İnkâri ve inadi küfür:

 

   Küfrün ikinci türü, inkâr ve inaddan kaynaklanan küfürdür. Yani onun inkârı bilmediğinden kaynaklanmıyor, bildiği halde inad ediyor ve inkâra sapıyor. Böyle bir küfre sapmanın ve saplanıp kalmanın üç sebebi vardır. Büyüklük taslamak (kibirlenme), makam sevgisi ve korku.

    Büyüklük taslama ve kibirlenme:

   Kur’an tabiriyle buna ,,İstikbar” denir. Böylelerine de ,,Müstekbir” ismi verilir. Firavun ve ileri gelen adamlarının küfrü gibi. Kur’an şöyle der:

   ,,Sonra Musa ve kardeşi Harun’u, mucizelerimizle ve apaçık bir delille, Firavun ve ileri gelenlerine gönderdik de iman etmeyi kibirlerine yediremediler. Zaten kibirlenen (ve dik başlı) bir toplum idiler. Kavimleri (yani İsrailoğulları) bize kölelik ederlerken, şimdi bizim gibi iki insana iman mı edeceğiz, dediler. Onları yalancı saydılar ve helak edilenlerden oldular.” (Mü’minun, 45-48)

   ,,Vicdanları da onların doğruluğuna kesin inandığı halde, sırf haksızlık ve kibirden dolayı onları bilerek inkâr ettiler. İşte bak o fesatcıların sonu nasıl oldu!” (Nemil, 14)

   İşte bu ayetler gösteriyor ki, Firavun ve adamlarının küfre sapmalarının ve saplanmalarının tek sebebi var; 0 da onların müstekbirlerden olmaları, yani kendilerini büyük görmeleri, üstün görmeleri ve tepeden bakmaları idi. Demek oluyor ki, kibirlenme insan için felakettir, öldürücü bir hastalıktır. insanoğlunu gerçekleri bile inkâra götürür ve saptırır ve nihayet insanı dünyasından da eder ahiretinden de!..

    Korku ve endişe:

   Küfürden dönmelerine engel olan veya imandan küfre gitmelerine sebep olan hastalıklardan biri de korkudur, can korkusudur, mal korkusudur, makam ve memuriyetin elden gitme korkusudur. Yani adam düşünüyor: Şayet ben iman edersem, şayet ben şeriat dersem, şeriat’tan yana olursam, Kur’an devlet olsun dersem, benim malıma, benim mülküme el koyarlar, beni memuriyetimden atarlar, benim riyasetim elimden gider, benim etrafımdaki adamlar dağılır, beni hapsederler, beni ipe çekerler gibi endişe ve hastalıklar imana gelmesine mani olur da küfründe bile bile ısrar eder... Veya günümüzün hocalarının yaptıkları ve düşündükleri gibi, “Biz, bizden istenen anayasayı ve ilkeleri korumaya dair söz verip yemin etmezsek, altını imzalamazsak bizi görevden alır, maaşımızı keserler.” İşte bu endişe ve bu korkular ne yapıyor? Onları imandan çıkarıp küfre sokuyor...

    Tarihte bunun örnekleri çoktur!

    Hirakl:

   Hirakl, Rum diyarının kralı ve devlet başkanı idi. ,,Kayser” ünvanıyla anılırdı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona, Dihye ile İslam’a davet mektubunu göndermişti. Hirakl, kendisine bu mektup ulaşmadan önce şöyle bir rüya görmüştü: Bir gece önce gördüğü rüyada yıldızlara bakmış, Allah Resulü’nün şan ve şerefini, dinin yayılıp yükselmesini, diğer dinleri neshettiğini gördü ve endişeli bir halde sabahladı. Ve bunu devletin ileri gelenlerine söyledi ve onlar da bu hususu araştırmaya koyuldular. Tesadüf o sıralarda da bir ticaret kafilesiyle birlikte Ebu Süfyan Şam’da bulunuyordu. Ebu Süfyan’ı bulup kralın yanına getirdiler. 0 da Ebu Süfyan’dan şu soruları sordu:

