AYIPLAMA KORKUSU VE KÜFÜR:

 

   Küfre sebep olanlardan birisi de başkaları tarafından kötülenme ve ayıplanma korkusudur. Ebu Talib’in küfrü gibi. Ebu Talib Ali Kerremehullahü veche’nin babası, Allah Resulü (s.a.v.)’in de amcasıdır. Hz. Muhammed’in Peygamber olduğunu bildiği halde iman etmedi. Sebebi ise, insanların kendisini kötülemesinden ve kınayacağından korkma endişesi idi. Rivayete göre, Ebu Talib’in ölüm döşeğinde olduğu bir sırada Allah Resulü, ona şöyle demişti:

   ,,Sen bir kere La ilahe illallah de. Ötesi bana ait; Rabb’im indinde senin için davacı olurum.” 0 da şöyle cevap verdi: ,,Ey kardeşimin oğlu! Bildim ki sen doğrusun! Fakat, hakkımda korkarım ki şöyle derler: Ebu Talip ölümden korktu da müslüman oldu. İşte beni bu şekilde ayıplamalarından korkuyorum.” Bunun üzerine ,,Sen sevdiğine hidayet veremezsin!..” mealindeki ayet-i kerime nazil oldu.

   Diğer bir rivayet de şöyle:

   ,,Kureyş’in ileri gelenleri, Ebu Talib’in hayatından ümitlerini kestikleri bir sırada toplandılar ve ona dediler ki:

   Biz senin riyasetini itiraf etmekteyiz ve herhangi bir hususta sana muhalefet etmek istemeyiz ve istemedik. Fakat Muhammed’le aramızdaki husumetin senden sonra da devam etmesinden korkuyoruz. 0 halde ona nasihat et de bizim dinimize taarruz etmesin!..

   Bunun üzerine Ebu Talib yeğenini çağırdı ve ona bunların dediklerini tebliğ etti, fakat fayda vermedi, yani Peygamber Efendimiz bu teklifi kabul etmedi. Sonra Ebu Talib bir söz söyledi ki, Allah Resulü onun bu sözünden İslam’a meylettiğini hissetti. Bu ümidle Ebu Talib’i imana davet etti. Ebu Talib’in cevabı şu oldu:

   ,,Şayet insanların bana tan etmesi korkusu olmasaydı, elbette sana iman ederdim ve senin gönlünü yapardım...”

   Bir kavle göre: 0 sırada Ebu Talib bir şeyler söyledi. Fakat sesi az çıktığından ne dediği anlaşılmıyordu. İbn-i Abbas (r.a.) ona yaklaştı da dedi ki, Sana iman etti. Delail-i Nübuvvette de böyle rivayet edilmektedir. Ve bilcümle; Ebu Talib’in imanında ihtilaf olunmuştur. Bir kavle göre “Evet”, bir kavle göre de ,,Hayır”. Ehl-i Sünnet’in görüşü ikincisidir. Nitekim Ebu Hanife, ,,EbuTalib küfür üzere ölmüştür” dedi. Hz. Ali’nin şu sözü de bunu teyid etmektedir: ,,Ey Allah’ın Resulü! Senin dalaletteki ihtiyar amcan ölmüştür.” 0 da cevap verdi ve dedi ki: ,,Onu yıka, kefenle ve defnet. Biz de onun için Allah’a dua edelim. Ta men olunmamıza kadar.”

   Rivayet olunur ki, Peygamber (s.a.v.), ona dua için bir kaç gün kendini zorladı, evinden çıkmadı. Peygamber’in bu durumuna vakıf olan bazı sahabe küfür üzere ölen akrabaları için de dua etmeye başladılar. Bunun üzerine şu ayet-i kerime geldi:

   ,,Peygamber için ve iman edenler için müşriklere istiğfar hakkı yoktur. Her ne kadar onlar akrabaları olsalar da...” (Tevbe,113) Bu hususta bir de hadis-i şerif vardır:

   ,,İnsanların kıyamet gününde azabı en hafif olan Ebu Talib’tir. Onun için ateşte iki nalin vardır ki, onlardan onun dimağı kaynıyacaktır.”

