Keramet-i evliya haktır:

 

 

   Keramet-i evliyanın hak olduğunu gösteren deliller:

   Kur’an-ı Kerim, Sünnet-i seniyye’ler, eserler ve mâkul oluşu.

   Kur’an ayetleri:

   a) Hazret-i Meryem’in kıssası: Ali İmran suresinde bunun bahsi geçti. Şöyle ki:

   ,,Rabb’i onu güzel bir şekilde kabul buyurdu; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeriyya’yı da ona memur etti. Zekeriyya onun yanına, mâbede her girdiğinde yanında bir rızık bulurdu. Ey Meryem, bu sana nereden, derdi. 0 da bu, Allah tarafından, derdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.” (Ali İmran, 37)

   Beyzavî’nin beyanına göre, Zekeriyya Aleyhisselam Hz. Meryem’in yanına belli zamanlarda girer, çıkarken de kapıları kilitlerdi. Ve her girdiğinde kış mevsiminde yaz meyvelerini, yaz mevsiminde kış meyvelerini görürdü. Ve işte o zaman ,,Bunlar sana neden geliyor...” derdi. 0 da, ,,Allah tarafından” derdi...

   b) Asef b. Berhiya:

   Kur’an şöyle der: ,,Süleyman (a.s.) Ey ileri gelenler, dedi; Onların bana teslim olarak gelmelerinden önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir? Cinlerden, bir ifrit: ‘Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm,’ dedi.

   Bunu yapmağa gücüm yeter ve ben güvenilir bir kimseyim! Yanında kitabtan bir ilim bulunan kimse de (Veziri Asef b. Berhiya yahut Hızır): ‘Sen gözünü açıp yummadan ben onu sana getirebilirim,’ dedi. (Süleyman tahtı yanına yerleşmiş görünce şöyle dedi: ‘Bu Rabb’imin lütfudur. Lütfune şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur; nankörlük eden de bilsin ki, Rabb’in müstağnidir, çok kerem sahibidir.” (Nemil, 38-40)

   İşte bu zatın, bir anda Belkıs’ın tahtını Süleyman Aleyhisselam’ın yanına getirmesi bir keramet eseridir.

   c) Ashab-ı Kehif:

   Ashab-ı Kehif’in, yanı o gençlerin mağarada 309 sene hiçbir afete uğramadan uyuya kalmaları keramettir ve keramet kabilindendir. Ve yine güneşin hararetinden korunmaları, Allah’ın onlar için bir lütfu, kendileri için de ayrı bir keramettir. Kur’an şöyle der:

   ,,Uykuda oldukları halde sen onları uyanıklar zannedersin. Uyudukları yerde onları sağa ve sola çeviririz...”

   Haberlerde varid olan kerametler:

   Beşikte konuşan üç bebek:

   Allah Resulü (s.a.v.) Efendimiz buyurur:

   ,,Beşikte ancak üç çocuk konuşmuştur. Bunlar; Meryem oğlu İsa, Cüreyc zamanında bir çocuk ve başka bir çocuk.” Meryem oğlu İsa mâlum! Kur’an şöyle der:

   ,,Meryem onu taşıyarak kavmine geldi: ‘Ey Meryem, sen tuhaf bir iş yaptın’ dediler. Ey Harun’un kızkardeşi, baban kötü bir adam değildi, annen de fahişe değildi (sen ne yaptın böyle!..). (Meryem, konuşmaları için beşikteki oğlunu) gösterdi. Dediler ki: ‘Biz beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz?’ (Çocuk konuşmaya başladı ve) ‘Ben Allah’ın kuluyum,’ dedi. 0, bana kitab verdi, beni Peygamber yaptı. Beni bulunduğum her yerde insanlara yararlı kıldı. Sağ olduğum sürece bana namaz kılmayı, zekât vermeyi emretti. Beni anneme eyilik eder, kıldı, beni baş kaldıran bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde ve diri olarak kaldırılacağım günde Allah’tan selamet verilmiştir.” (Meryem, 27-33)

   Cüreyc zamanındaki çocuk:

   İsrailoğulları zamanında abid bir adam var idi. Bunun adi Cüreyc’di. Cüreyc’in annesi kendisini iştiyakla görmek istemişti ve ya Cüreyc, diye seslendi. Cüreyc ise, Ya Rabb’i! Namaz mı hayırlı yoksa onu görmek mi? Sonra namazına devam etti. Annesi tekrar seslendi ve onu çağırdı. Fakat Cüreyc aynı cevabı verdi. Ve bu hal üç sefer tekrarlandı. Annesi cevab alamayınca, bu hal kendisine çok ağır geldi. Ve ellerini kaldırarak, ,,Ya Rabb’i! Zina eden kadınları kendisine göstermeden bunu öldürme!” diye dua etti. Orada zinakâr bir kadın vardı; etrafına şöyle dedi: ,,Ben Cüreyc’i fitneye düşüreceğim, 0 da zina edecek!” Kadın Cüreyc’e geldi ve ne kadar zorladı ise de onu kandıramadı. Orada bir çoban var idi, geceleri gelip Cüreyc’in kaldığı odanın altında yatardı. Kadın ona yanaştı ve yaklaştı. Ve bu yaklaşmadan bir çocuk meydana geldi. Kadın bu çocuğun babasının Cüreyc olduğunu söyledi. Bunun üzerine İsrailoğulları Cüreyc’in hücresini yıktılar, kendisine de sövüp saydılar! Cüreyc namazına devam etti ve Rabb’isine dua etti. Ebu Hüreyre der ki: ,,Sen ki, ben Peygamber’in eliyle işaret ettiğine bakıyordum; Peygamber çocuğa sordu: ,,Baban kim?” Çocuk ise cevab verdi: ,,Benim babam çobandır!” dedi...”

   İsrailoğulları pişman oldular, özür dilediler ve Cüreyc’in odasını altun ve gümüşten yapmak istediler ama Cüreyc buna razı olmadı ve 0 da eskisi gibi bina edildi.

