ZİKR-İ CEHRÎ HAKKINDA

 

İMAM-I BİRGİVÎ’NİN 

 

BİR RİSALESİ

 

 

Ol Allah’a hamd olsun ki, hakkı batıldan ayırt etmek üzere, alimleri peygamberlere varis kılmıştır. Salât ve selam ol zatın üzerine olsun ki, mucizeleriyle batılların sözlerini toz-duman etmemiştir. Keza salât ve selam onun al ve ashabına da olsun ki, dine yardım etme hususunda peygamberlerini takib etmişlerdir.

Zikrin kısımları:

Allah (c.c.) ve Resulü (s.a.v.)’in rızasını arama ve taleb etme yolculuğu na çıkmış bulunan Ey Salik!

Ma’lumun olsun ki, tahkik ehlinin zikir hususunda beyanlar iki kısma ayrılır:

  1-  Lisan ile yapılan zikir,

  2-  KaIb ile yapılan zikir.

Lisanen yapılan zikir, dilde telaftuz edilip kulakla işitildiği halde, kalb ile yapılan zikir ne dille telaffuz edilir ne de kulakla işitilir. 0 ancak kalbin tefekküru ve cenanın mulahazasından ibarettir. Ve bu, ulemanın ittifakiyla ve meşayihin icmaiyle sabittir ki, zikir mertebelerinin en üstün mertebesi budur, yani kalb ile yapılandır.

Bundan sonra yine bilmelisin ki, dil ile yapılan zikrin de kısımları vardır:

Bunlardan biri öyle bir zikirdir ki, onda cehir, yani açıktan yapmak sünnettir. Daha açığı, cehrî zikirden maksad, yalnız sesin yükseltilmesidir. Onda raks yapma ve dönme yoktur. Yani beden hareketleri onda yoktur. Çünkü raksetme ve beden hareketleri, yani dönerek zikir yapmak haramdır.

Bir kısım da vardır ki, onda hafi zikir, yani gizli zikir yapma sünnettir. Daha açığı zikrederken sesi yükseltme yoktur, alçak sesle yapılır.

   Cehri vacib zikir:

   Cehri vacib olan zikir ömürde bir kere yapılır. Bu da Kelime-i Şehadet getirmektir. Zira Kelime-i Şehadet’te cehir yapmak, yani onu açıktan, herkesin duyabileceği şekilde yapmak vacibtir. Çevresindekiler duysun da onun İslam’a girdiğine şahit olsun ve dolayısıyla onun boynundan kılıcın kalkmasına, malından da cizye vergisinin alınmamasına sebebiyyet versin...

   Birden fazla cehir yapmak vacib olan zikirler:

   İki bayram hutbeleri, farz namazların arkasından yapılan tekbir teşrikleri, hacda yapılan telbiyeler ve her hafta okunan cuma hutbeleri.

   Cehrin sünnet olduğu zikirler:

   Cehrin sünnet olduğu zikirler ise, ezan okumak, kamet getirmek, imamın tekbirleri, yani intikal tekbirleri ve bu tekbirleri müezzinleri veya birinin gerek duyulduğunda tekrar etmeleri.

   Bunların dışında kalan zikirler:

   Yukarıda zikri geçen tekbirlerin dışında kalan tekbirlere gelince, erkeklerde olsun, kadınlarda olsun, bütün bu kabil zikirlerde gizlilik esastır. İster namazların arkasında yapılan zikirlerde olsun ve isterse herhangi bir vakitte yapılan zikirlerde olsun gizlice yapılması uygundur. Zikirlerin açıktan yapılmaları veya gizli, yani alçak sesle yapılmaları hususunda kesin deliller vardır. Bu cümleden olarak:

   ,,Rabb’ini içinden yalvararak, korkarak ve yüksek olmayan (hafif) bir sesle sabah ve akşam zikret, gafillerden olma!” (Araf, 205)

 

   ,,İçinizden yalvararak gizlice dua ediniz!..” (Araf, 55)

   İşte bütün bunlar takarrur ettikten sonra, vera ve takva ehli saliklere layıktır ki, hatta bu zamanda vacibtir ki, avam-i nastan her gördüğüne ve her işittiğine tabi olmamalı ve böylelerinin arkasından gitmemelidir. Çünkü bunlar ya gafildir, ya galatçıdır ya sapıktır ya da dinden sapmıştır ve vesvesecidir; insanlara vesvese verir, şeytana tabidir, vesvas-i hennastır ve nihayet cinden ve insanlardan olup, insanların göğüslerinde vesvese verenlerdir. İşte böylelerine tabi olmamalı ve bunların şerrinden de sakınmalıdır. Belki öyle kişilere uymalıdır ki, Allah Resulü (s.a.v.) o neslin hayırlı olduklarına şu hadis-i şerif’leriyle şahitlik yapmıştır:

