TEFSİR 

VE 

TASAVVU F

                           

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَنزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَل لَّهُ عِوَجَا {1} قَيِّماً لِّيُنذِرَ بَأْساً شَدِيداً مِن لَّدُنْهُ وَيُبَشِّرَ الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْراً حَسَناً {2} مَاكِثِينَ فِيهِ أَبَداً {3} سورة الكهف

 

   Ayetlerin meali:

   ,,Allah’a hamdolsun ki, kuluna Kitab’ı indirdi ve ona hiçbir eğrilik koymadı. Onu dosdoğru bir (kitab) olarak indirdi; katından gelecek şiddetli azaba karşı insanları uyarsın ve iyi işler yapan mü’minlere kendileri için güzel mükâfat bulunduğunu müjdelesin. Onlar orada ebedi kalacaklardır.” (Kehf, 1-3)

   Tefsir ve Tahlil:

   Sure Kehf ismini almaktadır. 111 ayetten ibaret olan bu sure-i celile Mekke’de nazil olmuştur. İbn Abbas’ın beyanına göre, iki ayet müstesna, sure Mekki’dir. Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurur:

   ,,Ben sizi öyle bir sureye delalet edeyim mi ki, inerken onu bin melek uğurlamıştır? 0 Kehf suresidir.”

   Sureyi tefsir ve tahlil hususunda esas aldığımız tefsir, Tefsir-i Kebir’dir. Sahibi ise mâlum, Fahruddin-i Razi’dir.

   Sure ,,Hamd” kelimesiyle başlamaktadır. Bir önceki sure ise, ,,Sübhan” kelimesiyle başlamıştı. Bu iki kelime, umumiyetle beraber zikredilmekte; önce tesbih, sonra tahmid gelmektedir. Bu tertib Kur’an’da böyle olduğu gibi, namazların arkasında zikredilen evradda da böyle; önce Subhanallah, sonra Elhamdulillah. Nitekim: Ayet’el­kürsi’yi okumaya geçmeden önce de bu iki kelime beraber zikredilmektedir.

 Urûc ve nüzül:

   Bir kaide: ,,Bir hükmü bir vasıf üzerine tertib etme, o vasfın o hükme illet olduğunu gösterir.” İki hüküm: biri tesbih, diğeri ise tahmid. Tesbih kelimesi İsra suresi’nin başında yer alırken, tahmid de Kehf suresi’nin başında yer almaktadır. Tesbih, Cenab-ı Hakk’ın selbî sıfatlarından olup, Rabb’ülâlemin’i noksan sıfatlardan tenzih ve tebrik ederken, tahmid de subutî sıfatlardan olup, Mevlâ’mızın kemal sıfatlarla muttasıf olduğunu ifade etmektedir.

   Ve işte bu iki hükmün illet ve medarı urûc ve nüzûldur. Yani, urûc hadisesi ile nüzûl hadisesidir. Urûc demek, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in semâya yükselişi, nüzûl hadisesi ise, Kur’an’ın semadan yeryüzüne inişi demektir.

Burada birtakım faideler var:

   1- ,,Tesbih” yukarıda da beyan edildiği gibi Allahü Teala’yı layık olmayan sıfatlardan tenzih etmektir. Bu ise, Rabb’imizin zatındaki kemâle işaret ederken, ,,Elhamdulillah” cümlesi de Rabb’imizin gayriye kemâl verişinden ibarettir. Kemâlin önce, tekmilin ise sonra geleceğinde şüphe yoktur. Keza Allah Resulü’nün Mi’rac’a götürülüşü kemâl derecelerinin evveli ise, Kur’an-ı Kerim’in indirilişi de kemâl derecelerinin nihayetidir.

