinizde size hayırlı bir şey hazırlasın.” (Kehf, 13-16)

   13.  ayette başlıca iki mesele:

   a)    Onların Rabb’lerine iman etmiş olmaları;

   b)    İmanlarına mukabil Rabb’lerinin onlarda iman ve hidayeti artırması.

   14.  ayette ise dört mesele var:

   a)    Bu ayet, bir önceki ayetin bir nevi devamıdır ve tamamlayıcısı mahiyetindedir. Bu hikmete binaendir ki, aralarına (Kâf) secavendi konmuştur. Bu secavend ise, ekseri kıraat âlimlerine göre (vasıl) alametidir. Yani durulması caiz ise de geçilmesi evlâdır.

   b)    Mağara sahiplerinin imanlarının bir neticesidir ki, Rabb’ülâlemin ne yapmış? Onların hidayetini artırmış ve neticede imanlarını bir daha çözülmemek üzere kalblerine rapdetmiş ve sağlam bir şekilde gönüllerine bağlamıştır. Bu rabt ve zabt, Bakara, 256’da görüleceği üzere ayrılma ve kopması mümkün olmayan yapışma ile Mücadele, 22 ayetinde de, imanın yazılmasına benzemektedir.

   c)    Bu üç ayet; ,,Şirke hayır, Tevhid’e evet!” noktasında birleşmektedirler. Bir farkla; Kehf ayetiyle Mücadele ayetleri ,,Tevhid’e evet, şirke hayır!” demenin yanında putperestleri destekliyenlere karşı tavır koymayıp sevenleri de sevmezler ve bunlara karşı gereken tavrı koyar ve yakınları da olsa onlara asla iltifat etmezler.)

   d)  Krala karşı kıyam:

   İmanlı gençler ilk önce krala karşı kıyam ettiler, dediler ki: ,,Bizler Allah’tan başka Rabb tanımayız. Zira bizim Rabb’imiz göklerin ve yerin Rabbidir ve O’ndan başkasına ne ibadet ederiz ve ne de dua. Ve şayet bizler öyle bir şey yaparsak işte o zaman saçmalamış oluruz!”

   İşte bu, Dakyanus’a karşı bir kıyamdı. Hem de astığı astık, kesdiği kesdik olan bir zorbaya karşı bir ayaklanma idi. Ve bu sözleri söylemek kolay bir iş değildi; kalplerine rabt edilmiş imandan doğan bir cesaretti !..

 Kavim ve milletlerine tebliğ:

   Gençler, krala karşı çıkıp gerekli ihtarı yaptıktan sonra halka döndüler ve onlara dediler ki: ,,İşte bunlar bizim kavmimizdir; Allah’ı bırakıp da kendilerine ilâhlar, putlar edindiler de onlara taptılar! Şimdi onlara soruyoruz ve diyoruz ki, ,,Bunların ilâh olduklarına dair açık açık deliller, hüccetler getirseniz ya! Ama getiremezler! Çünkü, Allah birdir. 0 da göklerin ve yerin Rabb’idir; eşi ve benzeri yoktur. Ve ona eş ve emsal göstermek büyük bir zulumdür, şen’i bir iftiradır.”

   16. ayetteki mesele:

   İmanlı gençler; önce krala karşı çıkıp gerekli ihtarı yaptıktan sonra halka dönerek, sizler de kör bir taassubun içindesiniz, dediler ve yanlış bir yolda olduklarını dünyaya ilan ettiler! Daha sonra ne yapacaklarını ve nasıl bir tavır takınacaklarını müzakere etmek üzere oturdular ve şu karara vardılar:

   ,,Eğer Rabb’imizin üzerimizden rahmetini esirgememesini istiyorsak, ve bu işimizde bizi hayırlı neticelere götürmesini murad ediyorsak, artık bu putperest kavimden ayrılıp mağaraya gitmemiz gerekir!.. ,, dediler ve bunda karar kıldılar.

   Elhasıl:

   Krala, millete ve kendilerine söylenmesi gereken kıyamı ve ihtarı, ikaz ve tebliği tavsiye kararını yaptılar ve hem de açık açık yaptılar!..