   ,,En hayırlı asır benim içinde bulunduğum asırdır. Sonra onları takib eden asırdır, sonra arkasından gelen asırdır. Sonra yalan yayılmaya başlar, artık onların ne sözlerine ne de fiil ve hareketlerine itimad etmeyin! Fakat evvelkiler müstesna: Zira onların yaptıkları yapılır ve terk ettikleri terk edilir. Çünkü onlar sünneti en iyi bilenlerdir.” (Buhari, c. 6/2463)

   Nitekim: Allah Teala Kitab’ında şöyle buyurur:

   ,,Yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edersen, onlar seni Allah yolundan saptırırlar...” (En’am, 116)

   “...Gerçekten onların Çoğu, bir ilim olmaksızın kendi heva ve hevesleriyle kimilerini sapıttırırlar. Şüphesiz senin Rabb’in haddi aşanları en iyi bilendir.” (En’am, 119)

   Keza bir hadis-i şerif’te şöyle varit olmuştur:

   ,,Zikri hafi, zikri celiyden yetmiş iki derece eftaldır.”

   Yine Allah Teala şöyle buyurur:

   ,,Ey iman etmiş olanlar! Biz sizi elim bir azabtan kurtaracak bir ticarete delalet edeyim mi?..” (Safi, 10)

   Zira Allahü Azimüşşan bu ayet-i şerif’ede, nezd-i ilâhide makbul olan ve kulu azab-i elimden kurtaran ticaretin mümin olan kulun Rabb’isiyle yaptığı ticarettir ki, o ticaretiyle kul, Rabb’isinin rızasına yönelmiş ve onun gazabından yüz çevirmiş oluyor.

   Ve yine bilinmeli ki, bu ticaret, uhrevî ve hakiki bir ticaret olmanın yanında kâr getiren ebedî ve sermedî bir sıfata da sahibtir. Keza bu ticareti yapan da hakiki, basiret sahibi, peşin satan bir tüccardır ki, Rabb’isiyle yaptığı bu ticaretten daima ve kalıcı bir menfaat sağlamaktadırlar.    Diğer tacirler ise yaptıkları ticaretlerinde geçici ve fenaya giden kârlar sağlarlar.

   Emir böyle olunca, sen bilmelisin ki, mutlak manada ticaret, nev’inde farklıdır: İster dünyevî olsun ister uhrevî olsun!..

   Dünyevî ticaretler, bilindiği üzere getirecekleri kâr miktarı onda bir veya iki veyahut da ona kadar yükselir. İşte galibi halde dünyevî ticaretin durumu budur. Zira misli misline kâr etme her ne kadar aslında mümkün ise de tatbikatta nadirdir.

   Uhrevî ticarete gelince: Kâr miktarı, Allah’ın lütuf ve inayetiyle bir amele en azından on misli, bu sevap misli yetmişten yedi yüze kadar çıkabilir. Ve hatta bu miktar hesapsız olarak nihayete kadar gider.

   Nitekim, Allah’ü Teala Kitab-ı Kerim’inde şöyle buyurur:

   ,,Kim bir hasene ile gelirse, ona on misli vardır.” (Enam, 160)

   O halde şunu söyliyebiliriz ki, her mü’min, her türlü kârda semerenin fazlasına muhtaçtır. Ve aynı zamanda fazlalığı taleb etme cennet derecelerinin yükselmesine ve ilahî tecellinin ve Cemalullah’ı müşahede etmenin vesilesidir.

   Keza ahiret ulemasının beyani vechiyle ve verdikleri haberlerle sabittir ki, kulun yaptığı her amelde sevap ve ecir dereceleri farklıdır. Bu da onun sıdk ve sadakatına ve şer’î kaynaklarına itimat etmesine bağlıdır. Ve bu arada öyle amelleri tercih etmeli ki, sevab yönünden daha fazla ecir ve ücret yönünden daha büyük, İbn-i Abbas (Allah kendisinden razı olsun) der ki, ,,Bütün peygamberler (salât ve selam üzerlerine olsun) daha fazla sevab almak ve baki, salih mükâfatlarının çokluğunu nazarı itibara alarak hacca gidişlerini yaya olarak yaparlarmış!”

   Rivayete göre selam üzerlerine olsun, Hz. İbrahim ile oğlu İsmail yürüyerek haccetmişlerdir.

   Said b. Cübeyir de der ki (Allah kendisinden razı olsun); Ibn-i Abbas’ın yanına yardım. Ölüm döşeğinde idi. Oğullarına hitaben şöyle diyordu:

   ,,Çocuklarım! Haccınızı yaya olarak veya yürüyerek yapınız. Zira ben, yürüyerek yaptığım haccın svabı kadar bir sevaba dalamadım!”

   Kendisine ,,Nereden?” diye sorulduğunda o cevap verdi:

   ,,Mekke’den, yine Mekke’ye dönünceye kadar. Zira binerek yapılan hacda adım başına yetmiş hasene varken, yürüyerek yapılan hacda adım başına yediyüz hasene vardır.” Bunun üzerine sordular:

   ,,Mekke’nin hasenelerinin dereceleri nedir?” Cevap verdi:

   ,,Bire, yüz bin!”