   ,,O sizin eşrafınızdan mıdır? Yoksa fakirlerinizden midir? Bundan önce sizin içinizden bir peygamberlik iddiasında bulunan oldu mu? Bu zatın dedeleri içinde hükümdarlık ve emirlik yapan olmuş mudur? Onun etrafında toplananlar zenginler mi yoksa fakirler mi? Kaviler mi yoksa zayıflar mı? Onun durumu artma yolunda mı yoksa eksilmeye doğru mu gidiyor? Dininden geri dönenleri etrafında bırakır mı? Yoksa uzaklaştırır mı? Ondan zulüm ve haksızlık sudur eder mi? Ahlak yapısı aranızda nasıldır? Yalancılıkla tanınır mı? Muharebede galebe kimdedir?”

   İşte buna benzer birçok sualler sordular. Ebu Süfyan da kendisine sorulan bu suallerin cevabını hak ve hakikata uygun bir şekilde cevablayınca kral, ,,Evet; işte bütün bunlar birer peygamberlik alametidir...” dedi ve mektubu okuttu. Mektubun okunmasından sonra içinde bulunan imanı Dihye’ye açıkladı. Ve şunu ilave etti: ,,Ve eğer imanımı bunlara karşı açıklarsam, canımdan korkuyorum,” dedi. Fakat bu mektubumu, herkes için güvenilir ,,Dağatir” ismindeki rahibe götür. Çok bilgilidir. Umulur ki, o iman eder ve ona bunlar iktida ederler de herkes müslüman olur, dedi.

   Bunun üzerine elçi rahibe gitti. Rahib, Efendimiz’in mektubunu gördüğü zaman, onun doğruluğunu bildi ve iman etti. Kavmini de onun dinine çağırdı. Onlar ise rahibi öldürdüler. Dihye de Hirakl’e döndü ve haber verdi. Bunun üzerine o şöyle dedi: ,,Şayet işte bu korku olmasa ben de imanımı izhar ederdim,” dedi.

   Daha sonra kendisinin tanıdığı ve ilmine güvendiği birisinden bir mektup aldı. Mektubunda Hz. Muhammed’in peygamberliğinden bahseden ve doğruluğunu anlatan yazılar vardı. Bunun üzerine kral adamlarını çağırdı ve onlara mektupların muhtevasını anlattı. Onlar ise tepki gösterdiler ve imandan imtina ettiler. Bunu gören kral, ,,Yok, yok! Ben sizi denedim, dininize bağlı olup olmadığınızı tekrar görmek istedim...” dedi. Onlar da kralın bu sözlerinden razı olarak ona secde ettiler. Ve bu suretle Hirakl, gerçekleri görmüş ve kalbine iman doğmuşken, mücerred etrafının ve adamlarının tepki göstermeleri ve riyasetinin elden gideceği korkusu ne yaptı? Onun imana gelmesine engel oldu ve küfür içinde saplanıp kaldı.

   İşte böyle küfre, küfrî inadi denir. Ve bu çeşit küfürler dünyayı ahirete tercih etmenin acı bir neticesidir. Rabb’im bizleri muhafaza buyursun!..

    Peygamberimiz’in Hirakl’e yazdığı mektup:

   Efendimiz (s.a.v.)’in diğer hükümdarlara yazdığı mektupların yanında Rum hükümdarı Hirakl’a da mektup yazmıştı. İşte bu mektubun tercemesini kaydediyorum:

   ,,Rahman, Rahim olan Allah’ın adıyla! Abdullah’ın oğlu ve Allah Resulü Muhammed’den Rum büyüğü Hirakl’a!

   Hidayete tabi olanlara selam olsun!

   Ben seni İslam davetiyle davet ediyorum; Müslüman ol ki, selâmet bulasın! Ve iki ecre nail olasın! Eğer yüz çevirirsen,Yerisîler’in vebali senin üzerine olur. Ve Ey Ehl-i Kitab! Aramızda müsavi olan bir kelimeye geliniz (böyle bir kelimenin etrafında birleşelim): Allah’tan başkasına ibadet etmiyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah’ı bırakıp da birbirimizi Rabb edinmiyelim. Eğer onlar yüz çevirirlerse, siz onlara, siz şahid olun, biz müslümanlardanız.”