   19. ve 20. ayetlere gelince:

   Bu ayetlerin tefsir ve tahlilini bir daha gözden geçirelim: İki mesele:

   a)   Gizliliğe son derece dikkat;

   b)   Gizliliğin esbab-ı mucibesi.

   Surenin 14 ve 15. ayetleriyle 19 ve 20. ayetlerini bir arada mütalaa ettiğimizde görürüz ki, ayetlerin ihtiva ettikleri hükümler de ,,Tebliğ açık, teşkilatlanma gizlidir,” kaidesine bağlıdır. Yani önceki ayetler, tebliğin açık açık yapıldığını ifade ederken, sonraki ayetler de teşkilatlanmanın gizli olduğunu anlatmaktadır. Binaenaleyh, bazı şahıs ve kuruluşların 19 ve 20. ayetlerini nazar-ı itibara alarak tebliğinde gizli yapılması hükmünü çıkarmaları yanlıştır. Kur’an bir bütündür; hususiyle ahkâm ayetlerini bir bütün olarak gözden geçirmek icab eder. Hele hele bu kabil ayetler bir surenin ayetleri ise!..

 Teşkilatın gizliliğini delillendirme:

   Aklen:

   Sayılarının bir avuç olması hasebiyle ortaya çıkmaları ve tesbit edildikleri takdirde hemen imha edilecekleri muhakkaktı. Tebliğlerini esasen, kendilerine göre dün denecek zaman içinde herkesin gözleri önünde yapmışlardı. Artık iş, hayatlarını muhafaza etmeğe gelmişti. Hayatlarını muhafaza etme de aklen ve hukuken hakları idi.

   Naklî delillere gelince:

   Onlar şehre inerken ve şehirden çıkarken ve yiyecekleri alırken ve onları araştırırken son derece dikkatli davranmaları; hal ve istikbali ince ince hesab etmeleri tavsiye edilmekte ve bu arada söz, fiil ve hareketlerine dikkat etmeleri üzerinde durulmakta ve en ufak ne bir işaret verilmemesi ve ne de hissettirilmemesi tenbih edilmektedir. Arkasından gelen ayette de iki mühim tehlike gösterilmekte; bunlardan biri maddî hayatlarıyla ilgili, diğeri ise manevî hayatlarıyla ilgilidir. Yani taşlama ve taşlıyarak öldürme ve dinlerinden döndürme! Ve yavaş yavaş da olsa milletlerine iade etme! Başka bir ifade ile; biri ölüm, ikincisi de taviz verme! Çünkü, taviz verme de aheste aheste hayat tehlikesine, hem de ebedi hayat tehlikesine götürür ki, hayatı da zehir eder, mematı da!..

   Harf-i cerler:

   İşte 19. ayetin son cümlesindeki zamirlere dahil olan (Ba) harfıyle (Alâ) harfi, 20. ayetteki (millet) kelimesine dahil olan (Fi) harfi bu inceliklere işaret etmektedir.

   Tefsir-i Kebir sahibi, bir kıl kavline cevap verirken bu tehlikeye işaret ediyor ve diyor ki, evet ikrar yoluyla küfre gitmese bile dilinde o küfrü, tekrar ede ede ve taviz vere vere bir gün gelir o dilindeki küfür kalbe iner de filhakika kâfir olur. Ve işte bu ihtimal kaimdir ve Ashab-ı Kehf’in korktukları da bu cinstendir! Allahü âlem bi muradihi!

   Bu ayetin tefsirinde Ömer Nasuhi Hoca da şöyle der:

   “Evet... (Şüphe yok ki, onlar) o şehir ahalisi (eğer size galebe ederlerse) sizin bu halinize muttali olurlarsa (sizi ya taşlayarak öldürürler) hakkınızda öyle bir cinayete cüret gösterirler (veya) onlara mülâyemet gösterirseniz (sizi kendi milletlerine döndürürler) sizi de kendileri gibi dini ilâhîden mahrum bırakırlar. (Ve o takdirde) onların milletlerine velev kerhen döndüğünüz surette (artık ebediyyen felâh bulamazsınız) ne dünyada ve ne de ahirette fevz-ü necata nail olamazsınız.