   Allah kendisinden razı olsun, Mus’ab şöyle der:

   ,,Allah kendilerinden razı olsun, Hasen b. Ali, yürüyerek 25 sefer haccetmiştir. Bu hususta başka rivayetler de vardır.

   Onların bütün bu mücahede ve gayretleri ibadet ve taatlerin en sevimlisini, hayırlardan ve baki salih amellerden en faydalı tekarrübleri seçmeleri uhrevî hasenatın ve nail olunacak sevabların daha fazla olmalarına haris olmalarındandır. Ve Allah indindeki ebedî ve sermedî saadetin en güzellerine talib olmalarından ileri gelmekte idi.

 

   ZİKR-İ CEHRî

   Zira, cennet mertebelerinin en âlası, Rahman civarındaki bahçelerin en güzeli iman ehlinden, ibadet ve taat babında mızmar (gizli ve gösterişten uzak olma) hususunda en ileri gidenler için hazırlanmıştır. Şu husus da bütün insanların nezdinde tahkkuk ve tekarrur etmiştir ki, satılık eşyalardan birinde fazla kâr gördüğünde mesela: Birinde kâr nisbeti 72’i iken diğerinde birdir. Ne yapar? Şüphesiz ki, yüzde yetmiş iki kâr getiren eşyayı satın almada ve onun üzerinde ticaretini yürütmede tercihini kullanır. Yani çok menfaat nerede ise, onu az menfaat getirene tercih eder. Çünkü, şu da bir gerçektir ki, insanoğlunun tabiatında, hamur ve çamurunda hayrı sevmeye şiddetle hırsı vardır ve hatta bunun üzerine yaratılmıştır. Buradaki hayırdan maksat maldır ve mal sevgisidir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulur:

   “...Ve çünkü o (insan) hayrı (malı) sevmeden pek şiddetlidir.” (Adiyat suresi)

   Hal böyle olunca, yani her insan, dünya işlerinde fazlasını arar ve isterse ve onu nerede bulup tercih ederse, akıl sahibi bir insan düşünebilir mi ki, yüzde yetmiş iki kâr getiren bir malı terketsin de yüzde bir kâr getiren bir malın satışı ile iştigal etsin? Şayet böyle bir kimse görülürse onda fıkıh alameti yoktur. Zira fıkıh demek, kişinin leh ve aleyhine olan şeyleri bilmesi demektir. Belki de o aciz, işini bilmez bir kimse sayılır.

   Bütün bunları nazar-ı itibara alan mü’mine lazımdır ki, zikr-i hafiye devam etsin. Çünkü, zikr-i hafi, zikr-i celi’den yetmiş iki derece faziletlidir. Nitekim: Bu husustaki hadis-i şerif yukarıda geçti. Ve yine Allah (c.c.)’nun Resulü (s.a.v.)’in şu hadisi de vardır:

   ,,Hafaza meleklerinin işitmediği zikirin fazileti, işittikleri zikirden yetmiş kat fazladır.” (Beyhakî, Şa’b-i iman, Hz.Ayşe’den)

   ,,Allah’ı o kadar çok zikredin ki, münafıklar sizin hakkınızda sizler riyakârsınız, desinler.” Bir diğer rivayette de:

   ,,Onlar, yani münafıklar, ,,Sizler delisiniz” deyinceye kadar ,,La ilahe illallah” deyiniz.” (Taberanî fil Kebir)

   Evet bu ve bu gibi hadis-i şerif’ler, zikrin cehri olmasına delalet etmezler. Belki murad kalp ile zikirdir. Çünkü, bir kimse Allah’ın celal ve cemalini kalbinde daima mülahaza eder ve maadayı, yani başkasını unutursa bu insandan ancak Allah’ın rızasına uygun söz ve ameller zuhur eder ve bu çeşit söz ve ameller elbette münafıkların tabiatına uymadıkları için onlar bu müslümanlara riyakârlar, derler.

   Şayet bu ve bu gibi hadisler, cehre ve vecde delalet etmiş olsalardı sahabe, tabiin ve müctehid imamların tümünün, AIlah ve Resulü’nün emirlerini terk etmiş olduklarından dolayı asi olmuş olurlardı. Çünkü, usul ilminde târif edildiğine göre ,,Emir vücub ifade eder” ve bu zatlar, şeriat’ın varid olmadığı ve müsaade etmediği yerlerin dışında cehr ile zikretmezlerdi. Zira sahabe (Allah kendilerinden razı olsun!) mescidde toplandıkları zaman, her biri kendi nefsinde zikrini yapar ve onlardan arı vızıltısı gibi bir vızıltı işitilirdi. Ve şurasını da müslüman bilmeli ki:

   Zikr-i cehrî’yle murad; teğanni ile, sesi indirip kaldırmakla, raks deveran ve dönmekle yapılan zikir değildir. Belki zikr-i cehrt’yle murad harfleri tashih etmek, yani düzgün çıkartmak, fasih kılmak ve ilan etmektir. Ve sahabe hakkında şu hususu düşünmek mümkün değildir ki, onlar daha faziletli olan bir zikir şeklini terketsinler de az faziletli olan zikirle meşgul olsunlar. Çünkü onlar büyük insanlardır, Allah’ın emirlerini yerine getirmeden ve nehiylerinden sakınmada örnek zatlardır. Keza hutbe okunurken ,,Salât ve selam” okumak, ,,Allah razı olsun” demek, ,,Amin” demek doğru değildir. Bir esasa dayanmaz; Kitab ve Sünnet’ten ve fukahanın sözlerinden cevazına dair bir delil de yoktur; tersine kerahet ve haramlığına delalet eden deliller vardır. Kitab’da Allah şöyle buyurur:

,,Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve sükut edin ki, merhamet olunasınız.” (Araf, 204)

   Ulemadan bir cemaat, bu ayetin hutbe hakkında nazil olduğuna zahib olmuşlardır.

   Allah kendilerinde razı olsun, Said b. Cübeyr, Ata ve Mücahid de demişlerdir ki:

   ,,Bu ayet-i celile hutbe hakkında nazil olmuştur. Müslümanlar, Cuma günü imamın hutbesini dinlemek üzere susmaları emrolunmuştur. Ve bunda ittifak vardır.”

   İmam Suyutî de Muhtasar-i Mealimü Tenzil’de şöyle der:

   ,,Bu ayet-i celile, hutbenin okunduğu bir sırada konuşmayı terketme hususunda nüzul olmuştur. Fakat bu husus Kur’an’la tabir edilmiştir. Çünkü, Kur’an hutbeye de şâmildir. Yani ‘Kur’an okunduğu zaman’ demek, ‘hutbe okunduğu zaman’ demektir.”

   Tefsirü’ş-Şeyh’de müfessir bu ayetin nüzul sebebi hakkında muhtelif kavilleri naklettikten sonra şöyle der:

   ,,Denildi ki: Hutbe okunurken müslümanlar konuşurlardı. İşte bu ayet ile konuşma yasaklandı.”

   Fakat evlâ olan, ayet umumîdir, namaza da, kıraata da ve hutbeye de şâmildir.

   Sünnet’e gelince: Aleyhisselatü Vesselam şöyle buyurdu:

   ,,Cuma günü imam hutbe okurken, sen yanındakine ,,Sus!” dediğin zaman lağıv yaptın!” (Buhari ve Müslim, Kitabü’l-Cuma)

   İbn-i Melik ile meşhur Meşarık Şarihi’nden naklen Nevevi şöyle dedi:

   ,,Bu ayet-i celile’de hutbe okunurken sözün bütün çeşitleri yasaklanmıştır. Çünkü ,,Sus!” demek, Iağv olursa emr-i mâruf olmasına rağmen, diğer bütün sözlerin yasak oluşu evlâdır.

   Peygamberin, ,,İmam hutbe okurken” sözü ise şunu işar etmekte:

   Bu yasak ancak hutbe okunmaya başladıktan itibarendir. Allah rahmet etsin Şafii’nin mezhebi budur. İmam-ı Azam da diyor ki, ,,İmamın minbere çıkışı ile susma vacib olur!” Zira Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

   ,,İmam çıktığı zaman artık ne namaz vardır ve ne de keIâm!” Kirmanî Şerh-i Buhari’de der ki: ,,Allah kendilerinden razı olsun, İmam-ı Malik, İmam-ı Şafii ve Ebu Hanife demişlerdir ki, hutbeyi işitse de işitmese de susup dinlemesi vacibtir.”

   Susup dinlemenin lüzumuna dair sarih hadislerin sayısı sayılmaktan çoktur. Ve ehl-i insaf için artık bu kadarı da kâfidir.

   Fukahanın sözlerine gelince: Töhfe şerhi Bedaiyüssenayi’de Şeyh Şihabüdddin El-Kaşşanî der ki:

   ,,Hutbe ile ilgili mahzurlar çoktur. Bunlardan biri de hutbe okunurken konuşmanın mekruh oluşudur. Hatta Kur’an okumak ve namaz kılmak mekruh olduğu gibi tesbih, tahlil, yazı yazmaktan ve benzeri işlerden her biriyle meşgul olmak da yine mekruhtur.