   Rivayete göre, Kureyş onun yanına toplandı. Ebu Talib onlara şu sözleri söyledi: ,,Sıla-i rahm yapacaksınız, zayıflara yardım

edeceksiniz, yolculara vereceksiniz, sözün doğrusunu söyliyeceksiniz ve emanetlere riayet edeceksiniz..

   Bu tavsiyelerden sonra da şunu ilave etti ve dedi ki:

   ,,Muhammed’e tabi olun! 0 Arab’ın güvenilir adamıdır, sözünde sadıktır. Onun davasını akıl kabul eder, dil ona şahidlik yapar. Ve benim itikadım şudur ki, Arab ve Acem beldeleri ona iman ve itaat ederler. Alemin idare ve icraatı onun elinde olacak. Ey Beni Haşim! Ona yaklaşınız, nefislerinizle ve mallarınizla ona yardım ediniz!” dedi. O sırada Allah Resulü geldi. Kureyş’in ileri gelenleri Ebu Talib’in yanını terk etmediler. Onun iman etmesinden korkuyorlardı. Buna rağmen Allah Resulü amcasına hitaben şöyle dedi:

   Ey amcacığım! Allah seni hayırla cezalandırsın! Sen beni küçüklüğümde de büyüklüğümde de himaye ettin ve bu hususta kusur etmedin! Senden son ümidim senin iman etmendir ki, yaptığın bu iyiliklere mükâfat olsun ve hizmetine denk olsun!..” Buna cevaben Ebu Talip şöyle dedi:

   ,,Senin bana olan şefkatini biliyorum. Fakat eğer iman üzerine ölürsem onların beni ayıplamasından korkuyorum. Eğer bu endişem olmasaydı, teklifini kabul edip seni ben sevindirirdim!..” dedi ve bu hususta bir şiir irad etti:

   ,,Senin sözün haktır, sen de emin bir insansın...” Kureyş bunu işitti ve gelip onun etrafında toplandı. Ebu Talib’ten babalarının dini üzere kalmasını ısrarla istediler. 0 da onların bu ısrarına dayanamıyarak ,,Ben ecdadımın dinini terk edemem!..” dedi. Bunun üzenne Efendimiz:

   ,,Amca! Sen bana iman etmelerini kavmine tavsiye ediyor, kendin iman etmiyorsun!..” dedi.

   Ebu Talip:

   ,,Sıhhatta olsaydım elbette sana iman ederdim. Fakat ölümden korkdu da iman etti denilmesini istemiyorum.. .“ dedi.

   İşte bu, yani ayıplanmadan korkarak imanı terketmek, kalbin münkerâtından dördüncüsüdür.

   Demek oluyor ki, bir kimsenin kendi hakkında ,,şöyle derler, böyle düşünürler, beni ayıplarlar, beni kınarlar” gibi düşünceler, kendisine hakim olursa akibeti kötü olur; bildiği halde iman etmeye bile yanaşmaz. Bunun ilacı ise şunun veya bunun dedikodusuna iltifat etmeyip sadece ve sadece Allah’tan korkmaktır.

   Medhedilme ve övülme sevgisi:

   Zemmedilen şeylerin altmış kadar olduğunu görmüştük. Bunlardan beşincisi de övülmeyi ve medhedilmeyi sevmektir. Yani başkaları tarafından övüldüğü veya takdir edildiği takdirde sevinmesi ve hoşlanması. Bu ikisi, yani zemmedilme korkusu veya medhedilme sevgisi; sebep, hüküm ve ilaç yönünden riyaseti sevme gibidir.

   Sevme yönünden: Şöyle ki, medh ile, nefsin iştahının çektiği haram kılınmış şeylere ve hakkını almaya tevessül eder. Kemalât (olgunluk) zannıyla onunla lezzet duyar.

   Hüküm yönünden de onun gibidir. Şöyle ki: Haram olma, müstehab olma ve mezmum olma yönünden aynıdır.