   Üç kemâl ve üç tekmil:

   Birincisi Rabb’ülâlemin’e, ikincisi Allah Resulü’ne, üçüncüsü ise kula aittir. Şöyle ki: ,,Sübhanallah” lafz-ı celili Allah Teala’nın kemâl sıfatıyla muttasıf olduğunu göstermekte; ,,Esra bi abdihi” kavl-i şerifi Peygamber’deki kemâli, ,,Enzele alâ abdihil kitabe” kavl-i şerifi de Peygamber’in tekmil vasfıyla tavsif edildiğine işarettir. Kula gelince: Kul bir taraftan Rabb’isindeki kemâl ve tekmil sıfatlarıyla muttasıf olduğunu bilir ve inanırsa, bir taraftan da Peygamber’i Hz. Muhammed (s.a.v.) de kemâl ve tekmil sıfatlarının ,,Esra ve enzele” vesilesiyle lutfedildiğine inanır ve iman eder, ve bütün bunların ilim ve idrâki içinde olursa, işte böyle olan kullarda da kemâl ve tekmil sıfatları vardır. Yani, bu insan; hem insan-ı kâmil derecesine ermiştir ve hem de tekmil derecesine ulaşmış ve mürşid olmuştur. Ve işte bunlardır ki, haklarında Allah Resulü buyurdu: ,,Bir kimse öğrenir ve öğretirse, o göklerde büyük diye çağrılır.” Demek oluyor ki, bir insanın insan-ı kâmil olup mükemmil, mürebbi ve mürşid olması neye bağlıdır? Al­lah kelamı Kur’an-ı Kerim’den kaynaklanmasına, emir ve talimatını ondan almasına; tatbikatını da Hz. Muhammed’in söz, fiil ve hareketlerine bakmasına bağlıdır. Kısacası; ,,Kaynak Kur’an, örnek Peygamber” demeli; söz, fiil ve hareketlerini ona göre tanzim etmeli ve şeriat sisteminin dışında herhangi bir sistem tanımamalı ve nihayet hayatına böyle bir istikamet vermelidir. Ve bu arada ne demokrasi gibi sistemleri ve bu sistemlere dayanan partileri reddetmeli ve bu sistemlerin koyduğu sandıkların başına asla gitmemelidir. Üstelik ne tavsiyede bulunmalı ve ne de rıza göstermeli ve hatta gidenleri nefretle karşılamalıdır. İşte Allah dostu, insan-ı kâmil ve hakiki manada mürşidler böyle olur!.. Yoksa partilerden herhangi birini destekliyen, müridlerinin ve talebelerinin sandık başlarına gitmelerine müsaade eden, göz yuman kimseler ne mürşid olabilirler ve ne de mürid! Üstelik bunlar hem dall ve hem de mudildirler; şeytanlaşmış ve hizbüşşeytan olmuşlardır. Velev ki bunlar, yüzbinlerce müridin, yüzbinlerce talebenin başında bulunslar da, sabahlara kadar namaz kılıp tesbih çekseler de hiçbir fayda vermez! Neden? Çünkü, bilerek veya bilmeyerek tağutun koyduğu sandığın başına gitmiş, şirk meclisine seçtiği tağutlarını göndermiştir. Kur’an ne diyor:

   ,,Kim tağutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse, işte sağlam bir kulpa bağlanmıştır. Artık bu insanın bu kulptan ayrılması mümkün değildir. Allah ise semi’dir, âIim’dir.” (Bakara, 256)

   Bunlar ise, henüz tağutu inkâr edememişlerdir. Dolayısıyla Allah’a ait ettikleri iman muteber değildir. Çünkü Allah’a ait imanın sahih ve muteber olabilmesinin birinci şartı tağutu red ve inkâr etmektir. Bir başka ayet-i celile Zümer, 17:

   ,,Tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde ver; müjdele kullarımı! Onlar ki, sözü dinler de en güzeline uyarlar. İşte Allah’ın hidayet ettiği bunlardır ve akıl sahibi de bunlardır.”

   Bu ayet de ilahî müjdeye mazhar olmanın iki şartını göstermektedir.

   Bunlardan birisi, tağuta kul olmamak; tağutun getirdiği sandığın başına gitmemek ve her halükârda şeriat’a bağlı kalmak! Bunlar ise, bir taraftan şeriat’ın bir kısmını ketmederken bir taraftan da tağut adına taviz verirler!..

 

 İki Nimet:

   Evet; Kur’an’ın nüzulü, hem Peygamber’e ve hem de ümmetine birer nimettir; Peygamber’e nimettir. Çünkü Peygamber, bu kitap vasıtasiyle Tevhid ve tenzih ilimlerinin esrarına, celal ve ikram sıfatlarına, meleklerin, enbiyanın, kaza ve kaderin ahvaline muttali olmuştur. Âlem-i süfli’den ibaret olan yeryüzü âlemi, âlem-i ulvi ile, dünya hayatı ise ahiret hayatı ile alaka kurmuş; gayb âleminden kaza ve kaderin nüzul keyfiyyeti, cismanî âlemin alemle irtibat keyfiyyeti tecelli etmiştir. Keza; nefs-i insanî bir ayna mesabesinde olup onda meleküt âlemi kendini göstermiştir. Ve bütün bunlardan daha büyük nimet düşünülebilir mi?!.