   İkinci ezan okunurken hutbeye çıkış hali hutbenin okunuş hali gibidir. İmam-i Azam’a göre mekruhtur; İmameyn’in kavline göre ise, konuşma mekruh değilse de namaz kılma mekruhtur. İmameyn şu rivayeti delil getirmektedir:

   ,,İmamın çıkışı namazı, kelamı da kelamı kat’ eder.” Burada kelamdan maksat hutbedir. Demek oluyor ki, konuşmayı men eden hutbedir. Öyle ise hutbeden önce mekruh olmaz. Bir de konuşmaktan men etmenin sebebi hutbeyi dinlemektir, hutbeyi dinlemenin vacib oluşudur. Hutbeyi dinlemenin vacib oluşu da hutbe halindedir. Namaz bunun hilafınadır. Zira namaz uzar da dinleme fırsatı kaçar, artık dinleme imkanı olmaz. Ve aynı zamanda iftitah tekbiri de fevt edebilir. İmam-ı Azam’ın deliline gelince, İbn-i Mesud ve İbn-i Abbas’ın kendilerine mevkufen, Allah Resulü’ne merfuen rivayet edilen bir hadis’de şöyle buyrulur:

   ,,İmam (minbere) çıktı mı, artık ne namaz vardır ve ne de kelam!..

   Şu bir gerçek ki, ashabımız ve diğerleri arasında hutbe okunurken susmanın ve dinlemenin vücubu hakkında bir ihtilaf yoktur. İhtilaf, ancak önce ve sonra olma meselesindedir. Bu da tasliye, tarziye ve te’minlerinin teğannisiz ve lahinsiz olduğu haldedir.

   Fakat bunlar teğanni ve lahinle yapılırsa kerahet teaddüd eder, tekrarlanmış olur, haram da teekküd edip şiddetlenir. Çünkü, teğanni bütün dinlerde haram olduğu gibi, lahin de biltittifak haramdır.

   Ebülberekât’de şöyle der:

   ,,Sen bil ki, teğanni bütün dinlerde haramdır.” Zahirüddin El­Merğınanî’’den nakledildiğine göre de:

   ,,Bir kimse zamanımızın Kur’an okuyucularına: Sen güzel okudun, derse kâfir olur.”   Nitekim Tatarhaniye’de de böyledir.

   Bütün bunlardan anlaşıldı ki, bu zamanda cuma namazına gidenler günah irtikâb etmeden çok az kurtulurlar. Zira hatibler ve kurralar, hutbe ve kıraatlerinde çok kerre teğanni yaparlar. Hatta hutbelerine şiir ve gazellerle başlarlar. 0 hale gelirler ki, hutbe ve kıraatlerinde ne okudukları ve ne anlattıkları anlaşılmaz hale gelir, nağme ve taktiat çok yaptıklarından dolayı.

   Ve keza tasliye, tarziye, âmin demede ve sultanlara dua etmede, müezzinler de bunları dinleyen cemaat da bu günahları irtikâb ederler. Bazıları, belki de çoğu bu yapılanları güzel addederler. Neden? Çünkü, nefsin heva ve hevesi galib geldiğinden ve dinî mevzularda ciddiyet göstermediklerinden.

   Öyleyse Zahirüddin-i Merğınani’nin nakline göre böylelerinin küfre düşmesi lazım gelir.

   Allah Resulü (s.a.v.)’in, ,,Kur’an’da teğanni etmiyen bizden değildir” hadisindeki teğanniden maksad, ihtiyaç duyulan yerde cehr, ilan ve ifsahtır (yani kelimeleri düzgün ve fasih çıkartmaktır, tecvide riayetle okumaktır.)

   Bunu teyid eden husus da Peygamber’in, ,,AIlah, Peygamber’e güzel sesle Kur’an okuma hususunda izin verdiği kadar hiç bir şey de izin vermedi. Kur’an ile teğanni eder (yani) Kur’an’. cehriyle okur.”

   Bir kavle göre de teğanni ile murad, şiir okumaktansa, insanların sözlerini nakletmektense Kur’an ile istiğna etmektir (yani yetinmektir).

   ZİKR-i CEHRî

   Bir kavle göre de onunla murad, tecvid ve tertildir. Zira bunlar Kur’an’ın zinetidir. Hususiyle güzel sesle okunursa! Hadiste geçen teganni ile meşhur olan teğanni değildir. Bir takım sebeplerden dolayı:

   Birinci şudur: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in ,,Bizden değildir” sözü, veîd (yani tehdid) kabilinden değildir. Zira şu meselede imamlar arasında hilaf yoktur: Sesini güzelleştirmeden de sevap ve ecir alır. Böyle olunca veîde nasıl müstehak olur.

   İkincisi: Teğanni ile Kur’an okumanın masiyyet olduğunda fukahanın sarahatı vardır. Okuyan da dinleyen de günahkar olur. Hatta bunu helal gören kâfir olur.

   Üçüncüsü: Bu hadis Huzeyfe’den (Allah kendisinden razı olsun) Tirmizi’nin merfuen tahric ettiği şu hadise muarızdır:

   ,,Sizler, Kur’an’ı Arab’ların lahin ve savtiyle okuyun! Fısk ehlinin lahninden sakının! Zira benden sonra bir kavim gelecek ki, onlar Kur’an’ı ruhbaniyyet tercii gibi terci edecekler (yani kıraetini döndüreceklerdir). (Okudukları Kur’an) boğazlarını ileri geçmiyecek! Onların kalbleri de ve onları beğenenlerin kalbleri de meftun olmuştur (yani fitneye düşmüştür).” Bu hadis-i şerif’i İmam Ca’beri Şatibi şerhinde zikretmiştir.