   Evet... İnsana lazımdır ki; nail olduğu hakiki bir dinin kadrini bilsin. Dünyevî ve uhrevî selamet ve saadete ancak o sayede nail olacağına kani bulunsun

   Bu mukaddes dini uğrunda her türlü fedakârlıkta bulunmayı pek yüksek bir vazife telakki etsin.

   Bir kimse kalben mü’min olduğu halde bir icbara mebni kerhen dinsizlik gösterse hemen kâfir olmuş olmaz. Fakat selâbeti diniye gösterir de bu yolda şehid olursa elbette derecesi pek yüksek olur. Mamafih kerhen dinsizliği kabul eden bir kimse, korkulur ki gide gide dinsizlikle ülfet eder, kalbi küfre meylederek inancını zayi eder kalır. Artık böyle bir fitneye, bir felakete düşmemek için olanca cebre karşı metanet gösterilerek dinde sebat etmek elbette ki, evlâdır. Böyle bir zat, şüphe yok ki, indallah bir din kahramanı sayılmış olur.”

   Evet; ikrar yoluyla küfür, mü’mini küfre götürmez, ama bu hal üzere bir müddet devam ederse artık taviz vermeye başlar! ,,Taviz tavizi gerektirir” kabilinden küfür kalbine iner, orada yerleşir ve insan o hale gelir ki, en azılı kâfirleri bile herkesin gözleri önünde medhetmeye, onları göklere çıkarmaya başlar da siz de şaşırır kalırsınız!..

   İşte Kırkıncı’ların ve Gülen’lerin durumları, maalesef böyle olmuştur. Beyyine beşte Kırkıncı’ların durumuna işaret etmiştik. Gülen’lere gelince:

   Gülen’lerin salonlarda ve benzeri yerlerde konuşmaları, basına da intikal etmişti. Şöyle ki:

   (23 Ocak 1995, Sabah)

   ,,Fethullah Hoca: ,,Çiller’i saygıyla dinledi”, ,,Devlet büyüklerine saygımdan görüştüm”, ,,Kadından idareci olmasının hiç bir mahzuru yok; Hatta Hanefi fıkhında kadın, kadı bile olur.”

 24 Ocak 1995’de:

   ,,Allah’ım Özal’a rahmet yağdırsın, onu takdirle yad etmek isterim.”

   25 Ocak 1995’de:

   ,,Çiller’le kavga etmeyin,” ,,Dilerim Galatasaray şampiyon olur!”

   26 Ocak 1995’de:

   ,,Türkiye Cezayir olabilirdi !“

   27 Ocak 1995’de:

   ,,Demokrasiden dönülmez; İslam’ı demokrasiye, demokrasiyi İslam’a zıt görmenin yanlış olacağını vurguluyor. Demokrasi bir süreçtir; Geriye dönülmesi mümkün değil; İnanan insanlar da en az başkaları kadar demokrasinin nimetlerinden yararlanmalı” düşüncesinde.

   ,,Hiç oy kullanmadı,” diyor basın. ,,Allah oy vermeyi nasib etmedi.” ,,Her fırsatta cami kürsüsünde ,,Nereye verirseniz verin ama gidin oyunuzu verin.”

   ,,Atatürk’e hakaret ettirmem; Atatürk’e laf söyletmem; Ona hakaret benim milletime hakarettir.”

   ,,Biri Evren’in aleyhinde konuşsa onun ağzını kırarım!”

   28 Ocak 1995’de:

   ,,Hocanın hedefi: Amerika ile Almanya, eğitim faaliyetlerini hızlandırmak.”

   29 Ocak 1995’de:

   ,,Biraz asker ruhluyum.”

   Bütün bunlar Sabah Gazetesi’nin Gülen’le yaptığı röpotajların başlıklardır.

   Ve netice:

   İşte bütün bunlar İslam’dan taviz vermenin acı neticeleridir. Bu kabil hoca geçinenlerin ve taviz vermelerinin yüzündendir ki, İslam âlemi yürekler acısı bu hale gelmiştir.