   Şerh-i Kirmani’nin Nevevî’den naklettiğine göre, Peygamber’in mektubunun usul ve uslubunda bir takım kaideler var:

   1- Gönderilen kişi kâfir de olsa mektubu Besmele ile başlamak müstehabtır. Ayet de yazmak caizdir.

   2- Önce mektubu yazanın ismiyle başlayıp sonra mektup gönderilenin ismini ilave etmek. Bunun tersine de ruhsat verilmiştir.

   3- Kâfir de olsa insanların yanında makam ve mevkileri varsa ve şayet müslümanların bir maslahatı bahis mevzuu ise, mesela tebliğ yapmak gibi, böylelerine iltifatlı davranmada bir beis yoktur, hatta müstehab sayılmakta.

   4-Yine bu mektupda şuna da işaret vardır: Müslümanların maslahatı varsa yumuşak davranılması, müdara ile idare edilmesi ve hatta kâfir dahi olsa selam verilmesinin bile caiz olacağı. Çünkü, böyle davranmada kâfire hürmet ve saygı için değil, ammenin maslahatı için ve İslam’ın güzelliklerini edep ve terbiyesini göstermek için. Bununla beraber iltifatlı davranmayı ve selam vermeyi kâfire hitaben tahsis etmez, umumi olarak yapar. Mesela: ,,Selam Hakk’a tabi olanlara, selam hidayete tabi olanlara veya selam doğru yolda olanlara olsun” şeklinde olması daha güzeldir

   MAKAM SEVGİSİ:

   Küfr-i inadiye sebebiyet veren hastalıklardan biri de riyaset sevgisidir. Makam sevgisi ve baş olma düşkünlüğüdür. Keza şan ve şeref peşinde koşma, nâm ve şanının etrafta duyurulması ve tarihe geçmesi sevdasına sahip olmasıdır.

   Hübb-i riyaset ve makam sevgisi öyle kötü bir hastalıktır ki, 0 hastalığa bir kendini kaptırdı mı, ele geçirmesi için veya elde tutması için ne yapılması gerekirse onu yapmada tereddüt etmez. Gerekirse, Allah korusun, imanda, imana gelme yolunda inad eder veya mevcut imanını terkeder. İşte gördünüz mülk, makam düşkünlüğü insanı nelerle karşılaştırıyor ve nerelere götürüyor?

    Kâ’b b. Mâlik’in Allah Resulü’nden rivayet ettiği bir hadis şu mealde:

   ,,Kişinin mal ve şerefe olan hırsının dini hakkında açtığı yara, koyun sürüsüne bırakılan aç iki kurdun açtığı yaradan daha fazladır.”

   Münavi, bu hadisi izah ederken diyor ki, aç iki kurdun koyun sürülerine verdiği zarardan kişinin mala ve şerefe olan düşkünlüğü dinine verdiği zarardan daha azdır. Yani hırsın dine verdiği zarar daha büyüktür. Burada kurtlar zikredildi. Çünkü, kurtta hırs çok fazladır. Sürüye saldıran kurt, bir iki koyunla yetinmez; boğar boğar bırakır. Hele aç da olursa!..

    Beyhaki’nin Enes’den (r.a.) rivayet ettiğine göre,Allah Resulü şöyle buyurur:

   ,,Allah Teala’nın kendisini koruduğu haric, kişi için dini ve dünyası sebebiyle insanların parmaklarıyla ona işaret etmeleri şer olarak ona kâfidir.” Çünkü, o insan böylece insanlar arasında biricik ve büyük kalmaktadır. Bunun için şöhret afet oldu.

   Dini sebebiyle olana gelince; amele itimad, gösteriş, dünyayı biriktirmeye alet etmesinin kaynağı olmasından dolayıdır. Bir açıklamaya göre de: Şöhret; kibirlenmenin, zulmün, ibadet ve taatten yüz çevirmenin, dünya varlığına dalmanın menbaidir.