   Ve şöyle dedi: Arab elhaniyle murad bittabi kıraettir, nitekim öyle yaparlar. Fısk ehliyle murad ise, musikiden istifade edilen nağmelerdir.

   Regaib, Beraat ve Kadir gecelerinin namazlarını cemaatle kılmaya gelince: Bezzaziye’nin anlattığına göre bu babda varid olan hadisler mevzudur. İbn-i Cevzi şunu tabrih etmiştir:

   ,,Sen bil ki, nafile kılanın nafile kılana iktidası, her ne kadar sahih ise de lakin ileride görüleceği üzere mekruhtur, tedaî yoluyla olursa. Yani imamdan başka cemaat üçten fazla olursa. Amma, bir veya iki kişi bir imama uyarsa mekruh olmaz. İmamdan başka üç olursa bunda ihtilaf vardır. Cemaatın sayısı dört veya dördün fevkinde ise bilittfak mekruhtur. Ancak teravih, küsüf ve istiska namazları müstesna.

   O halde diyanet ve iz’an sahibi olanlara layık olan şudur ki, şu zamanda insanların adet ettiklerine iltifat etmeye, Dar-i Islam’da yaygınlığına ve büyük beldelerde bu adetin çoğaldığına itibar etmeye, yani bu namazların meşru olduğuna ve hele hele cemaatle olursa hiç iltifat etmemelidir. Çünkü, sen az önce işittin ki, nafile namazların cemaatle kılınmasının kerahetinde fukahanın ittifakı vardır. Şayet imamdan başka dört kişi olursa. Bununla beraber, efadil-i müteehhirinde ulema, bu kabil namazları zemmetmişlerdir ve bunların bidat-ı kabiha ve mezmume olup münkerat üzerine şamil batıllardandır. Ve dediler ki: Bunlar hakkında varid olan hadisler mevzuudur. Bu hadislerin vaziyle müthem İbn Cehzm’dir. 0 halde bu namazların ne münferiden ve ne de cemaatle kılınması helal olmaz. Belki bunların terki vaciptir. İrtazı da vacib ve onu yapanları engellemek de vacibtir.

   Evet mütekaddimun ulema böyle namazlarını zemmetmemişlerdir. Çünkü, onların zamanlarında bu kabil namazlar zuhur etmemişti, çok zaman sonra meydana geldi bu namazlar. Hatta şöyle denildi:

   ,,Bu namazlardan ilk hadis olan namaz, Beraat gecesi namazıdır. Zira bu namaz, 488 hicrî yılında Mescid-i Aksa’da kılınmaya başlanmış, sonra diğer camilere sirayet etmiştir. Ve bunun içindir ki, mütekaddimun ulema böyle bir namazı görmemişlerdir.

   Bezzaziye’de bulunan meseleye itimaden cemaatle nezir olarak kılınan namaz batıldır. Bunda şüphe yoktur. Zira cemaatle nafile namaz kılmak masiyettir. Masiyyetle nezir yapmak ise caiz olmayıp vefası lazım gelmez. Peygamber’in hadisi var:

   ,,Allah’a isyan edeceğine dair nezir yapan kimse o nezri yerine getirip de Allah’a asi olmasın.” (Buhari, Eymen ve Nezr kitabı, c. 6/2468)

   Bezzaziye’de nezr-i mezkürun, keraheti iltizam etmesi hasebiyle tekellüf edilmesi layık olmadığını anlattıktan sonra diyor ki:

   Bu gibi namazları, şear-i İslam’dan olmadığını insanlara öğretmek üzere terkeden bir kimsenin bu davranışı güzeldir. Çünkü Allah Resulü (s.a.v.) hutbesinde şöyle buyurmuştu:

   ,,Sözlerin en hayırlısı Allah’ın kitabıdır, hidayetlerin en güzeli de Muhammed’in hidayetidir. İşlerin en şerlisi ise ihdas edilenlerdir. Her ihdas bid’attır ve her bid’at ise delalettir.” (Müslim, c. 2/592)

   Kitabın bir başka yerinde şu kayıt var:

   Bu namazlar her ne kadar ibadet suretinde ise de Allah Resulü şöyle buyurur:

   ,,Sizler yaşıyanlar, bir çok ihtilaflar görecektir, size düşen benim ve benden sonraki halifelerin sünnetlerine uymaktır. Siz onlara temessül edin ve azı dişlerinizle onları ısırın, yani tutun (daha açığı onlara sımsıkı sarılın). Ve muhdes işlerden son derece sakının! Zira her muhdes bid’attır ve her bid’at delalettir.”