   Üçüncü çocuk:

   Bir kadın, beraberinde emzirmekte olduğu bir çocuğu var. Bulunduğu yere bir genç geldi; yüzü güzel, elbiseleri güzel! Kadın bu genci görünce Allah’a duada bulundu ve dedi ki. ,,Ya Rabb’i! Benim çocuğumu da bunun gibi kıl!” Çocuk ise, ,,Hayır; Ya Rabb’i! Beni bunun gibi kılma!..” dedi. Sonra bir kadın geldi ve o kadın hakkında; ,,Bu hırsızlık yapmıştır, bu zina yapmıştır ve ceza görmüştür!..” diye sözler işittiler! Bu haberleri işiten anne kadın, şu yolda duada bulundu: ,,Ya Rabb’i! Benim oğlumu bu kadının düştüğü duruma düşürme!..” Çocuk dile geldi ve dedi ki: ,,Allah’ım! Beni bunun gibi kıl!..” Çocuğun böyle dediğini gören anne kadın da çocuğunu tasdik etti ve çocuğunun yaptığı duayı tekrar etti!..

   Çocuk konuşmaya devam ediyor:

   ,,Genç delikanlı, zorbalardan biri idi; ben onun gibi birisi olmak istemedim! Kadına gelince; hakkında zina etmiştir, deniyor. Halbuki kadın zina etmemiştir. Hırsızlık yaptı, deniyor halbuki kadın hırsızlık yapmamıştır, ve o sadece ,,Hasbunallah!..” demiş olmakla yetinmiştir!..”

   Üç mağara adamı:

   Sıhah’ta meşhur bir rivayet, Allah Resulü (s.a.v.) şöyle der:

   ,,Sizden önce üç genç bir yolculuk sırasında gecelemek üzere bir mağaraya sığmırlar. Dağdan bir taş yuvarlanarak gelir mağaranın kapısını kapatır. Çıkmak isterler ama çıkma imkanı olmaz. Bunun üzerine şöyle derler:

   ‘Allah’a yemin olsun ki, bu taştan kurtulmamız ancak yaptığımız salih amelleri vesile ederek Rabb’imize dua etmemizdir.’ Bunda karar kıldılar.

   Ve onlardan biri şöyle dedi: Benim ihtiyar annem ve babam vardı. Ben onlara sütlerini içirmeden yatmazdım. Günlerden bir gün, onlar bir ağacın gölgesinde uyumuşlardı. Ben onlar için süt sağdım ve sütü kendilerine getirdim; baktım gördüm ki, uyuyorlar. Onları uyandırmak istemedim. Süt kabı elimde ayakta kaldım ve onların uyanmalarını bekledim. Şafak söktü, onlar uyandılar, ben de sütlerini kendilerine içirdim!..

   Allah’ım! Şayet ben bunu senin rızanı kazanmak için yaptım ise kapımızı kapatan kayadan bizi kurtar! Bu dua üzerine taş biraz kayıverdi ama yine de çıkma imkanı olmadı.”

   İkincisinin duası:

   Şöyle: ,,Benim bir amca kızı vardı, çok hoşuma giderdi. Ben ne kadar kendime yaklaşmasını istedim ise de o, imtina etti ve teslim olmadı. Sene bir kıtlık senesi idi, bana geldi, kendisine çokca mal verdim ve teslim olmasını istedim. Kendisine yaklaştığım sırada, bana şöyle dedi: Hakkın olmayan yerde yüzüğünüzü çıkarmanız sizin için caiz olmaz. Bu söz bana tesir etti, kendime hakim oldum ve orayı terkettim, verdiğim malları da kendisine bıraktım, dedi ve şöyle duada bulundu:

   ,,Ya Rabb’i! Ben bu günahı, sadece senin rızanı kazanmak için işlemedim ise, kapımızı kapatan taşı bizden gider!.. Bunun üzerine taş biraz daha kayıverdi ve fakat yine de çıkma mümkün olmadı!..”

   Üçüncüsünün duası:

   Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

   ,,Sonra üçüncüsü şu şekilde dua etti: Ya Rabb’i! Ben işçi çalıştırdım ve her birinin ücretini verdim. Ancak bunlardan biri ücretini almadan gitmişti. Onun ücreti bende kaldı. Ve ben onun hakkını nemalandırdım, malı çoğaldı. Bir zaman sonra kendisi çıkıp geldi ve bana, ,,Ya Abdullah, benim ücretimi ver!” dedi. Ben de kendisine cevap verdim ve dedim ki, ,,Buyurun, işte senin ücretin! Görüyorsun; bu develer, bu koyun sürüleri ve bu köleler hep senin!..” 0 işçi kardeş, bana inanmadı ve ,,Benimle alay mı ediyorsun?” cevabını verdi!.. Ben, ona, ,,Hayır! Seninle alay etmiyorum; Sözüm gerçektir, bu mallar hep senindir!” 0 artık benim bu sözüm üzerine bütün malını aldı ve götürdü.

   Dua:

   ,,Ya Rabb’i! Ben bunu senin rızanı kazanmak için yaptımsa kapımızı kapatan bu kayadan bizi kurtar! Ve bu duam üzerine taş, mağaranın kapısından kaydı ve uzaklaştı ve biz de çıkıp gittik!..”

   Ve netice:

   İşte gördünüz; bunların ve bu yolcuların başından geçenler, keramettir, kerametin ta kendisidir. Zira haklarında varid olan hadis­i şerif, sahihtir, sıhhatı da müttefakün aleyhtir.

   Vesile:

   Kur’an şöyle der:

   ,,Ey o bütün iman edenler! Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa erebilesiniz.” (Maide, 35)

   Merhum Hamdi Yazır, bu ayetin tefsiri yolunda şu açıklamayı yapar:

   “Ey Allah ve Resulü’ne iman edenler! Siz o misakı bozanlara, o kâfirlere, o fasıklara, o fesad çıkaranlara benzemeyiniz de Allah’a ittika ediniz, yani Allah’ın cezasından, azabından korkunuz, çirkinliklerden sakınınız. Şayet bir günaha düşerseniz hemen tevbe ediniz. Zira anladınız ki, gâfur ve rahim olan Allah’ın azab ve ikabı pek büyüktür. Fakat takvayı yalnız fenalık yapmaktan ve mücerred kaçınmaktan ibaret menfi bir haslet telakki etmeyiniz. Kıssada dinlediniz ki, Ademoğlunun kardeşinin tasmim ettiği cinayete karşı bile Allah korkusuyla elini uzatmak istememesi ve mücerred nasihat ile iktifa etmesi, kendisini katilden kurtarmağa kâfi gelmedi. Binaenaleyh, seyyiattan kaçınmakla iktifa etmeyip tam manasiyle ittika ediniz de Allah’ın vikayesine girmek, mağfiret ve merhametine ermek için Allah’a vesile de taleb ediniz. Boş durmayıp ve mücerred iman ve havf ile yetinmeyip Allah’a yakınlık için ve O’na yaklaşmak için vesile de arayınız; en münasib sebeplere teşebbüs ile muhabbet­i ilâhiyyeye layık güzel ameller yapmağa iradenizi sarf eyleyiniz ve Allah yolunda Din-i İslam uğrunda, tarık-i müstakim üzerinde bezl-i vus’ ile mücahede ediniz. Enfüsî ve afakî mevani-i müşkilata göğüs gerip hak düşmanlarını mağlub ediniz.