   Hz. Ali şöyle der: ,,İki şey benim belimi kırmıştır. Bunlardan biri; cahil-i mütemessik, yani cahillerin davaya sahip çıkıp sarılması, ikincisi de; âlim-i mütehettik’dir. Yani tavizkâr ve laubali olan hocalardır.”

   ,,(Nasıl onları uyutup sonra uyandırdıksa yine) böylece onları (bazı insanlara) buldurduk ki, Allah’ın (öldürdükten sonra diriltme) vadinin gerçek olduğunu ve kıyametin mutlaka geleceğini; onda asla şüphe olmadığını bilsinler. (Bunlar), o sırada kendi aralarında onların durumlarını tartışıyorlardı:

   ,,Onların üstüne bir bina yapın!” dediler. Rabbleri onları daha iyi bilir. ,,Onların işine galip gelenleri (onların durumlarını iyi bilenler veya onların işini başarıya ulaştırıp Tevhid’i yerleştirenler) mutlaka onların üstüne bir mescid yapacağız,” dediler (ve bir mâbed yaptılar). Onlar üç kişidir, dördüncüleri köpekleridir. Diyecekler: Beştir, altıncıları köpekleridir diyecekler. Hep görülmeyene taş atıyorlar (bunlar). Hayır yedidir, sekizincileri köpekleridir diyecekler. De ki: Onların sayısını Rabb’im daha iyi bilir. Onları bilen azdır. Onun için onlar hakkında, sathi araştırma dışında, derin münakaşaya girme ve onlar hakkında bunlardan hiçbirine bir şey sorma.” (Kehf, 21-22)

   Tefsir ve tahlil:

   İnsanların Ashab-ı Kehf hakkındaki bilgilerini acaba nereden anladılar ve bu babda bilgi sahibi oldular? Bunda iki sebeb ileri sürülmekte:

   1- Baktı gördüler ki, bunların saçları uzamış, tırnakları uzamış ve bambaşka bir manzara arzetmektedirler ve bütün bunlara bakarak dediler ki, bunların bu hale gelmesi çok uzun bir zamanın üzerlerinden geçmiş olması lazım!..

   2- Yemek almak üzere şehre giden şahıs, aldığı yiyeceklerin parasını satıcıya verince, satıcı baktı gördü ki, kendisine verilen para o gün için mevcut değildir. Eski devirlerden kalma bir paradır, demiş ve ilave ederek müşterisine: ,,Sen herhalde hazine bulmuşsun!..” demiştir ve bunun üzerine insanlar arasında ihtilaf hasıl olmuştur. Oradakiler bu zâtı alıp şehrin reisine götürmüşlerdir. Melik sormuş ve demiş ki: ,,Sen bu paraları nereden buldun?” 0 da cevap vermiş ve demiş ki, bu paralar, dün sattığım hurmanın paralarıdır, demiş ve ilave ederek: ,,Biz hükümdar Dakyanus’tan kaçarak mağaraya sığındık”, demesi üzerine şehrin reisi o adamın define bulmadığının farkına varmış ve adamı serbest bırakmıştır.

   Rivayete göre devrin hükümdarı, ,,Ba’s bâ’deImevt”i inkar edenlerden idi, fakat bununla beraber insaflı biri idi. Yani hakkı arayan birisi idi. Allah Teala da bu hükümdara Ashab-ı Kehf’in ahvalini gösterdi de o da akidesini düzeltti.

   Diğer bir rivayete göre ise: 0 zamanın sakinleri ihtilafa düşmüşlerdi. Bir kısmı dirilecek olan cesetle beraber ruhtur. Diğer bir kısım insanlar da dirilecek olan sadece ruhtur, ceset ise çürüyüp gidecektir, diyorlardı. Hükümdar ise Alllah’a dua ediyor ve diyordu ki: ,,Ya Rabb’i! Bize bir ayet, bir delil göster de aramızdaki ihtilafın hangisi doğru olduğunu ortaya koysun!..” İşte Ashab-ı Kehf hadisesi ortaya çıktı ve bu hadisenin ışığı altında hükümdar dedi ki, ,,İşte bu vak’a gösteriyor ki, ruhun dirileceği gibi ceset de dirilecektir. Zira Ashab-ı Kehf’in uzun müddet uykudan sonra uyanmaları bedenlerin de dirileceğini göstermektedir.