   İlaç yönünden de ona benzemektedir. Fena bulacağından dolayı gerçekten kemal olmadığını, tersine vehmî bir iş olduğunu, zevilinin,  çabuk gelip geçici olduğunu bilmesidir

   Tekrar ediyorum: Zemmedilme korkusunun giderilmesi şöyle olur: Düşüneceksin, eğer seni zemmeden haklı ise, yani sadık ise,

diyeceksin ki, bu adam bana farkına varmadığım bir şeyi, bir hatamı, bir ayıbımı bana hatırlatmıştır ve dolayısıyla bana nasihat etmiştir ve benim iyiliğime çalışmıştır!.. Şayet ayıp mevzuu, giderilmesi mümkün olan şeylerden ise (kibir, riya, hased, namazı terketmek, kullara zulmetmesi gibi) giderilmesi mümkün ise hemen onları terketmelisin ve bunların tersini tatbik ederek hakkın indinde övülmeye layık olmalısın ve neticede bilmelisin ki, seni zemmeden kişi aslında bana iyilik yapmıştır.

   Bir kaç misal:

   Hasan El-Basri’ye gelmişler ve demişler ki, falan kimse senin hakında gıybet etti, seni kötüledi. 0 da buna mukabil bir tabak tatlı göndermiştir ve demiştir ki, ona söyleyin: 0 bana kendi sevaplarını göndermiş, ben de kendisine hediye kabilinden bu tatlıyı gönderiyorum...

   Yine İmam-ı A’zam’dan rivayet edildiğine göre, ,,Filan kişi senin gıybetini yapıyor...” 0 da ona birkaç dinar gönderdi. Ve ,,Şayet o hasenelerinden bize daha verirse biz de dünyalıklardan daha göndeririz” diye ilave etti. Zira onun kötü niyyeti, benim için bir nimet olmasına tesir etmez ve benim için bir menfaat olmasından çıkarmaz.

   Keza; meşayihin birinden şöyle bir hikaye anlatırlar: Beni bana bildiren kişi eğer medhedici ise, ben derim ki, o beni ben olarak görmedi, ancak beni kendi sureti gördü de onun için medhediyor. Yani beni gerçek çehremle değil, kendi çehresiyle gördüğü için beni medhetme yoluna gitmiştir. Rabb’ime hamd ederim ki, beni veli kullarından birinin suretinde gösterdi. Eğer zemmedici ise, ben derim ki: Allah bu adama benim ayıplarımı gösterdi de o da bana açıkladı. Dolayısıyla bu adam, beni bana nisbet ettiği şey ile beni isimlendirdi ve hatırlatıyor ki, işte o sıfattan korunalım. Allah’ın kullarına ancak bir veli nasihat eder.

   Ve şayet o zemmetmeği ayıp ve kusur öyle bir cinsten ki, onu giderme kendi elimde değildir. 0 zaman da ikinci bir nimet var. 0 da bedene arız olan (körlük, felç, gabilik, zekâsızlık gibi) giderilmesi mümkün olmayan şeylerdir ki, mütenebbih ve müteyakkız olma ciheti yoksa da ikinci kazancı elde etmiş olur. 0 da zemmedenin ecir ve sevaplarının kendisinin defterine yazılmış olmasıdır.

   Eğer zemmedici, şayet zemminde ve kınamasında haksız ve yalancı ise, o zaman da diyeceksin ki, bu adam bana bühtan etti ve bu yüzden kendi nefsine zarar verdi. Ama benim için ikinci nimet hasıl oldu. Yani hasenelerini bana hediye ederken arkasından da günahlarını kendi yüklendi. Hem de bu hediye diğerinden daha çok ve daha büyüktür. Çünkü, gıybetten bühtan daha büyüktür. Zira gıybet adamda olan bir kusuru, kendisinin bulunmadığı bir mecliste ayıplıyarak dile getirmektir. Bühtan ise, adamda olmayan bir şeyi adamda varmış gibi söylemek ve göstermek, demektir.

   0 halde zemmedilen kişide hasıl olan elem ve elemi duymak, ancak hedefi dünya olan kişiye aittir yoksa himmet ve gayesi ahiret olan kişi için böyle bir elem ve üzüntü bahis mevzuu değildir. Çünkü onun nazarında medhin de zemmin de farkı yoktur. Çünkü o biliyor ve inanıyor ki, takib ettiği yol doğrudur ve sırat-i müstakimin tâ kendisidir.