   Ve yine Peygamber (s.a.v.) Efendimiz söyle buyurdular:

   ,,Sizler öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki, o zamanda sizin en hayırlınız işlerde sur’at edeninizdir. Sizden sonra öyle bir zaman gelecek ki, bu zamanda sizin en hayırlınız sebat edip duraklıyandır. Çünkü, şüpheler çoktur.” Ve Peygamber sözünde sadık çıkmıştır. Zira bir kimse şu zamanda sebat etmeyip de halka uyar ve onların daldıkları her şeye dalarsa, onlar helak oldukları gibi kendisi de helak olur.

   Şöyle bir sual sorulursa:

   İnsanların çoğu, bazı bid’atların tatbikinde kerahet olmadığına dair istidlal etmişlerdir, aralarında yaygın olan bir hadisle, ki o da:

   ,,Mü’minlerin güzel gördüğü şey, Allah’ın indinde de güzeldir.”

   Cevap şudur: Bu fahiş bir hatadır. bu hadis, onların lehine değil, aleyhine delildir. Zira bu, İbn-i Mes’ud üzere mevkuf olan bir hadisin bir bölümüdür. (Allah kendisinden razı olsun) ki, onu Ahmed, Bezzar, Tayalis, Taberanî ve Ebu Neîm şu şekilde tahric etmişlerdir:

   ,,Allah Teala kullarının kalblerine nazar etti de Muhammed’i seçti, onu Peygamber olarak risaletiyle gönderdi. Sonra kulların kaiblerine nazar etti de onun için bir ashab seçti ve onları dininin yardımcısı ve Peygamberinin veziri kıldı (ve ilave etti): Müslümanların güzel gördüğü şey Allah’ın indinde de güzeldir ve müslümanların çirkin gördüğü şey de Allah’ın indinde çirkindir.”

   Şüphesiz ki, ,,El-Muslimun” kelimesindeki lam mutlak cins için değildir. Çünkü o zaman bu hadis-i şerif Allah Resulü’nün şu hadisine muhalif olur:

   ,,Benim ümmetim gelecekte yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Her biri ateştedir, biri müstesna!” Zira her fırka kendi mezhebini güzel görür de fırkalardan her birinin ateşte olmadığı neticesi çıkar.

   Ve yine böylece, müslümanların bazısı, bazı şeyleri güzel görürken, bazıları da çirkin görür. 0 zaman da güzeli çirkinden ayırmak mümkün olmaz. 0 halde oradaki eliflam ahd içindir. Mâhud ise, yalnız Allah Resulü’nün ashabıdır. Burada istiğrak yoktur. Öyle ise ictihad ehli muraddır. Çünkü, İslam sıfatında kâmil onlardır. Zira, ,,Mutlak kemaline masruftur.” Evet, oradaki eliflamın istiğrak-ı hakiki olması da caizdir. Buna göre, ,,Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah indinde de güzeldir,” şeklinde varid olan hadisin manası şu olur:

   “Müslümanların cem’isinin çirkin gördüğü şey Allah’ın indinde de kabihtır.”

 

   0 zaman itibar, hayır oluşuyla meş’hud olan asradır. Ve netice itibariyle hadis, onların lehine değil, aleyhinedir.

   Bu hadisin bir benzeri de Allah Resulü’nün şu sözüdür:

   ,,Benim ümmetim dalalet üzerinde toplanmaz.” Zira bu hadisteki ümmet kelimesiyle murad, ehl-i icma’dır. 0 ehl-i icma ki, onlarda ne bir fısk var ve ne de bir bid’at. Zira fısk töhmet iras eder. Dolayısıyle adaleti düşürür. Bid’at sahibi ise, insanları bid’ata çağırır. Yoksa oradaki ümmet mutlak ümmet manasına değildir. Zira ümmet-i mutlaka ile murad, Ehl-i Sünnet vel cemaattır. Onlar ki, onların yolu Peygamber’in ve sahabesinin yoludur. Yoksa bid’at ve delalet ehli değildir. Çünkü, bunlar itikadlarını tağyir etmişlerdir. Çünkü, Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurur:

   ,,Benim ümmetim, benim sünnetimi yerine getirendir.” Şu da bir gerçektir ki, ictihad ehlinden olmayan, avam hükmündedir. Dolayısıyle onun sözüne itimad edilemez. Ve sahih ki, ,,ümmetî” tabiriyle murad ümmetin cem’isidir. Şuna binaen ki, izafet istiğrak için olan bir kelamdır. Ve mana şudur:

   ,,Benim ümmetim zamanlardan herhangi bir zamanda delalet üzerine ittifak etmez. Yahudi ve Nasara bazı zamanlarda delalet üzerinde ittifak ettikleri gibi.” 0 zaman bu hadis, AIIah Resulü’nün şu hadisine muvaffık olur:

   ,,Ümmetimden Allah’ın emriyle kaim bir taife devam edecektir. Onları hizlana düşürmek isteyenler ve onlara muhalefet edenler Allah’ın emri gelinceye kadar onlara zarar veremezler.”