   Bir başka kavle göre de hükümdar ve kavmi bu zatları görüp hallerine muttali olduktan sonra bu gençler mağaraya döndüler ve orada Allahü Teala onların canlarını aldı. Bu durum karşısında insanlar ihtilafa düştüler. Kimisi dedi ki, bunlar ikinci kez uykuya daldılar, kimileri de hayır artık bunlar gerçek ölümle öldüler, dediler.

   Bir başka ihtilaf da şu şekilde kendini gösterdi:

   Bir kısım insanlar dediler ki, gelin biz mağaranın kapısını örtelim de bunlara artık kimse muttali olmasın! Bir kısım insanlar da şöyle dedi:   Evlâ olan mağaranın kapısına bir mescid yaptıralım. Bu kavil de gösteriyor ki, bunu söyleyenler Allah Teala’yı bilenlerden olup ibadet etmeyi itiraf etmektedirler. Daha doğrusu rivayet şöyle: Kâfirlerden bir kısmı dediler ki, bunlar bizim dinimiz üzerindedir. Binaenaleyh, mağaranın üzerine bir bina yapalım. Müslümanlar da önceki sözü söylediler ve kapılarının önünde bir mescid yaptıralım dediler. Ne ise gerçek şu ki, mesele çeşitli yönlerden ihtilaflıdır; kesin konuşmak mümkün değildir.

   Müteakib ayetler:

   ,,Ancak Allah dilerse yapacağım de. Unuttuğun zaman Rabb’ini an ve umarım Rabb’im beni doğruya bundan daha yakın bir bilgiye ulaştırır de! Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar. De ki: Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybi O’nundur. 0 ne güzel görendir, ne güzel işitendir! Onların O’ndan başka bir yardımcısı yoktur ve 0, kendi hükmüne kimseyi ortak etmez. Rabb’inin kitabında sana vahyedileni oku; O’nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O’ndan başka sığınacak bir kimse de bulunamaz!” (Kehf, 24-27)

   Tefsir ve tahlili:

   Müfessirlerin beyanına göre kavim Allah Resulü (s.a.v.)’e üç meseleden sordular. 0 da ,,Ben bunların cavabını yarın size vereceğim...” ve fakat ,,İnşaallah” demedi. Vahiy on beş gün veya kırk gün kesildi ve gelmez oldu ve sonra işte bu âyet geldi ve bir nevî bir ihtar mahiyetinde idi! Bu rivayete kadı her ne kadar iki yönden itiraz etmiş ise de tefsir sahibi gereken cavabı vermiştir. Bunda biz ümmeti için de tenbih vardır. Şöyle ki, geleceğe ait bir şey söylediğimiz veya bir vaadde bulunduğumuz zaman ,,İnşaallah” demeyi ilâve etmemiz ve unutmamamız gerekir. Yani “Ben yarın şu işi yapacağım veya şunu sana vereceğim..” dediğimizde Allah dilerse manasına gelen ,,İnşaallah” demeliyiz ve işin manevî cephesini Allah Teala’ya havale etmemiz yerinde olur. Şöyle bir hikaye anlatırlar:

   Adamın biri, hanımına, ,,Hanım! Artık yarın ben sapları harman yerine döküp süreceğim!..” demesi üzerine hanımı şu cevabı vermiştir: “Adam, ,,İnşaallah” de!” demiş ise de kocası hanımının bu sözünü pek ciddiye almamış ve hatta ,,İnşaallah”a lüzum görmemiş bir havanın içine girmiş!.. Ertesi gün gelmiş, adam akşamdan söylediği işin başına giderken önüne bir yolcu gelmiş ve adama demiş ki, ,,Gel de bana yolu tarif et! demiş. Adam da yolcunun önüne düşerek yola çıkmışlar. Biraz daha gidelim, biraz daha gidelim!” diye diye günün akşamına kadar yürümüşler. Adam ancak sabaha doğru evine dönebilmiş ve kapıyı çalmış. Kadın içerden sormuş, “Sen kimsin?” diye. Adam ise, ,,Ben, inşaallah geldim!” demiş, ama neden sonra? İşin gerçeğini anladıktan ve işini bırakmanın yanısıra 24 saatlik bir yorgunluktan sonra!..