   Lisanımızda mâruf olduğu üzere ,,Vesile” kendisiyle bir maksuda tevessül olunan, yani tekarrüb edilen sebep, sebeb-i kudret demektir ki, ,,Mabihittekarrüb” manasına sadece kurbet dahi tabir olunur. Nitekim Hasan, Mücahid, Ata, Abdullah b. Kesir gibi bir çok müfessirin­i eslaf ,,Eyil-kurbe” diye tefsir etmişlerdir. Katade, Allah’a taat ve razı olacağı amel ile tekarrüb ediniz diye anlatmış Süddi de ,,İstemek ve kurbet” diye ifade etmiştir ki, hem ibtiğâyi hem de vesileyi beyandır. İbn-i Zeyd de ,,Muhabbet, Allah’a kendinizi sevdirmeğe çalışınız” demiş ve ,,İşte onlar dua ederler, Rabb’lerine vesile ararlar...” mealindeki ayeti okumuştur. Binaenaleyh, hasili mâna: ,,Biz mü’miniz, Allah bizi mücerred iman ile sever deyip de laubali olmayınız, Allah’tan korkunuz, fena ahlaktan ve fena amelden sakınınız, sonra yalnız korkmak ve sakınmakla da kalmayıp iradenizi sarf edip, esbaba da teşebbüs ediniz, Allah’ın emirlerini ifa eyeleyiniz ve bununla da kalmayıp Allah’a yaklaşmak için daima vesile arayınız, her fırsattan bilistifade kendi gönlünüz ve

hüsn-i arzunuzla feraiz ve vacibler haricinde güzel güzel işler, rizay-ı İlahiyye’ye muvafık ameller yaparak kendi tarafınızdan da kendinizi Allah’a vermek isteyiniz; isteyerek yalvararak çalışınız ve uğraşınız demek olur. Ve bunda ,,Mü’min kulum, nafile ibadetleri yapa yapa bana yaklaştıkça yaklaşır” mealinde varid olan hadis-i kudsî mazmununun münderic olduğu zahirdir. ,,Vesile cennette bir menziledir” mealindeki hadis­i şerif de vesilenin önemini anlatmaktadır.

   Hasılı vesile lazımdır. Ve onu bulmak için isteyip aramak ve tevessül etmek de lazımdır. Çünkü vesilenin vesilesi de iman ve ittika ile taleb ve iradedir. Ve şu halde asıl vesile Allah’a tekarrübi kasdetmek ve teabbüdi arzetmektir. Ve işte ,,Allah’a doğru vesile taleb etmek kasdiyle ve niyyetiyle sebepleri arama ve ahlaki hamide ve amel-i saliha gibi Rızaullah’a muvafık vesile-i hasene istihzariyle ubudiyyet için çalışmayı emretmektedir. Ve bunun içindir ki, buna mücahede emri iktiran etmiştir. iman ittika ile, ittika ibtiğâ-i vesile ile, ibtiğâ-i vesile de mücahede ile tekemmül eder.

,,İmdi imandan sonra bu üç emri ifa ediniz ve bunlara da inanıp icra eyleyiniz ki, felah bulmayı ümid edebilesiniz.” (Maide, 35)

   Tefsir-i Kebir:

   ,,Vesile ayetinin tefsir ve tahlilini” bir de Tefsir-i Kebir sahibinden dinliyelim:

   Bu zat, önce vesile ayetinin nazmını ele alıyor ve diyor ki, nazimde iki vecih vardır. Birincisi; Biz, şu hususu beyan ettik: Allah Teala Hazretleri Resulü’ne şu gerçeği haber verdi ve dedi ki, yahudilerden bir taife, Allah Resulü’ne ve Onun mü’min kardeşlerine ve sahabesine zulüm, gadr ve mekr ellerini uzattılar ama, Allah onların maksad ve muradlarına mani oldu. Ve işte o sırada yahudi taifesinin peygamberlere karşı isyanlarının şiddet ve eziyyetlerinin had safhada olduklarını gündeme getirdi ve dedi ki:

   ,,Ey iman etmiş olanlar! Allah’tan korkun ve O’na yaklaşacak vesile taleb edin!..” Yani yahudilerin isyankâr cesaretlerini ve kulu, Rabb’ine yaklaştıracak vesilelerden uzak kaldıklarını gördünüz ve bildiniz. 0 halde sizler onlar gibi olmayın da onların zıddına hareket etmek üzere, günahlardan sakınmak suretiyle Allah’tan korkunuz, ibadetleri yerine getirmek suretiyle de sizi Allah’a yaklaştıran vesileler ittihaz ediniz.

   Nezimdeki ikinci veche gelince:

   Yahudi taifesi, babalarının amelleriyle iftihar ediyor ve öğünüyorlar ve bu maksadla şöyle diyorlardı: ,,Bizler Allah’ın çocukları ve O’nun dostlarıyız” demeleri üzerine Allah Teala da mü’minlere şöyle diyordu: ,,Ey mü’minler! Sakın sizler onlar gibi olmayın; babalarınızla iftihar etme yoluna gitmemek üzere Allah’tan korkunuz ve sizi O’na yaklaştıracak vesileler temin ediniz!..”