   Bu kitab aynı zamanda bizim için de bir nimettir. Zira bu kitab; bizlere teklifler, hükümler, va’d ve vaidler, sevaplar ve ikâblar getirmiş, insanın insanca yaşamasının yolunu ve yöresini göstermiştir. Ve bilcümle Kur’an’ı Kerim kâmil bir Kitab’tır; kemalin de en üst derecesindedir. Onun üstünde herhangi bir kemal derecesi düşünülemez ve herkes gücü ve anlayışı nisbetinde ondan faydalanır. Ve bütün bunlar nazar­ı itibara alındığı taktirde Hz. Muhammed’e de ve ümmetin de ,,Elhamdülillah” deyip şükretmeleri vacib olur.

 

İki Vasıf:

  Rabb’imiz Teala ve Tekaddes Hazretleri, surenin başında Kur’an-ı Kerim’i iki vasıfla tavsif etti ve şöyle buyurdu: Kulu Hz. Muhammed’e Kur’an’ı indiren Allah Teala, Kur’an’da eğrilik yoktur, her haliyle kâmildir; eksiği ve gediği yoktur; tabir caizse dört başı mâmur bir Kitab’tır ve hangi yönünü ele alırsanız alın hep kemal göreceksiniz!.. Kur’an aynı zamanda ,,Kayyim”dir, yani mükemmildir, mürebbidir, mürşiddir ve nihayet bir hidayet kaynağıdır, feyiz kaynağıdır... Nitekim: Bakara suresinin ilk cümleleri de bu manadadır; ,,Kur’an’da şüphe yoktur, müttekiler için de hidayetin tâ kendisidir.”

 

İnzar ve Tebşir:

  Kur’an-ı kerim öyle bir Kitab’dır ki, kemal ve ikmal sıfatlarına sahib olduğu gibi, inzar ve tebşir sıfatlarına da sahibtir. Yani, bir taraftan insanları uyarırken bir taraftan da müjde vermektedir. iman edip salih amelleri yapanlara müjde verir; tersi istikamette hareket ediyorsa, onları da uyarır.

   Ayetlerin metni:

 وَيُنذِرَ الَّذِينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَداً {4} مَّا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ وَلا لآبَائِهِمْ كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ إِن يَقُولُونَ إِلا كَذِباً {5} فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِن لَّمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفاً {6} سورة الكهف

 

   Ayetlerin meali:

   ,,Ve ,,Allah çocuk edindi!” diyenleri de uyarsın! Bu hususta ne kendilerinin, ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından ne büyük söz çıkıyor! Onlar, yalandan başka bir şey söylemiyorlar. Demek onlar bu söze inanmazlarsa, onların peşinde üzüle üzüle kendini helâk edeceksin!” (Kehf, 4-6)

   Tefsir ve tahlil:

   Burada bir kaide: ,,AIlah Teala’nın fiilleri sahih gaye ve garazlarla mualleldir.”

   İşte; bu kaidenin cüz’iyyatından birisi de İsra suresi’nin 2-4. ayetleridir. Yani Rabb’ülâlemin’in kulu Hz. Muhammed’e Kur’an’ı indirmesi inzar ve tebşir gayesine mâtuftur. 4. ayet-i celile’deki tâlil 2. ayetteki tâlile mâtuftur. Ve bu atıf, ,,Atfülhas âlâ atfilâm” kabilindendir. İkinci ayetteki inzar, mutlak manada inkâra sapanlara aittir. Dördüncü ayetteki inzar ise Allah’a veled isnad edenler hakkındadır. Ve bu yine Kur’an’ın bir kaidesidir: Bir kaziyye-i külliye zikredildi mi, arkasından onun cüz’iyyatından biri zikredilir. Gaye ise zikredilen o cüz’iyyatın en büyüğü olduğunu göstermektir ki, küfür çeşitleri içinde en çirkini Allah Teala’ya veled isnad etmektir. İşte bu hususu anlatmak üzere dördüncü ayet ikinci ayet üzerine atfedilmiştir.