    Deylemî’nin İbn-i Abbas’tan rivayet ettiği bir hadis de şöyle:

   ,,Kişinin, insanların kendisini övmesinden hoşlanması gözlerini kör, kulaklarını sağır eder.”

   Yani o övülme ona öyle hakim olur ki, onun sevincinden ve kendisine getireceği gururdan o hale gelir ki, artık onun gözleri hak ve batılı seçemez olur, onun kulakları hak ve batıl hakkında söylenenleri işitmemiş gibi olur. Keza o övgü sevgisi ve gururu öyle ağır basar ki, gözleri kendi kabahatlerini görmez, kabahatleri hakkında söylenenleri işitmez olur.

   Makam ve baş olma sebepleri:

   Makam ve baş olma sevgisi ve hırsının sebepleri üçtür:

   Riyaseti vesiyle kılmak:

   İnsanoğlu reis olmak ister. Çünkü onunla nefsin arzu ettiği şeylere ulaşacaktır. Yani onlara ulaşabilmesi için bulunduğu makam ve mevkiyi basamak yapması lazımdır. Nefis kendisinden yasak edilen şeyleri sevmek, tabiatı üzere yaratılmıştır; Allahü Teala’nın haram kıldığı şeyleri sever ve ona aşık olur.

   İşte makam ve mevkiini kendisine haram olan şeylere vesile kılması haramdır. Çünkü, harama vesile olan şey de haramdır.

    Bulunduğu makam ile hakkını almak:

   Bir makama geçmesini istemekte. Çünkü, o makama geçtiği takdirde başkalarının üzerindeki hak ve hukuku almak kolaylaşacaktır. Veya meşru olan bir maksadı temin etmesi kolay olacaktır. Sadakalar vermek ve mescidler yapmak ve yaptırmak gibi. Veyahut da mübah olan emeller elde etmek gibi ki, bunlar türlü yiyecekler ve içecekler ve meskenler temin etmek veya çok kadınla evlenmek gibi. Veya zalimin elinden mazlumların hakkını almak için veya emr-i mâruf, nehy-i münker yapmak suretiyle dini aziz kılmaktır. Bu işleri yürütmek için makama talip olması caizdir, hatta müstehabtır. Çünkü meşru bir şeye vesile olan şey de meşrudur. Allahü Teala salihlerden hikaye ederek buyurur ki: ,,Ey Allah’ım! Bizi müttakiler için imam kıl!” Süleyman Aleyhisselam de şöyle dua eder:

   ,,Ya Rabb’i! Bana öyle bir mülk bağışla ki, benden sonra öyle bir mülke kimse layık olmasın!”

   Usul kaidelerindendir: ,,Bizden öncekilerin şeriat’ları bizim için de şeriat’tır, Allah Kitab’ında, Peygamber sünnet’inde inkâr etmeksizin kıssa ederlerse.” Sonra bir hadis-i şerif de mealen şöyledir:

   ,,Benim bir tek gün, hak ve adalet üzere hükmetmem, benim için bir sene Allah yolunda savaşmaktan daha sevimlidir.”

   Bir başka hadis mealen şöyle:

   ,,Bir saat adalet, altmış sene ibadetten daha hayırlıdır.

   Daha başka bir hadiste de, ,,Toplumun huzuru için, sultanın menetmesi, Kur’an’ın men etmesinden daha çoktur. Yani, nasihatın kâr etmediği yerde kılıca başvurulur, demektir.