   Bu arada insanoğlu bilmeli ki, bütün teklifler iki şeyden ibarettir. Ve bunun üçüncü bir şıkkı yoktur. Bunlardan biri ve birincisi menhiyyatı terk etmektir. ,,Allah’tan korkun” ifadesi buna işarettir. İkincisi ise, memuratı işlemek ve yerine getirmektir. ,,Allah’a doğru vesile ittihaz ediniz” şeklinde tecelli buyrulan cümle de işte buna işarettir.

   Bu ayet-i celile’de de ,,Önce def-i mazarrat, sonra celb-i menfaat gelir” kaidesi burada da kendini göstermektedir: Önce günahları terketme, sonra da ibadetlerle tevessül etme! Ve bu husus da bir başka kaideye istinad etmektedir:

   ,,Adem, vücuddan önce gelir. Zira adem asıldır, vücud ise arızidir.” Ve bu husus bütün bir kâinatta geçerlidir. Târifler şöyle: ,,Terk, bir şeyi ademi üzere ibkadan ibarettir. Fiil ise ibka ve tahsilden ibarettir. Öyle ise terk fiilden mukaddemdir.”

   Bir sual:

   İbadetleri işleme vesile olur da günahları terketme neden vesile olmasın?

   Cevab odur ki: ,,Terk, bir şeyi adem-i aslî üzere terketmekten ibarettir. İstimrar halinde olan adem, hiçbir zaman bir şeye vesile olmaz ve şu sabit olmuştur ki, terk hiçbir zaman vesile olmaz ve olamaz. Ancak şu denebilir: Şehvet adamı, onu fiil-i kabihaya davet etse o da Allah’ın rızasını kazanmak üzere o işi terketse evet bu arada bir tevessül vardır ama o tevessül ef’al babından imtinadan ibarettir. Ve işte bundan dolayıdır ki, tahkik ehli demişlerdir ki: Bir şeyi terketmek, onun zıddını işlemekten ibarettir.

   Muteber iki şey:

   Bilmen gerekir ki, fiillerin zahirinde muteber iki şey vardır: Terki vacib olanlar ki, bunlar muharremattır. Fiil-i vacib olanlar vardır ki, bunlar da vaciblerdir. Ahlak mevzuu da böyledir: Husulu vacib olan ahlak-ı faziledir ki, bunun fiil-i vacibtir. Terki vacib olan da ahlak-ı zemimedir. Keza bu iki şey efkârda da muteberdir: Fiil-i vacib olan; Tevhid’e, nübuvvete ve meada delalet eden deliller üzerinde tefekkürdür. Terki vacib olanlar ise şüpheli şeylere iltifat etmektir. Ve yine bunlar tecelli makamında da muteberdirler: Fiili, Allah hakkında istiğraka dalmak, terki ise Allah’ın gayrisine yönelmektir. Rıyazet erbabı, fiil ve terke tahliye ve tehliye; mahv ve sahv, nefy ve isbat, fena ve bekâ isimlerini verirler. Ve bütün bu makamlarda nefi isbattan önce gelir. Nitekim: ,,Lâ ilahe illallah” Kelime-i Tevhid’e de nefi isbat üzerine tekaddüm etmiştir.

   Şimdi esas meseleye gelelim:

   Vesile kelimesi feîle veznindedir. ,,Vesele ileyhi iza tekarrebe ileyhi” cümlesinden alınmıştır.

   Talimiyye der ki, bu ayette şuna işaret vardır:

   ,,Allah’a yol, ancak bize O’nun mârifetini öğretecek bir muallim ile, ilmini yapacak bir mürşid ile mümkün olur. Zira bu ayette vesile talebiyle emir vardır. Buna iman ise metalibin en büyüğü, makasidin en şereflisidir. 0 halde vesile lazımdır.

   Cevabımız odur ki, Rabb’imiz imandan sonra vesileyi ibtiğa ile bize emretti. İman ise O’nu mârifetten ibarettir. Öyleyse mârifet vesileden önce gelmektedir. Ve netice itibariyle vesile ile emir mârifetullah ile emir demek değildir. 0 halde vesile ile emir ve taleb kişinin ibadet ve taatiyle Allah’ın rızasını tahsil vesiledir.

   Ayetteki mücahede:

   Sonra Allah Teala şöyle buyuryor: ,,Allah yolunda mücahede ediniz ki, iflah olasınız!”

   Bilinmesi gereken hususlardan biri de Rabb’ülâlemin’in, ,,Vettekullah” demek suretiyle layık olmayanları terketmemizi, ,,Vebteğu ileyhil vesilete” demek suretiyle de layık olanları yapmakla emretmiş oluyor. Bunlardan her biri nefis ve şehvet üzerine ağır gelen şeylerdir. Zira nefsin gayesi insanı dünyaya ve dünya lezzetlerine çağırmaktır. Akıl ise Allah’ın hizmetine, taatına davet ederken dünya lezzetlerine dalmaktan iraz etmeye davet etmektedir.

   İki hal:

   Evet; birbirine tezad teşkil eden ve birbirine münafi olan iki durum! Ve bundan dolayıdır ki, ulema, dünya ve ahiret taleblerini iki zararla, iki zıdla, meşrik ve mağrible, gece ve gündüzle temsil etmişlerdir. Ve böyle olunca da Allah Teala’nın ittika emri ile vesile taleb emri. Bu iki emri yerine getirme cidden çok zordur, nefse ağır gelen iki şeydir; cihad ve mücahedeyi gerektiren hallerdir. İşte bu hikmete binaendir ki, Rabb’imiz bu iki emrin arkasından ,,Cahidu fi sebilihi” buyurdu. Yani bu işleri yerine getirme her babayiğidin kârı değildir; mücahid olmak lazımdır. Ve nihayet şunu kaydedelim: Bu ayet-i celile, ruhanî esrara müştemildir. Bunlardan sadece birine işaret edelim: İnsanlar ikiye ayrılır: Biri ibadetini sırf Allah rızası için yapar, diğeri ise işin içine başka şeyler de karıştırır. ,,Ve cahidü fi sebilihi” emr-i celili birinci makama; ,,Lealleküm tüflihun” cümlesi de ikinci makama işarettir.