 

   Üç Taife:

   Tarihi boyunca Allah Teala’ya veled isnad eden taifenin sayısı üçtür:

   1-Arab kâfirleri ki, bunlar ,,Melekler Allah’ın kızlarıdır!” derler.

   2- Nasara taifesi ki, ,,İsa Allah’ın oğludur!” derler.

   3- Yahudilerdir ki, bunlar da ,,Uzeyir Allah’ın oğludur!” derler.

   Günahlar içinde en büyük günah, Allah Teala’ya evlad isnad etmektir.

   İki ibtal delili:

   Cenab-ı Hak, kendisine evlad isnad edenleri beşinci ayet-i kerime’sinde iki delil ile ibtal etmiştir:

   1- Allah Teala’ya veled isnad edenlerin, ne kendilerinin ve ne de babalarının dayandığı herhangi bir delil ve mesnedleri yoktur; bunlar ilimsiz ve mesnedsiz konuşuyorlar.

   2- Ağızlarından çıkan bu kelime, ciddiyetsiz, müstekreh ve günah olma yönünden büyüktür. Ve böyle olmanın yanında da yalandan başka bir şey değildir; yani onlar yalan söylüyorlar!..

إِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الأَرْضِ زِينَةً لَّهَا لِنَبْلُوَهُمْ أَيُّهُمْ أَحْسَنُ عَمَلا ً{7} وَإِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعِيداً جُرُزاً {8} سورة الكهف

   ,,Biz, yeryüzündeki şeyleri, kendilerine süs olsun diye yarattık ki, onların hangisinin daha güzel iş yaptığını imtihan edelim (deneyelim). Biz, elbette (bir gün gelecek ki) yerin üzerindekileri kupkuru bir toprak yapacağız (yerle bir edeceğiz).” (Kehf, 7-8)

   Tefsir ve tahlil:

   Rabb’imiz Teala ve Tekaddes Hazretleri, kulu ve Resulü Hz. Muhammed’e diyor ki, yeri de ve üzerindeki zinetleri de ben yarattım ve menfaat ve maslahat nevilerini ihrac ettim. Bütün bunlardaki maksad ve gaye ise, insanoğullarını imtihana tabi tutmaktır; kim şükrediyor, kim nankörlük yapıyor. Gaye bu, maksad bu!..

   Fakat görünen odur ki, onların ekserisi inkâra sapıyor, inad ediyor! Ve maazalik, ben bu nimetleri kesmiyor, devam ettiriyorum!.. Sana düşen ise, bunların inkâr ve nankörlüğüne bakıp da hakka ve hak dine daveti terk etmemelisin. Yani, onların küfürde inad etmeleri üzüntüsü, seni tebliğ vazifeni terketme yoluna götürmesin; tebliğatına devam et, davetini sürdür! Sana düşen budur; onlar ister kabul etsinler ve ister kabul etmesinler! Kabul ederlerse ne âla, kabul etmezlerse cezasını kendileri çeker!

   Zinet kelimesi:

   Zinet kelimesinin manası, otlar, ağaçlar olmanın ötesinde altun ve gümüş madenler. Ve bilcümle; yeryüzünde mevalid-i selase tabir edilen madenler, nebatat ve hayvanat. Canlılar türlerinin en şereflisi de insandır. Ve işte bütün bunlar yeryüzünün zinetleridir. Ve bunların üzerinde insanoğlu ibtila ve imtihana tabi tutulmaktadır. Rabb’imiz Teala ve Tekaddes Hazretleri’nden dua ve niyazımız odur ki, cümlemizi bu imtihanda muvaffak olan kullarından eylemesidir.