   Kuseyri risalesinde anlatıldığına göre, insanların gıybetini yapan bir kimse kime benzer? Ol kimseye benzer ki, bir mancınık dikmiş, onunla hasenat ve hayırlarını şarka ve garba atıyor. Mesela: Horasanlı birinin, Hicazlı birinin, Türkiyeli birinin gıybetini etmiştir. Dolayısıyla ne yapmış oluyor? İyilik ve hasenelerini onlara dağıtmış oluyor ve artık kendisine bir şey kalmıyor.

   Birde şöyle denmektedir: Kıyamet gününde kişiye amel defteri verilir. Fakat defterinde kıldığı namazları, tuttuğu oruçları, yaptığı diğer ibadet ve taatleri göremez olur ve sorar: Ya Rabb’i! Hani benim ibadetlerim? Cevaben denir ki: Senin yaptığın ibadet ve taatlar, gıybet ettiğin kişilerin defterine yazılmıştır. Keza gıybeti yapılan kimseye de kitabı verilir. 0 da defterine bakar ki, yapmamış olduğu birçok ibadetler defterine yazılmıştır. 0 da sorar ve der ki, bunlar bana nereden? Halbuki ben bunları işlemedim? Cevab olarak kendisine denir ki, evet onları sen işlemedin ama, falan senin gıybetini ettiği için onun yaptığı hayır ve haseneler senin defterine yazıldı.

   Tenbih isimli kitapda kaydedildiğine göre, Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurur:

   ,,Kişiye amel defteri açık olarak verilir. 0 adam der: Ya Rabb’i! Nerede benim yaptığım ameller? 0 yaptığın ameller, insanların gıybetini ettiğin için defterinden silindi (gitti), denir.”

   Şayet, hayır ve hasenatı gıybet ettiği kisilere verilir de yapmış olduğu gıybetler bitmezse, o zaman da ne yaparlar? Gıybet ettiği kişilerin kötülük ve günahları, gıybet edenin üzerine devredilir. Nitekim Allah Resulü anlatır:

   ,,Kim zulüm etmişse, yani kardeşinin ırzına veya herhangi bir şeyine tecavüz etmiş ise ondan bu dünyada hemen helallık alsın, öyle bir gün gelmeden önce ki, o günde ne dinar vardır ne de dirhem. Eğer salih amelleri varsa, haksızlığı kadar alınır, mazluma verilir. Ve şayet salih amelleri biter de yapmış olduğu haksızlıklar bitmezse o zaman da mazlumun günahları haksızlık yapana devredilir.” (Mısbahta böyle)

   Medhedilmeyi sevme yolundaki üçüncü sebep:

   Sebep iki: Bunlardan biri, medhedenin bildirmesiyle medhedilen, vakıa (gerçeğe) uygun bir olgunluğu idrâk ettiğinden dolayı lezzet duymasıdır. Üçüncü sebebin ikincisine gelince: Nefsin; medheden kimsenin kalbine malik olduğunu ve bu sebeple de diğerlerinin kalplerine malik olacağını idrâk etmesiyledir. Keza nefsin haşmetini ve kendisine tazim ve saygı edildiğini ve başkalarının ondan haya etmelerini ve ona karşı tevazu için büzülmelerini idrâk etmesiyle lezzet bulmasıdır.

   Bunun ilacı ise:

   Riyaset sevgisindeki hastalığın ilacı ne ise, bu hastalığın ilacı da odur. Yani, kendisini başkalarının medhetmesi, hakiki bir kemal olmayıp gelip geçici dünyaya ait bir telezzüzdür.

   Bu arada şuna da işaret etmek yerinde olur:

   Ahireti düşünen, Allah’ın rızasını düşünen âlimlerin şanı sudur ki:

   Nefisleri onlara tesir edemez, seytanlar da onları aldatmak için yol bulamazlar. Çünkü, onların hedefi sırf Allah’ın rızasını kazanmaktır. Gaye bu olunca elbette Allah onlara yardım eder de ne nefis ne de şeytan onlara zarar veremez. Fakat bir âlim düşünün ki, onun gayesi dünyadır ve dünyalıktır. İşte böyle âlimlere Allah sahip çıkmaz ve onları vikaye ve himayesi altına almaz. Artık onlara nefis de tesir eder şeytan da. Hatta böyle âlimler, bunların oyuncağı haline düşerler ve onu aldatır ve oynatırlar. Dünyadaki halleri böyle olursa bir de siz onun ahirette çekeceğini bir düşünün’.