   Evet; bu , bir kıssadır ve bir hikâyedir ama ibret alınacak çok şey vardır. Biz de bu meşiyyet sözünü kendimize adet edinelim ve hatta dilimize vird edinelim ve istikbale ait yapacağımız işleri ,,İnşaallah” sözüyle teminat altına alıp garantiye bağlayalım!..

   İhtilafları:

   Bu gençlerin mağarada kalış müddetlerinde insanlar arasında ihtilaf vaki olmuştur. Fakat bereket versin Rabb’imiz Teala ve Tekaddes Hazretleri ihtilafı halletmiştir ve demiştir ki, ,,Onlar mağarada üç yüz yıl kaldılar ve dokuz sene ilavesiyle sayı üç yüz dokuza yükseldi.” Ve bu ayet-i kerime’nin beyanıdır. Ebu’s-Suud, bu hususta şu ilaveyi Hz. Ali’ye isnad ederek yapmaktadır.

   Ehl-i kitaba göre mağara sakinleri, mağarada üç yüz sene kaldılar ve bu, şemsi seneye göredir. Allah Teala ise hadiseyi kameri seneye göre zikretmiştir. Aradaki fark ise bu iki takvim arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. Şöyle ki: ,,Kameri sene, yüz senede üç sene artmaktadır. Sene üç yüz olduğuna göre fark dokuz sene eder.” Demek oluyor ki, Ashab-ı Kehf’in mağarada kalış müddetleri Şemsî seneye göre üç yüz, kamerî seneye göre ise üç yüz dokuz senedir.

   Zaman ve mekanda ihtilaf:

   Bu zatların yaşadıkları devirde ihtilaf olduğu gibi, bulundukları yerde de ihtilaf vardır. Şöyle ki: Kimileri demiş ki, onların yaşadığı devir Hz. Musa’dan öncedir. Bir başkaları da onların yaşadıkları devir Hz. İsa’dan öncedir.

   Bulundukları ve yaşadıkları yere gelince: Bu hususta ihtilaf vardır. İnsanlar arasında konuşulduğuna göre, bulundukları mağaranın yeri yedi yerde olduğu söylenmektedir. Bunlardan biri, işte Tarsus civarındaki bir dağın eteğinde bulunan mağaradır. Zaman zaman mağara ziyeret edilmektedir. Biz de Adana’da bulunduğumuz sıralarda burasını birkaç sefer ziyarete gitmişizdir. Fakat ihtilaflı mevzularda işin gerçeğini bilen yalnız Allahü Azimüşşan’dır.

   Son bir ilave:

   Tefsir sahibi der ki, bu kıssayı anlatan Rabb’ülâlemin, iki meseleyi gündeme getiriyor ve diyor ki:

   ,,Sakın iki şeye yanaşma, bunlardan biri ,,Müfra”, diğeri de ,,İstifta.”

   Kur’an şöyle demekte:

   ,,...Onları bilen azdır. Onun için onlar hakkında, sathi tartışma dışında, derin münakaşaya girme ve onlar hakkında bunlardan hiç birine bir şey sorma.” (Kehf, 22)

   Müra-i zahirden murad, onları o hususta tekzib etmemek ve şöyle demek yerinde olur: Bu tayin hakkında kesin delil olmadığına göre tevakkuf edip susmak ve kesin konuşmayı terketmektir. İstiftaya gelince: Bilgisi olmayan kişilerden istifta etmek, fetva sormak asla caiz olmaz; sonra da fetva veren de günahkâr olur...

   Rabb’imizin nusret ve inayetiyle Ashab-ı Kehf mevzuunu bitirmiş oluyoruz. Rabb’imizden dua ve niyazımız odur ki, kusur ve küsurlarımızı affetmesidir.

 

 Başa dön   Devam