   Kerametleri:

   Bir ara adamın biri, öküzün sırtına yük vurmuştu; yolda giderken, öküz Allah Resulü (s.a.v.)’e döndü ve dedi ki: Ben bunun için yaratılmadım; ben toprağı sürmek için yaratıldım. Bu durumu gören kişiler, ,,Subhanallah” diyerek öküz konuşuyor, dediler. Allah Resulü şöyle cevap verdi:

   ,,Ben, Ebu Bekir ve Ömer buna iman etmiş bulunmaktayız.” (Bu hadis-i şerif’i Said b. Müseyyeb Ebu Hureyre’den rivayet etmiştir.) Bu harika, bir keramet olmaktan ziyade Efendimiz’in bir mucizesidir.

   Bir başka haber:

   Adamın biri, buluttan bir ses işitir. Ses şöyle: ,,Ben filan oğlu filanın bahçesine sevkedildim.” Buluttan böyle bir ses işiten o zat, bahçeye gider ve orada bir adam görür ve ona der ki: Adın ne? 0 da ,,Benim adım falan oğlu filan,” der. Ben kendisine sordum ve dedim ki: Sen bu bahçenin hasılatını kaldırdığın zaman ne yaparsın? 0, cevap verdi ve dedi ki: ,,Ben hasılatını, yani gelirini üçe ayırırım; bir bölümü kendime ve çocuklarıma ayırırım; bir bölümünü de fakirlere, yolda kalmışlara ayırırım. Üçüncü bir kısmını da bahçe için masraf yaparım. (Bu hadisi Ebu Hureyre Allah Resulü’nden rivayet etmiştir.)

 Eserler:

   Biz, önce Hulefa-i Raşidin’den, sonra da sahabeden ve onların kerametlerinden söz edelim.

   Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) cenazesi taşınıyordu; Peygamberin kabrinin kapısına gelince selam verildi ve dendi ki: Bu gelen Ebu Bekirdir. Kapı açıldı, kabirden bir ses diyordu ki: Dostu dosta getirin! İşte bu hadise de bir keramettir.

   Hz. Ömer:

   Hz. Ömer (r.a.)’ın kerametleri çoktur:

   1- Halife Ömer (r.a.) harb etmek üzere bir ordu göndermişti. Bu ordunun üzerine de Sariye b. Hasin’i kumandan yapmıştı. Kendisi Medine mescidinde hutbe okurken hutbe esnasında ,,Ya Sariye El­-cebele El-cebele!” Yani ,,Dağdan, dağın arkasından kendini koru!..” diye bağırdı. Hz. Ali der ki: Ben o günün tarihini kaydetmiştim. 0 sıralarda elçi geldi ve şöyle dedi: ,,Ey mü’minlerin emiri! Biz cuma günü hutbe vaktinde harb ettik, onlar bizi bozguna uğrattılar. Ya Sariye! El-cebele El-cebele diye bir ses geldi. Bunun üzerine biz arkamızı dağa verdik ve düşmanı bozguna uğrattık ve büyük ganimetlere de sahib olduk! İşte bütün bunlara sebeb o sesin bereketi idi.”

   Aynı zamanda bir mucize:

   Ben, bazı ulemadan şunu işittim: Bu aynı zamanda Hz. Muhammed’in bir mucizesidir. Zira Alleyhisselam demişti ki: ,,Ey Ebu Bekir ve Ömer! Sizler benim kulağım ve gözüm mesabesindesiniz.” Hz. Ömer Allah Resulü’nün gözü mesabesinde olunca, şüphe yok ki, o da çok uzaklarda olanı görme kudretine sahip olur.

   2-   Nil nehrinin akması:

   Rivayet edildiğine göre, cahiliyet devrinde senede bir kere akmaz ve durur, adeta göl gibi kalırmış!.. Nehrin akıp gitmesi için, içine güzel bir cariye atarlarmış. İslam gelince Mısır valisi Amr b. As, meseleyi bir mektubla Halife Ömer’e bildirir. 0 da bir çömleğin üzerine yazar ve der ki:

   ,,Ey Nil! Eğer sen Allah’ın emriyle akıyorsan, ak! Yok kendi emrinle akıyorsan bizim sana ihtiyacımız yoktur!”

   İşte bu çömlek götürülüp Nil nehrine atılınca nehir akmaya devam eder ve o tarihten sonra artık hiç kesilmez!..

   3- Medine’de zelzele hadisesi olmuştu. Halife Ömer, kamçısını yere vurarak, ,,Ey yer! Biiznillah sakin ol!” demişti. Yer sakin oldu ve ondan sonra artık Medine’de hiç zelzele olmadı.

   4- Yine Medine’nin bazı binalarında yangın çıkmıştı. Hz. Ömer, yine bir çömleğin üzerine ,,Ya ateş, biiznillah sakin ol!” diye yazdı ve o çömlek ateşe atılınca ateş sönüverdi!..

   5- Rum hükümdarının elçisi:

   Elçi Hz. Ömer’e gelir ve onun oturduğu binayı arar ve zanneder ki, Ömer (r.a.)’ın oturduğu bina da kendi krallarının oturdukları saraylar gibi muhteşem! Sorduğu kişiler ona der ki, senin bildiğin gibi değil, o şimdi sahrada koyunlarının sütünü sağmakta! Elçi sahraya gider. Bir de ne görsün Hz. Ömer (r.a.), kamçısını başının altına almış, toprak üzerinde uyumakta!..

   Bu durum elçinin hayretini mucib olur ve der ki, şarkın ve garbın korktuğu insana bir bakın!..

   Sonra kendi kendine düşünür; Burada kimse de yok, ben onu öldürsem, insanlar kurtulsa diye düşünmüş ve kılıcını kınından çekerek havaya kaldırmış. İşte tam bu sırada orada iki arslan peyda olmuş ve bu adamın üzerine yürümüş. Korkusundan elinden kılıç düşmüştür ve işte bu sırada Hz. Ömer de uyanmış ve adamın halinden sormuş! Adam da gördüklerini anlatmış ve gördüğü bu hadiseler karşısında gerçek dinin İslam dini olduğunu anlamış ve müslüman olmuştur.

   Tefsir sahibi der ki:

   ,,Bütün bunlar genelde ahad yoluyla gelen rivayetlerdir. Mamafih, bunlar arasında da tevatürle sabit olanlar vardır. Bütün bunlara rağmen dünya zinetinden uzak, tekellüfat ve tehvilattan sakınan bu zat, şark ve garb siyasetine hakim olmuş, ülkeler ve devletler fethetmiştir. Şayet sen, tarih kitablarını gözden geçirip derin derin düşündüğün zaman göreceksin ki, ahd-i Adem’den günümüze kadar hiç kimseye müyesser olmayan böyle bir siyaset Hazret-i Ömer’e nasib olmuştur. İşte bütün bunlar en büyük kerametlerdir.