   Bir kaç örnek:

   Bel’am b. Baura: Başlangıçta ilim adamı, fazilet, irfan ve hikmet sahibi; ağzından çıkan hikmetli sözleri yazmak için on iki tane kâtibi var; yazmakla bitiremiyorlar. Başını kaldırıp yukarı baktığında Arş-ı Ala’yı müşahede ediyordu vesaire!.. Böyle iken ne oldu? Dünyalık varlıklara döndüğü, o yoldaki ve o yöndeki cereyanlara kendisini kaptırdığı için sonunu getiremedi; dünyası da gitti ahireti de. Kıssa şöyle:

   ,,Ey Habibim: Onlara şu kimsenin haberini oku ki, biz ona ayetlerimizi vermiştik de o bunları inkâr edip imandan sıyrılıp çıktı. Böylece şeytan onu peşine taktı. 0 da azgınlardan oldu. Eğer dileseydik onu ayetler ile iyiler derecesine yükseltirdik. Fakat o yere çakıldı ve hevesine uydu. Artık onun durumu köpeğin hali gibidir ki, üstüne varsan da dilini çıkarıp solur. Kendi haline bıraksan da yine dilini çıkarıp solur. İşte ayetlerimizi yalan sayanların durumu budur. Bu hadiseyi onlara anlat. Olur ki iyice düşünürler.” (Araf, 175- 176)

   Bersise gelince:

   Manastırında yetmiş sene ibadette bulunmuş, bu esnada göz kapayıp açınca günah işlememiştir. Hatta havada uçtuğu ve himmeti sayesinde binlerce talebe yetiştirmiş olduğu ve bütün bunlara rağmen küfür üzere öldüğü rivayet edilmektedir.

   Kur’an şöyle der:

   ,,Şeytan gibi ki, bir vakitler insana: ,,Kâfir ol!” demişti. 0 insan kâfir olunca, şeytan şöyle dedi: Ben senden beriyim. Çünkü ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım. İkisinin de akibeti ebediyyen kalmak üzere ateş oldu. Zalimlerin cezası budur.” (Haşir, 16)

   İblis Aleyhillâne:

   Bir de İblis’in hayatına bakınız: Seksen bin sene Allah’a ibadet etti ve bu arada ayak basmadığı bir yer kalmadı ki, orada secde etmiş olmasın. Sonra Allah’ın bir emrini terkettiğinden dolayı ebediyyen Allah’ın lânetine uğradı.

   Mühim olan akibet:

   İşte gördünüz bu üç misali! Hayatları nasıl başladı ve nasıl bitti? İbadetle başlamışken kâfir olarak ölüp gittiler ve ebediyyen mel’un oldular.

   O halde müslümana düşen, işin bidayetinden ziyade akibetinden korkmalı ve daima Allah’a sığınmalı ve yalvarmalıdır. Evvelki müslümanlar işin akibetinden korkardılar. Bize düşen ise daha da titiz davranmamız gerekmektedir.

   Hazreti Ömer’in yüzünde iki siyah gözyaşı çizgisi vardı. Yani benim akibetim nasıl olacak diye düşünür ve ağlardı. Çünkü o da biliyor ve inanıyordu ki, işin önünden ziyade sonu mühimdi...

   Yine Hz. Ömer’den rivayet: Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

   ,,Bir kimse, halim nice olacak diye işin akibetinden ve hatimesinden korkmazsa, onun dininin gitmesinden korkulur.”

   Ulema ve haşyetullah:

   Kur’an şöyle der:

   ,,Kulları içinden Allah’tan korkan ancak âlimlerdir...” (Fatır, 28) Haşyetullah, yani Allah’tan korkmak ve daima O’nun havf ve haşyeti içinde olma ilmin gereği ve ilmin meyvesidir. İnsanoğlunun ilmi ve irfanı arttıkça Rabb’isini daha iyi tanır, O’nun yüce isim ve vasıflarına daha çok muttali olur, O’nun azamet ve kudretini daha çok düşünür ve bunların neticesinde de insanlar arasında Allah’tan en çok korkanlar arasına girer.