   Yok eğer, yukarıda zikredilen şeyler mahzurdan hali değilse, müstehab olmak şöyle dursun, caiz bile olmaz. Yani riyaset istemesindeki maksadı her ne kadar ibadet ve taatsa da fakat yukarıda zikredilen mahzurlardan hali değilse, yani gösteriş, hakkı batıla karıştırma, vacibi veya sünnet’i terketme gibi şeylere sebebiyet verecekse, caiz bile olmaz. Çünkü, niyyet sahih de olsa haram ve mekruhlarda tesir etmez. Yani yine haram haramdır, mekruh da yine mekruhtur. Belki haram daha da şiddetlenir, kerahetler daha da artar. Evet; şunu söyleyebiliriz ki, bugün bazı kendini bilmezlerin ,,Ameller niyyetlere göredir!” mealindeki hadis-i serifi esas alarak, parti gibi İslam’da olmayan sistemleri, putların önünde eğilmeyi, saygı duruşu yapmayı, gayri meşru yemin yapmayı, kemalist anayasayı ve ilkeleri koruyacağına yemin etmeleri ve altına da imza atmaları davanın tahakkuku için papaz elbisesi giymeye hazırım, demeleri ve benzeri sözler ve hareketleri yapmayı, iyi niyyetle yapıldığı takdirde caiz olacağını söylemeleri İslam’a ve şeriat’a iftiradır. Ya İslam’ı bilmemenin veya İslam’a bile bile ihanetin bir ifadesi ve isbatıdır. Hadis-i şerif’in bunlarla hiçbir alakası yoktur. Yukarıda da bir nebze söylediğimiz gibi, haram kılınan ve mekruh olanın hükmü, helal ve ibahe niyyetinin aslına eklenmesiyle daha da şiddetlenip ağırlaşır. Niyyet ancak itaatta müessir olur: Şu bir hakikattır ki, bazı ameller var ki, iyi niyyetle yapıldığı takdirde adam öldürme gibi ki, haksız yere öldürüldüğü takdirde haram, kısas veya recmen öldürüldüğü takdirde caizdir. Keza; bir insanın vücudunu kesmek, yaralamak niyyetiyle olursa haram, ameliyyet niyyetiyle olursa caizdir. Bir silah düşünün: Suçsuz bir kimseye karşı kullanıldığı takdirde haram, fakat düşmana karşı savaşta kullanıldığı takdirde caiz hatta sevap!..Ama tekrar ediyorum: İyi niyyet hiçbir zaman haramı helal, mekruhu mübah yapmaz. Bu meseleyi iyi belle de gafillerden olma!..

   Makam ve şöhreti sevmek ve ondan haz duymak:

   Makam ve mevkii istenmesi ve sevilmesi meselesinin bir şekli şuuru; Onu kemale ermiş, olgunluğa varmış zannetmesidir. Mal sevgisi gibi malı seviyor, onunla beden yapısı zinde ve sağlam olsun ve yerken de ondan lezzet alsın!..

   Bu durumu, eğer mahzurdan hali ise haram olmaz. Fakat kınanmaktan da kurtulmaz.

    İlacı ve devası:

  Böyle bir tür makamı istemek her ne kadar haram değilse de mezmum olmaktan hali değildir. Böyle olması hasebiyle onun da bir ilacı ve bir tedavi şekli vardır. İlacı ise, o makamın hakiki bir kemal ve olgunluk olmadığını bilmektir. Çünkü, o fanidir ve sefası olmayan bir şeydir. Fuzeyl b. İyaz şöyle der:

   ,,Dünya fani olan altundan, ahiret ise baki kalan çanak ve çömlekten olsa bize gereken bakî kalan çanak ve çömleği fani olan altuna tercih etmektir. Kaldı ki, çanak ve çömlek fani, altun ise bakidir.”

   Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurur:

   ,,Mezara giderken cenazeye üç şey tabi olur. Biri kalır, ikisi geri döner. Beraberinde kalan amelidir. Geri dönenler ise ailesi ile malıdır.” (Mesabih)

   Elhasıl: İki şeyden veya iki âlemden birini tercih gerekiyorsa, şuurlu insanın tercihi ahiret ve baki olan olmalıdır. Çünkü, Kur’an şöyle diyor:

   ,,Doğrusu sizler dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır.” (A’la, 16-17)

 

    Melik ve Zahid:

   Rivayete göre meliklerden biri zahid (sufilerden) birini ziyaret etmek ister. Sufi, melikin geleceğini duyunca kendisine bir yemeğin ve bir de bir çorbanın getirilmesini ister. Melik gelince sufi yemeği önüne alır, hırsla ve lokmaları büyük büyük keserek oburca yemeğe başlar. Sufi, bu halini gören hükümdarın gözünden düşer, geldiğine de pişman olarak çıkar gider. Zahid, hükümdarın gittiğini görünce, ,,Ol Allah’a hamd olsun ki bunu benden giderdi,” der.