   Allah Teala, küuiyatı da bilir cüziyyatı da:

   Hişam b. Hakem ve benzerleri şöyle bir görüş ortaya atmaktadırlar:

   ,,Allah Teala, hadiseleri vücud alemine intikal ettikten sonra bilir ve bu itibarladır ki, bu ibtila ve bu imtihan Allah hakkında caizdir. Ve bu iddialarını şöyle delillendirmeye kalkışırlar: Eğer Allah Teala kablelvüku cüziyyatı da bilseydi, vükuunu bildiği herşey vacib’ül vüku olacağı gibi, ademini bildiği her şey de mümteniül vüku olurdu. Aksi halde Allah’ın ilmi cehle inkılab ederdi. Bu ise muhaldır. Muhale götüren şey de muhaldır. Ve bu noktadan hareketle; kul için ne bir fiili işlemeye ve ne de terketmeye gücü yetmez. Ve netice itibariyle şunu söyliyebiliriz ki, ne rububiyyetin ve ne de ubudiyyetin manası kalmaz. Bu ise batıldır. Bütün bu izahlardan anlaşılmıştırki, Allah Teala eşyayı ancak vuku bulduktan sonra bilir. Ve bu taktire göre ibtila ve imtihan Allah indinde caizdir. Ve işte o zaman ,,Amelce hangisinin daha güzel olduğunu imtihan etmek üzere” mealindeki cümle-i celile zahirine göre cereyan etmiş olacaktır.

   İslam ulemasının cümhuruna göre, bunların bu anlayışını uzak görmüşler ve demişlerdir ki, Allah Teala, ezelden ebede cereyan eedecek ne varsa cemisini bilir; külliyatını da bilir cüziyyatını da bilir. Bu itibarladır ki, ibtila ve imtihan Allah Teala hakkında muhaldır. Bu manalarda varid olan lafızlar mecazî manadadırlar. 0 zmaan murad­ı ilahî şu demektir:

   Allah Teala, insanlarla öyle amelde bulunur ki, eğer o muamele gayriden sadir olsaydı, ibtila ve imtihan sebili üzere olurdu.

   İlahî nimetler, isyan etmeleri için yaratılmamıştır:

   Nimet ve zinetlerin yaratılışındaki hikmet ve gaye insanların amel sahasında yarış yapmalarını görmek içindir. Yoksa günahda ve isyanda yarış yapmalarını değil. Bir başka ifade ile; itaatta ve hizmete devamda hangilerinin daha ileride olduğunu görmek ve göstermek içindir. Ve böyle olanlar cennet ehlidir. Yoksa dediğim gibi, isyan etmeleri ve dolayısıyle cehennemi boylamaları için değil. Ve böyle bir görüşe sahip olanların sözlerini bu cümleyi celile ibtila etmektedir.

   İnsan, nimetlere ebediyyen sahip olarak yaşamaz:

   Evet insanoğlu yeryüzü nimetlerinden kemiyyet ve keyfiyyet itibarıyla ne kadar çok nimete sahip olsa da bu nimetler kendisiyle beraber sürüp gitmiyecektir; kendisi ölecek ve elindeki nimetler de dünyada kalacaktır. Mevlâ şöyle buyurur:

   ,,Yerin üzerindekileri, kupkuru bir toprak haline getireceğiz...”

   İşte ayetin bu bölümü o gerçeği ifade etmektedir. Ve Kur’an-ı Kerim’in bu manada birçok ayetleri vardır. Ezcümle:

   ,,Yeryüzünde her ne varsa hepsi fani olacaktır.” (Rahman)

   ,,Yerlerini boş, dümdüz bırakacaktır.” (Taha)

   ,,Yer düzeltilip dümdüz yapıldığı, içinde olanları dışarı atıp tamamen boşaldığı ve kendisine yaraştığı üzere Rabb’isine kulak verip boyun eğdiği zaman! Ey insan muhakkak sen Rabb’ine doğru varan bir yol üzerinde çabalayıp durmaktasın. Nihayet, O’na varacaksın!..” (İnşikak)

   Mücazat elbette lazım:

   Bugünün yarını olduğu gibi bu dünyanın da elbette bir ahireti olacaktır. Bir başka ifade ile; her insan, dünyada hayırdan ve şerden ne yaptı ise, öbür dünyada onun mükâfat veya cezasını elbette görecektir ve netice itibariyle hiç kimsenin yaptığı yanına kalmıyacak; dünya bir çalışma yeri ise ahiret de mücazat ve mükâfat yeridir.