   Hz. Osman:

   1- Hz. Enes’den rivayet: Ben yolda yürürken, gözüm bir kadına kaydı. Sonra Hz. Osman’ın yanına yardım. Bana şöyle dedi:

   ,,Bana ne oldu ki, sen bana girerken üzerinde zinanın izlerini görüyorum!” Ben kendisine şu mukabelede bulundum ve dedim ki, Peygamber’den sonra sana vahiy mi geldi? 0, hayır, dedi ve ilâve etti, bu bir feraset-i sadıkadır!..

   2- Düşen ilk damla kan:

   Hazreti Osman, evinde kılıçla vuruldu. Kanının ilk damlası okumakta olduğu mushafin, ,,Allah onlara kâfidir (haklarından gelecektir)! Çünkü 0, her şeyi işiten ve her şeyi bilendir,” mealindeki cümleleri üzerine düşmüştü.

   Hz. Ali:

   Rivayete göre; muhiblerinden biri hırsızlık yapmıştı. Ve bu siyah bir köle idi. Çaldığı şeyi Hazreti Ali’ye getirdi. Hz. Ali ona: ,,Sen hırsızlık mı yaptın?” 0 da: ,,Evet!” dedi. Bunun üzerine Hz. Ali kerremallahü vechehu onun elini kesti. 0 da çıktı gitti. Ona Selman-ı Farisi rastladı. Yanındaki ona sordu: ,,Elini kim kesti?” 0 cevab verdi: ,,O mü’minlerin Emir’i! Kavminin efendisi, Peygamber’in damadı, işte bu zat benim elimi kesti!” dedi. Onlar, bu ifade karşısında şu cevabı verdiler:

   ,,O senin elini kesmiş! Sen isen onu medhediyorsun!” 0:

   -Evet o benim elimi kesti; elbette ben onu medhederim. Çünkü, haklı olarak benim elimi kesti; elbette ben onu medhederim. Çünkü, haklı olarak benim elimi kesti ve beni cehennem ateşinden halas etti.

   Selman bu cevabı alınca, Hz. Ali’ye haber verdi. Hz. Ali ise Esved’i çağırdı ve kesilen elini kesildiği yere koydu ve bir mendille sardı ve dua etti. İşte biz, o sırada gökten bir ses işittik. Ses şu mealde idi:

   -Sargıyı elinizden kaldırın! Biz de:

   -Elimizi kaldırdık ve baktık, gördük ki, biiznillah kesilen el tutmuş ve iyi olmuş!..

   Ashab Efendilerimiz’e gelince:

   Ashab arasından keramet sahibi olanların sayısı çoktur. Çok azını burada kaydedelim:

   1- Allah Resulü’nün Mevlâ’sı anlatıyor ve diyor ki:

   ,,Ben denizde gemiye bindim. Gemi bozuldu ve dağıldı. Bir tahta parçasının üzerinde kaldım. İşte o tahta parçası beni bir arslan inine attı. Aslan beni görünce üzerime yürüdü! Ben ona Ya Ebel Hars! Ben Peygamber’in azadlı kölesiyim! Bu sözüm üzerine aslan önüme düştü ve bana yol gösterdi. Ve sonra kendisine has bir ses çıkardı ve ben bundan şunu zannettim:

   ,,Artık bu aslan beni uğurluyor ve geri dönüyor.”

   İşte bu da ashabın gösterdiği kerametlerden biridir!..

   2- Şarabın sirke oluşu:

   Halid b. Velid’e haber gelir: Sahib olduğun orduda şarap içenler var, diye! Bunun üzerine, Halid atına biner, gecenin bir vakti askerlerini teftiş eder. Askerlerden birine rastlar. Atının üzerinde, yanında bir de bir şarap küpü var. Hz. Halid sorar: Bu ne? Asker cevap verir ve der ki, ,,Sirke!” Hz. Halid ise, ,,Ya Rabb’i! Bunu sirke yap!” diye dua eder. Asker arkadaşlarının yanına varır ve der ki:

   ,,Size öyle bir şarap getirdim ki, Arablar hayatında böyle bir şarab içmemişlerdir. Küp açılır, bir de ne görsünler, küpdeki şarab olmuş sirke! Oradakiler derler ki: ,,Vallahi sen bize sirke getirmişsin! 0 da vallahi bu Halid b. Velid’in duasıdır. Evet Allah neye kadir değil ki! Her şey O’nun elinde ve emrinde; isterse şarabı sirke yapar! Ve işte yapmıştır! Ve bu aynı zamanda Halid’in bir kerametidir!.

   3- Zehir zarar vermez:

   Vakıa meşhurdur! Yine Hz. Halid ne yapmış? Avucuna aldığı zehiri ağzına atmış ve fakat zehir kendisine hiç zarar vermemiştir!..

   Geceyi gündüze çeviren Allah, zehiri de zararsız hale getirir ve onu panzehir yapar! Amenna ve saddakna!..

   4- Allah’tan korkandan her şey korkar:

   İbn-i Ömer (r.a.) seferlerinin bazısında bir cemaata rastlar. Bu cemaatın yollarını bir canavar kesmiş, geçip gidemiyorlar! Bunu gören İbn-i Ömer şöyle der:

   ,,Ademoğluna musallat olan korktuğudur. Şayet Ademoğlu Allah’tan başkasından korkmazsa Allah ona hiçbir şeyi musallat etmez!..”

   5- Rivayet edildiğine göre, Allah Resulü (s.a.v.), Alâ b. Hadremi’yi bir gazaya (savaşa) göndermişti. Önüne bir deniz çıktı. Bu zat ism-i Azam duasiyle dua eder ve deniz üzerinden yürüyerek geçer gider!..

   Bu da sahabenin bir kerametidir! Karada ve havada insanoğlunu yürüten Allah, denizde de yürütmeye kadirdir! Amenna ve saddakna!..

   Sufilerden bahseden kitapları mütalaa ettiğiniz zaman, sayısız kerametlere rastlıyacaksınız! Burada sufi derken hakiki sufileri kasdetmekteyiz.