   Şurası unutulmamalıdir ki, bu gibi hallerden yüz çevirme avamın halidir. Yoksa havassı, hüsni zannettiği kişinin bu gibi hallerini gördüğü zaman onun hakkındaki kanaati değişmez. Çünkü, bunlar genelde mübah şeylerdir.

    Melamiler:

   Melamilik, Ebu Hafs Haddad Nişaburî (ölüm h. 260) ve Hemedan Kassar (ölüm h. 271) ismindeki kişiler tarafından kurulan bir tarikattır. ,,Melamet” hor görülen, aşağılanan ve kınanan gibi manalara gelmektedir. Melamîler kendilerini hor gördükleri gibi, başkalarının da kendilerini hor görmelerini isterler. Bu suretle kibir ve gurur gibi kötü hasletlerin gideceğine inanırlar. Melamiler Kur’an-ı Kerim’in Maide 54. ayetinde sözü edilen kavmin kendileri olduğuna inanırlar. Melamîler’in bu görüşü İslam’a aykırıdır. Şeriat’ta böyle bir şey yoktur. Ve bu aynı zamanda Peygamber’in (s.a.v.) şu mealdeki hadis-i şenf’ine de aykırıdır:

   ,,Töhmet getiren yerlerden ve hareketlerden sakın!”

   İnsan şunu bilmelidir ki, işte bu, yani başkalarının kendisini hor görmesini istemek şeriat’ta pek caiz görülmemektedir.

     Kemâle erme yolları:

   Gerçi bu davranış şekilleri hallere ve şahıslara göre değişebilir. Onların maksadının efdal olana teşebbüs etmesi mümkün olur. Çünkü, bu kabil davranışlar ziyaret edene nazaran kemale ermek ise de ziyaret olunana nazaran bir noksanlık olabilir. Nitekim Hz. Ali’den öyle nakledilir:

   ,,Sen öyle bir şehirde durma ki, oradaki insanlar senin vesilenle kemale ermek istiyorlar ve fakat sen onların yüzünden kemal kaybediyorsun, noksanlaşıyorsun!”

    Bir de şöyle denilmiştir:

   ,,Çok arkadaş edinmekten sakın! Öyle arkadaşlar ki; en azından gelip seni meşgul ederler ve bir nevi senin zamanını çalarlar ve fakat ziyaretleri sana bir şey kazandırmaz. Halbuki zaman senin sermayendir. Kazanacağını onunla kazanacaksın!.. Bu sebepten dolayı olsa gerek ki, meşayih, insanlarla sıkı fıkı haşrü neşr olmazlar, uzlet ederlerdi.” Hatta şöyle de denilmiştir:

   ,,Bu zaman sükut zamanı, eve kapanma zamanı ve az şeyle kanaat etme zamanıdır,”

   Bu arada şunu da unutmamak gerekir ki, “Emr-i mâruf, nehy-i münker” farzdır. Hele hele ehil kişiler olursa, farzdır. Farzı terkedip nasıl eve kapanabilir? Ancak ikisinin arasını bulmak; ifrat ve tafrite varmamak lazımdır. Şöyle ki: Gerektiğinde insanların içine gidip onların hallerine muttali olmalı, lazım gelen ikaz ve irşatta bulunmalı ve onlarla daha fazla haşrü neşir olmamalıdır. Neden? Çünkü, kendini bilmezlerle laubali olup oturup kalkmak, âlime birşey kazandırmıyacağı gibi, onun onlar üzerindeki itibar ve ağırlığını hafifletir.