   İhlâk ve ifnayı yeryüzüne ve yeryüzündekilere tahsis etme, yerin bekâsını ilham ediyorsa da diğer ayetlerin yerin de değişeceğine delalet etmektedirler. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

   ,,O gün yer başka yere, gökler de başka göklere değiştirilir. Hepsi, tek ve kahredici Allah’ın huzurunda durur.” (İbrahim, 48)

   İbret verici bir manzara:

   Rabb’ülâlemin Hazretleri kâinattaki bu hayatın, her zaman gözümüzün önünde ölüp tekrar dirilişi ile insanların dirilişini karşılaştırmak için önümüze bir sahne koyuyor. İnsanlar bu sahneyi düşünsünler de kendilerine gelsinler ve üzerlerine düşeni hakkıyla yapsınlar.

أَمْ حَسِبْتَ أَنَّ أَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّقِيمِ كَانُوا مِنْ آيَاتِنَا عَجَباً {9} إِذْ أَوَى الْفِتْيَةُ إِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَا آتِنَا مِن لَّدُنكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَداً {10} فَضَرَبْنَا عَلَى آذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِنِينَ عَدَداً {11} ثُمَّ بَعَثْنَاهُمْ لِنَعْلَمَ أَيُّ الْحِزْبَيْنِ أَحْصَى لِمَا لَبِثُوا أَمَداً {12} سورة الكهف

 

   Ayetlerin meali:

   ,,Yoksa sen, kehif ve rakım sahiplerinin, bizim şaşılacak ayetlerimizden bir ayet olduklarını mı sandın? (Onlardan daha acaib nice ayetlerimiz var ki, gözünüzün önünde her an tekrarlanmaktadır. Fakat siz onların farkında değilsiniz...). 0 gençler mağaraya sığındılar: Rabb’imiz, bize katından bir rahmet ver ve bize şu işimizden bir kurtuluş yolu hazırla, dediler. Bunun üzerine mağarada nice yıllar onların kulaklarına perde vurduk ve onları (hiç uyandırmadan uyuttuk). Sonra onları uyandırdık ki, (Onların uyuma müddetleri hakkında ihtilaf eden) iki zümreden hangisinin, onların kaldıkları müddeti daha iyi hesab edeceklerini bilelim.”

   Kehf ve rakım:

   Kehf, dağda bulunan geniş mağara demektir. Küçüğüne ise ,,Ğar” denir. Rakıme gelince: Bunun üzerinde ihtilaf vardır; İkrime, İbn-i Abbas’tan rivayeten der ki: ,,Ben Kur’an’ın küllüsünü bilirim. Ancak bilemediklerim şu kelimelerdir: Ğıslın, henan, evvah ve rakım.”

   Rakım kelimesi, gençlerin çıktığı köyün ismidir veya taştan veyahut da kurşundan bir levhanın ismidir ki, üzerine gençlerin isimleri yazılı olduğu gibi, kıssaları da yazılıdır; yani bir kitabedir, mağaranın kapısına asılmıştır.

   Mesele:

   Sen bil ki, Ashab-ı Kehf’in kıssasından taaccüb edenler, imtihan gayesiyle Allah Resulü (s.a.v.)’e sordular. Bunun üzerine Rabb’ülâlemin onlara cevap verdi ve dedi ki, ,,Şaşılacak ayetlerimiz sadece bu gençler ve bu gençlerin yüzlerce sene uyumasından ibaret değildir. Bizim ayetlerimizin hepsi teaccüb edilecek ayetlerdir. Bir kere düşünmeli: Gökleri ve yeri yaratan, sonra da yeryüzünü madenlerle, nebatlarla ve hayvanlarla süsleyen ve bütün bunlara kadir olan kudret elinin gençleri hıfz ve himaye etmesi ve üç yüz sene gibi hiç uyandırmadan onları uyutması elbette istib’ad edilecek cinsden değildir. Esasen, kâinattaki herşey ve her zerre birer mucizedir ve birer şaheserdir. Yeter ki, insanoğlu bunlara ibret gözüyle baksın; Rabb’ülâlemin’in daha nice nice ve fevkalade mucizelerini ve eserlerini müşahade edecektir.