   İşte gercek manada ilim adamı, Allah’tan en çok korkan ulemadır. Zira ilim bunu gerektirir. Ayetde bunu ifade ve isbat etmektedir. Usulda bir kaide vardır: ,,Bir hükmü bir vasıf üzerine tertip etmek, o vasfın o hükme illet olduğunu iş’ar eder.” Bu kaide burada da caridir. Allahü Zülcelal’den korkma hükmünü ve haberini ilim vasfıyle vasıflandırıyor. Demek oluyor ki, nerede ilim varsa orada korku, yani ilahî korku vardır. Kişide ilim arttıkça ondaki korku da o nisbette artar. Allah Resulü öyle buyurmuş:

   ,,İçinizde Allah’ı en çok bilen ve O’ndan en çok korkan benim!” Rabb’imiz melekleri bu vasıfla tavsif ediyor ve diyor ki:

   ,,Onlar, yani melekler O’nun korkusundan titrerler.” (Enbiya, 28)

   Sual ve cevap:

   Allah Teala’nın Kur’an’da: ,,Rabb’leri katında onların mükâfatları, içinde devamlı kalacakları, altlarından ırmaklar akan Adin cennetleridir. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Bu mükâfat Rabb’inden korkan kimselere mahsustur.” (Beyyine, 8)

   Bu ayet-i celile’yle, ulemaya güven ve garanti vermiyor mu? Çünkü, birinci ayetten şu kaziyye çıkmaktadır: ,,Ulema öyle bir kavimdir ki, onlarda haşyet vardır.” Birinci ayetten çıkan kaziyye budur. İkinci ayetten çıkan kaziyye ise, ,,Her kavim ki onda haşyet vardır, onlar için cennet vardır,” yani onlar cennetliktir. Bu iki kazziyeyi suğra ve kübra şekline getirdiğimiz takdirde şekl-i evvelden şu neticeye varırız:

   ,,Ulema için cennet vardır.”

   Cevab:

   Cevaben denir ki, suğradaki ulemadan murad, eğer her âlimse ayetin buna delalet ettiğini kabul etmeyiz. Çünkü, ulema kelimesi haşyetullah ifadesine kasredilmiş değildir. Bilakis durum tersinedir. Zira; “İnnema”da maksurün aleyh ahirki kelimedir. 0 zaman mana şöyledir: ,,Ancak ulema Allah’tan korkar” manası çıkar. Eğer murad hepsi iken bir kısmı matlub olursa takribin tamam olduğunu kabul edemeyiz. Şayet murad ulemanın bazısı ise, cennetin, bir kısım ulema için olmasından herhangi bir âlim için eminlik lâzım gelmez. Bu da açıktır. Yukarıda geçti: Haşyet ilimin gereklerindendir. Şayet bir kimsede korku yoksa onda ilim de yoktur. Ama o kimse ki, sureten onda ilim vardır ve fakat onda korku yoktur. Öyle ise o, gerçek manada âlim değildir. Yukarıda zikredilen kaideyi nazari itibara aldığımız takdirde ilmin haşyete götüren kuvvetli bir sebep olduğudur, yoksa eminlik ve güvenliğe sebep olmadığı ortaya çıkacaktır.

   İlim gibi amel de Allah korkusuna götürür:

   Rabb’ülâlemin Kitab-ı Kerim’in de şöyle buyurur: ,,Onlar; Rabb’lerinin huzuruna döneceklerinden kalbieri korkar olduğu halde vermekte olduklarını verirler...” (Mü’minun, 60)

   Bu ayetin tefsirinde Hz. Aişe (r.a.) sormuş ve demiş ki: ,,Kişi, hırsızlık yapar, zina eder, şarap içer ve bütün bunlarla birlikte Allah’tan korkar. (Öyle mi?)Allah Resulü (s.a.v.) şu cevabı verdi: Hayır; lâkin kişi oruç tutar, sadaka verir ve namaz kılar ve bununla beraber yine de amellerinin kabul görmemesinden korkar.” (Tirmizi, İbn-i Mace, İbn-i Ebi’d-dünya) Yani Allah Resulü, yukarıdaki ayeti, ,,Salih amel işlerler” şeklinde tefsir etmiştir.

   Demek oluyor ki, birinci ayet, ilmin korkuya yakınlığını ifade ederken, ikinci ayet de amelin korkuya yakınlığını ifade etmektedir.

Başa dön  Devam