    Adil veya zalim devlet adamı:

   Ama bir makam düşünün ki, o makama geçmeye hırsı ve pek sevgisi yoktur ve dünyevî bir şan ve lezzet de düşünmemekte. Böyle olursa idarenin başına geçmesi kötü bir şey değildir, hatta aklen de şer’an da güzeldir. Niçin güzel olmasın? Çünkü, adaletle bir saat icraat yapmak, günlerce hatta senelerce amel ve ibadetten daha hayırlıdır. Haberler ve eserler bunu teyid etmektedir. İşte bundan dolayıdır ki, adil bir devlet reisi kıyamet gününde insanlar arasında en üstün makam sahibi olacaktır. Nitekim: Arşın gölgesinde gölgelenecek yedi kişiden birinin hatta birincisinin adaletle hükmeden devlet reisi olduğu kaydedilmektedir. Keza; zâlim bir devlet reisi ise, o da ogün insanların en alçağı olacaktır.

   En yüksek makam peygamberlerin makamıdır. Sonra Hülefa-i Raşidin’in makamı gelir. Bunlar şerefli makamlar olmanın yanında ne peygamberlerin ne de Hülefa’nın bunlara karşı sevgisi ve hırsı yoktu: Onlar, bu makamların kendilerine ağır mesuliyyetler yüklediklerinin idrâki içinde idiler.

    Ruhsat ve azimet.

   Bir vazifeye talip olma veya verilen bir vazifeyi kabullenme hususunda ulemanın ihtilafı vardır. Sahih olan şudur ki, ruhsat kendisine verilen bir amme hizmetini, ister devlet reisliği olsun, ister kadılık ve benzeri cinsten bir görev olsun, kabullenmesinde ruhsat vardır. Yani caizdir. Fakat almaması ve kabul etmemesi azimettir, evlâdır. Yalnız bir şartla: Kendisinden başkası da o işi hakkıyle yürütebilirse. Bu gibi hizmetleri kendisinden başka hakkıyla yürütecek yoksa alması azimettir ve hatta talip olması yerinde ve isabetli olur. Kabullenmesi ruhsattır. Çünkü, peygamberler ve Hulefa-i Raşidin bu gibi görevlerle meşgul olmuşlardır ve bu hizmetleri yürütmüşlerdir. Ve bunda ayrıca Rabb’ülâlemin’in hududlarını koruma ve hükümlerini icra etme vardır. Ulemadan bazıları da kerahetine kail olmuşlardır. Delil olarak da Efendimiz (s.a.v.)’in şu hadis’ini almışlardır:

   ,,Bir kimse kadılıkla mübtela olursa, o, bıçaksız kesilmiş gibidir.” (Bu hadisi Hassaf rivayet etmiştir)

   Abdullah b. Vehb, kadılığa tayin edilmek istenmiş, ama kendisi kabul etmemiş. Yakayı kurtarmak için de evine çekilmiş, gelenlere kendini deli göstermek için elbiselerini yırtıyor ve yüzünü tırmalıyordu. Kendisine: ,,Sen bu görevi kabul edip adaletle hükmedersen senin için hayırlı olur,” diyenlere şöyle cevap verir: ,,O sizin aklınız! Hiç mi işitmediniz Peygamber’in şu hadisini: ,,Kadılar sultanlarla, ulema ise peygamberlerle haşrolunacaktır.”

   Bu mevzuda İmam-ı Azam Hazretleri’nin kıssası meşhurdur. Kendisine kadılık teklif edilmişti. 0 bu görevi kabul etmedi. Doksan kamçı vurdular. Hayatının tehlikeye düşeceğinden arkadaşlariyle istişare etti. Bu arada imam Ebu Yusuf şöyle dedi: ,,Sen bu görevi alırsan insanlar senden fayda görecektir.” İmam şu cevabı verdi: ,,Eğer sen bana şu denizi yüzerek geçeceksin diye emretsen benim buna gücüm yeter mi?” diye cevap vermesi üzerine Ebu Yusuf şu karşılığı verdi: ,,Evet deniz derin ama gemi sağ1am ve kaptanı da âlimdir...” (Şerh-i İbn-i Melek)

   Şerh-i Nikaye’de zikredildiğine göre, Ebu Hanife’ye kadılık teklif edildi. Kabul etmedi. Hergün kendisine on kamçı vuruldu, yine kabul etmedi. Kamçıların altında vefat etti. (Allah kendisine rahmet eylesin!)

 

Başa dön  Devam