Kafir Devletlerin Bünyesinde Görev Yapmakla İlgili Kaide:

 

Son olarak, kafir tagutun alimleri, yesağın kulları ve hizmetkarları, bizim kafir devletteki bütün işleri yasakladığımız, haram kıldığımız konusunda bize iftira atmasınlar diye İbni Hacer’in Feth’ül Bari’de “İşçi Babı”nda yazdıklarını naklediyorum.

İmam İbni Hacer şöyle dedi:

 “Alimler, müşriklerin yanında çalışmayı, zaruret olmaksızın ve şu iki şart dışında caiz görmediler:

1 -  Yapılan iş müslümanlara helal olmalıdır.

2 - Müslümanlara zarar verecek konularda müşriğe yardımcı olunmamalıdır. (Fethül Bari c: 4 s: 452)

Başka alimler bu iki şarta şu üçüncü şartı eklemişlerdir:

- Müslümanların, müşriklerin yanında yapacağı iş müslümanı zelil duruma düşürmemelidir.

Bütün bu anlatılanlardan, muvahhid bir müslümanın kafir hükümetlerin bünyesindeki her tür görevden uzak durmasının imanını muhafazası için gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Şayet kafir bir devletteki herhangi bir işte çalışmaya mecbur kalırsa, yaptığı işte zulme, batıla, harama yardımcı olmamalı, kafir kanunlarını korumamalı, kafir kanunlarına saygılı, ihlaslı olacağı, onu muhafaza edeceği ve bunlar gibi başka meseleleri yapacağı konusunda yemin etmemelidir. Herkes kendisinden sorumludur. Yardımcı olan Allah (c.c)’tır.

    Doğru Yoldan Alıkoyan, Geciktiren Ve Doğru YolaTeşvik Etmeyenler Vardır:

Asrımızın yesağının kullarına düşman olmayı, onlardan ve kanunlarından beri olmayı, bu kanunlarda ısrar ettikleri, küçük, büyük her meselede Allah (c.c)’ın şeriatini hakim kılmadıkları müddetçe onlara düşman olmanın gerekliliğini, Rasululah (s.a.s)’ın bunlardan daha az tehlikeli kişilere, onların zulümlerinde yardım etmeyi, zulümlerine ortak olmayı, görevlerinde yer almayı yasakladığını bilip öğrendikten sonra başkalarının sözlerine uyarak Rasulullah (s.a.s)’ın hadislerini gözardı eden, bunları ihmal eden zayıf insanların kalplerine şeytanın soktuğu “maslahat icabı”, “zaruretten dolayı” gibi şüphelere aldırış etme! Nebin olan Rasulullah (s.a.s)’ın yolundan ayrılma! O yolda sabit ol! Seninle beraber gidenlerin az oluşunu önemseme! Sana karşı çıkanların çokluğuna da aldırış etme!

Yesağın kullarına dost olmayı, onlara yardım etmeyi, batıl işlerinde onları desteklemeyi, taptıklarını övmeyi veya korumayı, “ikrah” ve “zarureti” bahana ederek “caiz görme” meselesine gelince…. Bu sayılan şeyleri; sadece bir tehdit, görevden atılma veya rızkın kesilmesi veya ülkeden çıkarılma veya dünya malını kaybetme korkusu ile caiz görmek kesinlikle caiz değildir. Zira bu sayılan sebebler ikrahı gerektiren sebebler değildir. Çünkü rızkı veren kuvvet sahibi Allah’tır. Bu konuda müslüman için ancak nebiler örnek olmalıdır.

Şuayb (a.s)’ın kavmi onu, ya dinlerine dönmesi veya beraberindekilerle birlikte ülkeyi terketmesi konusunda muhayyyer bırakmışlardı. O ise, günümüzdeki insanların kafirlere yardım etmek gayesiyle kendilerini özürlü göstererek ikrah ve mazeret saydıkları bu meseleyi, ikrah ve mazeret görmeyerek tevhidi terketmemiş ve kavmine açıkca şöyle demişti:

(Ülkemizden çıkmayı veya dinimizden dönmeyi) istemediğimiz halde mi (bizi çıkaracasınız)? Allah bizi, sizin dininizden kurtardıktan sonra dininize tekrar döndüğümüz taktirde, elbette Allah’a yalan iftira etmiş oluruz. Rabbimiz Allah dilemedikten sonra bizim için artık, (o) dine dönmemiz (mümkün) olmaz. Rabbimiz, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah’a tevekkül etmişizdir. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet, sen, hükmedenlerin en hayırlısısın.” (A’raf: 88-89)

Bu kimseler Allah (c.c)’ın şu ayetlerini de hatırlasınlar:

“Elif, lam, mim. İnsanlar “iman ettik” demekle imtihan edilmeyip hemen bırakılacaklarını mı sanırlar. Biz onlardan öncekileri de imtihan ettik. Allah sözünde duranları bilir ve elbette yalancıları da bilir. Yoksa kötülükleri işleyenler, bizden kaçabileceklerini mi sanıyorlar? Ne kötü hüküm vermektedirler. Allah’a kavuşmayı uman kimse, bilsinki Allah’ın belirlediği süre işte gelmektedir. Allah herşeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir. Her kim (gerek düşmana ve gerekse nefsine karşı) savaşırsa, sadece kendisi için savaşmış olur. Zira Allah, alemlerden müstağnidir.” (Ankebut: 1-6)