   Aklî deliller:

   Ehl-i Sünnet Akaidi’ne göre ,,Keramet-i evliya haktır!” Ve bu aynı zamanda itikadî bir meseledir; Akaid kitablarımız, bu mevzuyu enine ve boyuna incelemiş ve gözden geçirmiştir.

   Kerametin vüku ve sübutunu gördünüz. Kerametler naklen sabit olduğu gibi, aklen de sabit birer vakıadır. Tefsir-i Kebir sahibi, aklî deliller üzerinde de enine-boyuna durmuş, tefsirinde sayfalarca yer vermiştir. İşte bunlardan birkaçına işaret edelim:

   Birinci hüccet:

   Kul, Allah dostudur ve bunda şüphe yoktur. Allah Teala şöyle buyurur:

,,Mütenebbih olun ki, Allah dostlarına ne bir korku vardır ve ne de üzülürler.” (Yunus, 62)

   Rabb de kulun dostudur. Teala buyurur:

   ,,Allah, iman etmiş olanların dostudur.” (Bakara, 257) Ve yine Teala buyurdu:

   0 (yani Allah Teala) salih insanları dost edinir.” (Araf, 196)

   ,,Sizin dostunuz, Allah ve Resulü’dür...” (Maide, 55)

   ,,Sen bizim Mevlâ’mızsın...” (Bakara, 285)

   “...İşte bunun sebebi, Allah Teala’nın iman etmiş olanların dostu oluşudur.” (Muhammed, 11)

   İşte bütün bu ayetler gösteriyor ki, Rabb, kulun; kul da Rabb’inin dostudur. Ve yine bunun gibi, Rabb, kulunun, kul da Rabb’inin sevgilisidir.

   Teala şöyle buyurur:

   “...Allah, onları sever, onlar da Allah’ı severler...” (Maide, 54)

   Ve yine Allah Teala şöyle buyurur:

   “...İman etmiş olanların Allah için olan sevgisi daha şiddetlidir.” (Bakara, 165)

   Ve yine Teala şöyle buyurur:

   ,,Allah Teala, çokça tevbe edenleri sever ve tertemiz olanları da sever.” (Tevbe, 108)

   Ve yine bütün bunların sübutu karşısında şunu söyleyebiliriz:

   Kul, Rabb’isine itaatta o dereceye vasıl olmuştur ki, Rabb’isinin her emrini yerine getirmekte ve rızası bulunan her fiili icra etmektedir. Keza; Rabb’isinin her nehyettiği söz, fiil ve hareketlerden sakınmakta ve men ettiği her şeyden de uzak kalmaktadır. Kul hayatını böyle geçirirken, Rahim ve Kerim olan Rabb de bir kerre olsun, kulunun istediğini yerine getirmez mi? Elbette getirir, haydı haydi getirir!.. İşte bu hikmete binaen olsa gerek ki, Allah Teala ne buyurur:

   “...Siz benim ahdimi yerine getirin ki, ben de sizin ahdinizi yerine getireyim!..” (Bakara, 40)

   İkinci hüccet:

   Keramet izhari, şayet mümteni olsaydı, buna sebep iki şeyden biridir:

   a)Allah Teala böyle bir iş yapmaya ehil değildir; onun için yapmıyor ve yapamıyor!..

   b) Veya kul, böyle atiyyeye mazhar olmaya ehil değil, layık değil! Birinci şık olamaz. Çünkü, bu Allah’ın kudretini tan etmedir ki, bu küfürdür. İkinci şık ise batıldır. Zira Allah’ın zat ve sıfatlarını, fiil ve hükümlerini ve isimlerini bilmek, Allah’ı ve O’na itaat etmeyi sevme, O’nu zikir, takdis, temcid, tehlil; ve işte bütün bunlar; çölde bir çörek vermekten daha şereflidir. Değil mi? veya bir yılanı veyahut bir aslanı kulunun emrine musahhar kılmaktan daha mı az şereflidir?!. Vaktaki istemeden mârifet, mahabbet, zikir ve şükür veriliyorsa, çölde bir çöreğin verilmesi evlâ bittarıktır! Ve bunda istib’ad edilecek ne var?!.

   Üçüncü hüccet:

   Allah Resulü (s.a.v.), Aziz olan Rabb’inden naklederek buyurur:

   ,,Kulumun üzerine farz kıldığım şeyleri eda ettiği taktirde bana yaklaşır ve bu muhakkaktır. Ve fakat nafile ibadetleri yapa yapa bana yaklaştıkça yaklaşır ve hatta o derece yaklaşır ki, artık ben onu severim ve sevdiğim müddetçe de ben onun kulağı, gözü, dili, kalbi, eli, ayağı olurum; benimle işitir, benimle görür, benimle konuşur ve benimle yürür!..”

   Ve bu haber delalet ediyor ki; kul, kulağında, gözünde ve diğer uzuvlarında Allah’tan başkasına pay bırakmamıştır. Eğer bırakmış olsaydı ,,Ben onun kulağı, gözü...” olduğumu söylemezdi. Ve artık bu da sabit olunca, artık şunu diyebiliriz ki:

   ,,Bu makam, bir yılanı veya bir canavarı kulunun emrine müsahhar kılmaktan veya bir çöreği, bir üzüm salkımını veya bir yudum suyu vermekten elbette daha şereflidir!..”

   Ve netice: Kul, Allah’ın rahmet ve inayetiyle bu derecelere vasıl olduktan sonra, çölde bir çöreği veya bir yudum su vermeyi uzak görmek hiç bir akıl karı değildir!..