   İmam-ı Gazali, ,,Kitabül’arbein fi usuliddin” isimli eserinde şöyle der:

   ,,Sakın aklınla tasarruf etme! Zira senin aklın ilâhî emirler esrarı hususunda doğru yolu göstermede sana yetmez ve seni hidayete erdiremez. Bu husus Peygamber kuvvetiyle ilgilidir (yani Peygamber’in tebliğ ettiği vahye dayanır...). Binaenaleyh, sana düşen Peygamber’e uymaktır. Allah’ın kitabında şu ayet­i kerime’ye bir bak:

   ,,Bu, benim dosdoğru olan yolumdur. Ona uyun! Başka başka yollara uymayın, bu durum sizi O’nun yolundan ayırır.” (En’am, 153)

   Zira umurun hususiyyetleri (özellikleri) kıyasla bilinemez. ,,Dinimiz nakillere (yani naklî delillere) dayanır, yoksa aklî delillere değil” şeklinde ifade edilen söz, Hz. Ebu Bekir’in sözüdür. Şeyh Kilabadî de şöyle der:

   ,,Allah, din işlerinin beyanını kulların akıllarına bırakmadı. Verdiği ihtimallere, fehimlerinin idrâkine, fikirlerinin kıyasına bırakmadı. Belki kendi meşiyyet ve iradesine, fikirlerinin kıyasına bırakmadı. Belki kendi meşiyyet ve iradesine, hikmet ve ilim sahibi olması hasebiyle emir ve nehyine bıraktı. Ve şöyle dedi:

   ,,Peygamber neyi getirdi ise onu alın ve neyi de nehyettiyse ondan vazgeçin...” (Haşir, 7) Öyle ise şu zamanda insana düşen Allah’ın şu kavliyle amel etmektir:

   ,,Ey iman etmiş olanlar! Size düşen kendi nefislerinizdir. Hidayeti bulduğunuz takdirde sapıklığa düşenler size zarar veremez.” (Maide, 105)

   Bir de size düşen, şu bid’atları irtikâb edenlerden ve Allah ve Resulü’nün emirleriyle amel etmiyenlerden sakınmanızdır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurur:

   ,,Bizim zikrimizden yüz çevirenden ve maksadı ancak dünya hayatı olandan yüz çevir. Zira olanların ilimden nasibleri bu kadardır. Şüphesiz ki, Allah yolundan sapanları en iyi bilendir ve hidayeti bulanları da yine en iyi bilendir.” (Necm, 29) Çünkü, bid’at ve fısk ehli, AlIah Teala’nın ve Resulü’nün hidayetine tabi olanları tahkir ederler. Ve bu insanlar, onların arasında garib kalır ve bu hidayeti ve onunla amel etmeyi ihya etmeye sa’y ve gayret ettiklerinden böylelerini kerih görür, onlara eziyyetler verir ve onlara düşman olurlar. Nitekim böylelerini zamanımızda müşahade etmekteyiz. Neden? Çünkü, yolları onların yollarına muhalif olduğundan, maksatları maksatlarına uymadığından, anlayışları onların anlayışlarına muvafakat etmediğinden! Ve ayrıca, küçük insanlar türedi: Bunlar, ibaretler şeklinde tasvir edilen bid’atlara insanları teşvik ettiklerinden ve hatta bu arada kitablar telif edip zayıf, aşağı sözleri, mevzu uydurmaları o kitaplarında cemederler; zayıfını ve sağlamını ayırt etmekten aciz, belki de onlar gecenin hatibleri gibidirler.

    Ve işte bu kitaplar insanların ellerine geçer de onları en güzel kabulle kabul ederler. Neden? Çünkü, o kitaplarda bulunanlar onların heva ve heveslerine uymakta, nefis ve tabiatlerine uygun düşmektedir de ondan!

   Allah’a kasem olsun ki, bu insanların gaflet ettiği büyük bir musibettir. Allah’ın kulları bu manzara karşısında, ,,İnna lillahi ve inna ileyhi raciun!” desinler!..

   Böyle bir risaleyi yazmakta emelim; diyanet ve iz’an sahibi olan kardeşler bu risaleye baksınlar da gerçekleri görsünler ve bunlara karşı çıksınlar! Dar-i İslam’da yaygınlığıyle, büyük şehirlerde çokluğuyla aldanmasınlar. Zira şu zamanlar ahir zamanlardır. İslam’ın ahiri de evveli gibidir. Nitekim Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurmuş:

   ,,Bu din garib olarak başladı, yine garib olmaya avdet edecektir.” (Müslim; Fi Kitabil iman...)

   Allah müsteandır, hidayet ve gufran ancak O’nun elindedir. İslam’ın gurbetinden, günlerin hadiselerinden O’na sığınırız. Vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim...

Başa dön Devam