   Nüzul sebebi:

   Ashab-ı Kehf kıssasının nüzul sebebi hakkında Muhammed b. İshak şöyle der: Kureyş şeytanlarından biri olan Nadir b. Haris, gezdiği ve dolaştığı yerlerde Rüstem ve İsfendiyar hikâyelerini dinlemiş ve öğrenmişti. Allah Resulü (s.a.v.) oturup ashabına nasihatvari sözlerden ve bu arada geçmiş ümmetlerden ve onların başlarına gelen bela ve musibetlerden bahsederdi. Peygamber sohbetini bitirdikten sonra, Nadr b. Haris gelir ve şöyle derdi: Ben sizlere Muhammed’in anlattıklarından daha güzel şeyler anlatacağım, der ve sonra Faris hükümdarlarından anlatırdı. Daha sonra Kureyşliler, onu Utbe b. Muayd’le Medine’ye gönderdiler ve onlara dediler ki, Muhammed’den ve Onun vasıflarından yahudi ulemasına sorun da bize haber getirin, dediler. Zira onlar ilk kitab ehlidir. Ve onlarda, peygamberlerde bulunmayan ilim vardır, dediler.

Nadir ve Utbe birlikte Medine’ye geldiler ve Medine’deki yahudi alimlerine Hz. Muhammed’in ahvalından sordular. Yahudi ulemasının cevabı şu oldu:

   ,,Gidin, ona şu üç meseleden sorun:

   1- Gençlerden ki, onlar dehr-i evvelde mağaraya gitmişlerdi. Onların hal ve şanları nedir? Zira onların hadiseleri taaccübe şayandır.

   2- Yeryüzünün doğusuna da batısına da ulaşan adam kimdir? Ve macerası neden ibarettir?

   3- Ruh nedir? diye sorun!..

   Şayet bunlardan size haber verirse bilin ki, o peygamberdir. Ve illa peygamber değildir.”

   Nadir ve arkadaşı Hz. Muhammed’e gelip aynı şeyleri sordular. Al­lah Resulü’nün cevabı şu oldu: Bunların cevabını yarın vereceğim, dedi ama bir istisnada bulunmadı, yani ,,inşaallah” demedi. Onlar geri döndüler ve yarını beklediler ise de ertesi gün vahiy gelmedi, ikinci gün de yine vahiy gelmedi. Aradan on beş gün geçtiği halde yine cevap gelmedi. Ve bu haber Mekke’de yayıldı ve dedikodu başladı:   ,,Muhammed, yarın cevap veririm, dediği halde aradan on beş gün geçtiği halde hâlâ haber yok!” dediler.

   Bu hal, Efendimiz’e çok ağır geldi ve ne yapacağını şaşırdı. Bunun üzerine Cebrail Aleyhisselam geldi ve Kehif suresini getirdi. Ve işte bu surede birinci ve ikinci sualin cevabını ihtiva etmenin yanında Al­lah Resulü, üzüntüsünden dolayı bir nevi azarlanmıştı. Üçüncü sualin cevabı ise Kehif suresinde değil, İsra suresinde yer aldı ve şöyle dendi:

   ,,Onlar sana ruhtan soruyor. De ki: Ruh, Rabb’imin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir.” (İsra, 85)

   Evet ruh, Allah’ın emrinden, yani O’nun yaratma işlerindendir. Onun mahiyyetini ancak Allah bilir. Ruhun kendisini görmüyorsak da varlığını, yaptığı işlerden anlıyoruz. Allah’a en yakın yaratık ruhtur. Ruh hayat kaynağıdır; her şeye canlılık veren odur.

   Dua

   Onlar mağaraya yerleşince, şu şekilde dua ettiler: ,,Ey bizim Rabb’imiz! Bize katından bir rahmet ihsan eyle!” Yani bizim üzerimize rahmetinin kapılarını aç, bize ihsan ve fazlının hazinelerini lütfet! Bunlar ise, marifet hidayeti, sabır, rızık, düşmanın şerrinden emn ve eman ve saireden ibarettir. Dualarına şunu da ilave ettiler: ,,Ve bize şu işimizde bir kurtuluş yolu hazırla!..” dediler. Bunun üzerinde Rabb’leri de dua ve niyazlarını kabul ederek onları nice yıllar hiç uyandırmadan uyuttu ve rahat ettirdi ve neticede kendilerini bütün korkulardan emin kıldı.