   Dördüncü hüccet:

   Aleyhisselam, Rabb-i İzze’den hikaye ederek der ki:

   ,,Kim, benim bir dostuma eziyyet verirse, o bana karşı savaş açmıştır!” Allah Teala, dostuna eziyyeti kendisine eziyyet mesabesinde kabul etmiştir. Ve bu mevzu, Teala’nın şu kavline yakındır:

   ,,Sana bey’at edenler, ancak Allah’a bey’at edenlerdir.” (Fetih, 10)

   Teala buyurdu:

   ,,Allah ve Resulü bir şey hakkında hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Resulü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab, 36) Ve yine Teala buyurur:

   ,,Allah ve Resulü’ne eziyyet verenler var ya işte onlara Allah lanet eder, hem dünyada ve hem de ahirette!” (Ahzab, 57)

   Ve işte bütün bunlar gösteriyor ki; Hz. Muhammed’e yapılan bey’at, Allah’a yapılan bey’at gibidir; Hz. Muhammed’in rızası, Allah’ın rızası gibidir. Keza Hz. Muhammed’e eziyyet, Allah Teala’ya eziyyettir. 0 halde Hz. Muhammed’in derecesi, derecelerin en âlâsıdır. Burada da mesele öyledir. Zira Allah Teala buyurdu:

   ,,Kim benim bir dostuma eziyyet verirse, o benimle savaşmıştır.” Ve bu da delalet ediyor ki, veliye eziyyet verme demek, Allah’ın kendisine eziyyet verme demektir. Ve bu mesele şu haberle de teekküd etmiştir:

   ,,Rabb, kıyamet günü diyecek: Ey kulum! Ben hasta oldum, sen beni görmeye gelmedin, senden su istedim, fakat su vermedin; senden ekmek istedim ve fakat sen beni yedirmedin! Kul cevab verecek ve diyecek ki:

   ,,Ya Rabb’i! Ben bunları nasıl yapabilirdim? Zira Sen Rabb’ülâlemin’sin!” Rabb cevap verecek ve diyecek ki:

   ,,Filan kulum hasta oldu da sen onu ziyarete gelmedin! Sen bilmedin mi? Eğer sen hasta ziyaretine gitseydin elbette onu benim indimde bulurdun! Su ve yemek isteme de böyle!..” Ve işte yine bütün bu haberler de delalet ediyor ki, Allah dostları işte böyle derecelere yetişirler. Ve bu derecelere gelen velilere Allah Teala’nın bir ekmek parçası vermesi veya bir yudum su lütfetmesi veyahut da kelbi veya bir aslanı müsahhar kılması neden uzak görülsün?

   Beşinci hüccet:

   Biz, örf ve adette şuna şahid olmaktayız: Bir kimseyi hükümdar özel bir hizmete tahsis ederse ve o taktirde o şahıs hükümdarın meclisine rahatça girip çıkar. Bunun gibi, o şahsa öyle bir kudret verir ki, o başkalarının güç yetiremediği bir şeye kadir olur. Akl-ı selim de buna şahittir. Şöyle ki: Bir kimse için Rabb’isi indinde kurbiyyet hasıl olursa artık keramet derecesi ve mansibleri o kurbiyyete tabi olur. Netice itibariyle kurb asıl, mansib ise ona tabidir.

   Meliklerin en büyüğü Rabb’ülâlemin’dir. Bir kula şeref verip onu hizmetinin eşiğine yaklaştırır, keramet derecelerine ulaştırır, mârifetinin sırlarında onu muvaffak kılarsa, aradaki uzaklık perdesini kaldırır ve nihayet kurbiyyet sergisine oturtursa, artık bu alemde hangi uzaklık, onun bazı kerametlere sahib olmasına mani olur? Mamafih, bütün bir âlem, bu seadet-i ruhaniyyenin ve mârifet-i rabbaniyyenin yanında bir zerre mesabesindedir, hatta yok gibidir.

   Altıncı hüccet:

   Ef’alin mütevelli olduğu beden değil, ruhtur. Bunda şüphe yoktur. Ve şu husus da şüphesiz bilinmeli ki, beden için ruh ne ise, ruh için mârifetullah da odur. Nitekim: Nahil, 2. ayetin tefsirinde meseleyi enine ve boyuna takrir ettik. Allah Resulü (s.a.v.) de şöyle buyurur:

   ,,Ben Rabb’imin yanında gecelerim; 0 beni yedirir ve içirir.” İşte bundan dolayıdır ki, gayb aleminin ahvalini bilme yönünden daha çok ileride ise, kalb yönünden de o kadar kuvvetlidir. Ve bu nimete binaen olsa gerektir ki, Hz. Ali şöyle buyurdu:

   ,,Vallahi Hayber kapısını cismanî kuvvetimle değil, rabbanî bir kuvvetle çektim ve kopardım. Zira o sıra da Hz. Ali’nin nazar-ı cismanî âlemden kesilmiş, melekî bir âleme intikal etmiştir ve işte o zaman başkalarının güç yetiremediği bir kuvvete Hz. Ali sahib olmuş ve Hayber kalesinin kapısını sökmüş, almıştır.”

   Herhangi bir kul da böyledir; İbadet ve taata devam ede ede öyle bir makama gelir ki, Allah Teala artık “Ben onun kulağı ve gözüyüm!” der, neticede ilahî nur onun kulağında ve gözünde tecelli eder de artık onun için uzak ve yakın fark etmez. Keza; ilahi nur onun elinde tecelli eder de onun için kolay ve çetin işleri başarma arasında fark olmaz!..

   Yedinci hüccet:

   Yedinci bu hüccet, aklî ve hikemî kanunlar üzerine bina kılınmıştır. Zira biz biliyor ve inanıyoruz ki, cevher-i ruh ecsam cinsinden değildir, melek cevheri cinsindendir. Ve fakat bedene taalluk edince vatan-i aslisini unuttu ve cismanî hallerine daldı, dolayısiyle güç ve kuvveti zayıfladı. Ama tekrar mârifetullah ile ve O’nun mahabbetiyle ünsiyyet kesbederse işte o zaman beden yapısıyle iştiğali azalır, mukaddes arşî ve semavî ruhlar aleminin nurları tekrar parlamaya başlar ve artık cisimler âleminde de başkalarının güç yetiremediği harikalara sahib olur. Ve işte bu keramettir. Ve hele hele buna riyazet türleri inzimam ederse kevn ve fesad aleminin iras ettiği tozlar ve lekeler onun manevî çehresinden silinir, asıl berraklığı kendini gösterir ve bu sayede kevn ve fesad âleminde de başkalarının sahib olamadığı güç ve kuvvete sahib olur da harikulade tasarruflara sahib olur. Rabb’imizden dua ve niyazımız odur ki, Allah’a dost olma yolunda ve kerametleri idrak etme yolunda bize lütuf ve inayetiyle yardımcı olmasıdır.

Başa dön    Devam