 

   Keramet vardır ve haktır:

   Sufî ashabımız, mezkür ayetlerle kerametin varlığına hükmetmenin sıhhatına ihticac ettiler. Ve bu zahirî bir istidlaldır. Kerametin cevazına delalet eden delillerin tahliline girmeden önce iki mukaddimeyi takdim edelim:

   Birinci mukaddime:

   Veli kelimesinin vezni hakkında iki vecih vardır. Bunlardan biri, kadîr ve hakîm gibi feîl veznindedir. Manası ise: Arasına günah girmeksizin itaat ve ibadetine devam etme demektir.

   Katil ve cerih gibi meful manasına gelen feîl veznidir. Manası ise: Hak Sübhanehü ve Teala Hazretleri’nin alettevali onu hıfz ve himayesine alması ve netice itibariyle de tevfik ve taatına devam ettirmesidir. Kur’an’da buna dair birçok ayetler vardır. Ezcümle:

   ,,Allah iman etmiş olanların velisidir.”;

   ,,O, yani Allah Teala salih insanların mütevellisidir.”;

   ,,Sen bizim Mevlâ’mızsın, kâfir kavme karşı bize yardım et!” ,,Bunun sebebi, Allah Teala’nın iman etmiş olanların Mevlâ’sı olmasıdır. Kâfirler için ise Mevlâ’ları yoktur.”

   ,,Sizin veliniz Allah ve Resulü’dür.”

   Ayrıca; veli kelimesi lügatta yakın manasınadır. Yani, kul ibadet ve taatiyle Allah’a yaklaşırken, Rabb’isi de ihsan ve fazliyle kuluna yaklaşır. Ve işte o zaman velilik hasıl olur.

   İkinci mukaddimeye gelince:

   İnsanın elinde ve etrafında adete muhalif hal zahir olduğunda bu hal ya bir davaya iktiran eder veya etmez. Davaya iktiran ettiği taktirde bu dava ya ulûhiyyet davası olur, ya peygamberlik davası olur, ya velayet davası olur veyahut da sihir davası olur. İşte dört kısım:

   Firavun gibi ulûhiyyet davasında bulunan kişilerde harikulade hallerin bulunması muaraza kabul etmez bir keyfiyettir. Deccalda da bu kabil haller gözükebilir. Fakat bu hallerin gözükmesi hayır alameti değildir, tersine şer alametidir. Bunların şemail ve şekilleri, tavır ve hareketleri onların birer yalancı olduklarının delili olduğundan mucize ve kerametlerle karışmaz. Üstelik bunlarda gözüken bu harika hallere ,,İstidrac” denir ki, onları adım adım Allah’ın gazabına ve azabına yaklaştırır.

   Peygamberlik iddiasında bulunanlarda gözüken haller ikiye ayrılır:

   Peygamberlik iddiasında bulunan kişi ya sadık olur ya da kazib. Sadık olanların elinde ve etrafında bu kabil hallerin gözükmesi vacibtir ve bunda ittifak vardır. Bütün peygamberlerin davalarında sadık olduklarını gösterir harikalar zuhur etmiştir ki, bunlara ,,Mucize” ismi verilir. İddialarında kâzib olanlarda da birtakım harikaların gözükmesini kabul edenler olmuştur. Fakat bunlar böylelerinin sıdkını göstermez.   Nitekim: Müseylemet’ül-Kezzab ismindeki yalancı peygamberin etrafındaki harikulade haller gibi. Şöyle ki, bir kuyunun suyunu artırmak için kuyuya tükürmüş, kuyunun suyu tamamen kurumuştur. Gözünün biri kör olan birinin gözüne tükrüğünü sürmüş, öteki gözü de kör olmuştur.

   Velilik iddiasında bulunanlar, velide kerametin bulunmasını kabul edenler, şu meselede ihtilaf etmişlerdir:

   ,,Velinin keramet iddiasında bulunması caiz midir, değil midir?” İşte bu ihtilaflıdır.

   Sihir iddiası:

   Bizim ashabımız, sihirbazın yedinde ve etrafında harikulade hallerin zuhuru caizdir, demişlerdir.

   Hiçbir iddiada bulunmayan insanın elinde ve etrafında gözüken harikalar:

   Bakılır; bu insan salih biri olup Allah’ın indinde makbul ve muteber biri ise, elinde gözüken harikalar keramete hamledilir. Ama bu insan, habisin ve günahkâr biri ise, o gözüken harika haller ,,İstidrac” kabilinden olup o adamın iyiliğine değil, kötülüğüne delalet eden cinstendir.

 

Başa dön Devam