“İnsanlardan bazıları “Allah’a iman ettik” derler. Fakat Allah yolunda bir eziyet görürlerse, insanların fitnesini Allah’ın azabı gibi görürler.” (Ankebut: 10)

Şeyh Hamed b. Atik şöyle diyor:

“Allah (c.c) dünyayı kaybetme bahanesini ileri sürerek küfre girmeyi kendilerine mazeret sayanları, mazeretli saymamış ve onlar hakkında şöyle buyurmuştur:

(Ey Muhammed!) De ki: “Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız evler, eğer size Allah’tan, rasulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimliyse Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Şüphe yok ki Allah, fasık olan bir kavme hidayet etmez.” (Tevbe: 24)

“Kim ahiret sevabını isterse onun sevabını arttırırız. Fakat her kim dünya nimetlerini isterse ona da o istediğinden veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi yoktur.”  (Şura: 20)

“Kim dünyayı isterse, biz de orada ona, dilediğimizi dilediğimiz kimse için acele edip veririz. Sonra da ona cehennemi hazırlarız. Yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. Her kim de mümin olarak ahireti ister ve çalışmasını oraya uygun bir şekilde yaparsa, işte böylelelerin çalışmaları (Allah katında) mükafatlandırılmaya değer bulunur.” (İsra: 18-19)

Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdu:

“Ruhu’l Kudüs (Cibril) kalbime şöyle vahyetti: Hiçbir nefis rızkını tam olarak almadan ölmeyecektir. Şeytan, rızkınızın gecikeceği konusunda sizi kandırarak sakın rızkınızı haram yoldan almaya sevketmesin.”

(İbni Mace, Taberani, Hakim. Hadis değişik yollandan rivayet edildiği için  sahihtir.)

Allah (c.c) müşriklerin, fakirlik ve ihtiyaç mazeretini ileri sürerek Ka’be’ye gelenlerden para kazanacaklarını bildiği için onlar hakkında şöyle buyurdu:

 “Eğer fakirlikten korkarsanız Allah, fazlından dilediği zaman sizi zengin yapacaktır.” (Tevbe: 28)       

Allah (c.c) fakirliği, ihtiyacı mazeret olarak kabul etmemiş ve rızık verenin, kuvvet sahibi olanın sadece kendisi olduğunu bildirmiştir.” (Ed Dureri’s seniye Cihad bölüm s: 17)

Şeyh Abdullatif b. Abdurrahman şöyle dedi:

“Tevbe suresinde zikredilenlerden anlaşılıyor ki, bu sayılanları ve benzeri dünya menfaatlerinin kaybolmasını bahane etmek şer’i bir mazeret değildir. Ayetin belirttiği şekilde yapan kişi, Allah (c.c)’ın kendisine hidayet etmediği bir fasıktır. Fasık lafzı hiçbir şeye bağlı olmaksızın tek başına söylenirse, böyle yapan kişinin azabının en büyük azab olacağını belirtir. Her yerde münker işlendiği halde, buna susan, bu münkeri işleyenlere itaat eden, onların emirlerine boyun eğen, onlara güler yüz gösterip dost olan ve iyi muamele yapan kimsede bir hayır kalır mı acaba?” (Mecmuatir Resail c: 3 s: 4)

İnsanların nefislerinde gizlediklerini ve açığa çıkardıklarını, doğru söyleyenle, yalan söyleyeni, gerçekte ikrah altında olanla, olmayanı en iyi bilen, kulların üzerinde Allah (c.c) vardır. Alimler ikrahın sınırları hakkında söyleyeceklerini söylemişlerdir. Fakat zamanımızdaki insanların çoğu bu meseleyi ya bilmemekte veya bilmiyor gibi davranmaktadırlar. Hafız İbni Hacer Feth’ul Bari’de bunlardan bazılarını zikretmiştir. Bunlar sırasıyla şöyledir:

1 – Zorlayan kişi söylediğini yapabilecek güçte olmalıdır. Zorlanan kişi ise, zorlayan kişinin vereceği zararın altından kalkabileceği güçte olmamalıdır. Yani, kaçabilecek veya gücüyle karşı koyabilecek durumda olmamalıdır.

2 – Zorlayan kişi, kendisiyle korkuttuğu şeyi hemen tatbik edebilecek güç ve istekte olmalıdır. Yani; istediği yapılmadığı taktirde tehdidini hemen, ani olarak uygulayacak güç ve istekte olmalıdır.

 3 – Zorlanan kişi, kendisinden istenilenden daha fazla bir şey yapmamalıdır.

Zaruretlerin durumuna ve miktarına göre hareket etmek, İslami bir kaidedir. Yapılabilecek olan bir şey yapılamayacak şeylerle sakıt olmaz.

Her insan pislikle temizi çok iyi bildiği gibi kendi nefsini de çok iyi bilir. Nefsin sana hesap sorucu olarak yeter. Zaten Allah (c.c) seni gözetmektedir.

Bilindiği gibi günah işleme konusundaki zorlama, küfür işleme, kafirlere dost olma ve tağuta muhakeme olma konusundaki zorlama gibi değildir. Çoğu insan zorlama konusunda, hakkında “ikrah ayeti” inen Ammar b. Yasir (r.a) ile ilgili meseleyi kendisine yanlış olarak delil alır.

Ammar b. Yasir (r.a), kendisine yapılan her türlü eziyet ve işkenceden sonra kaburgaları kırılmış, babası ve annesi gözlerinin önünde öldürülmüştü. İşte ancak bütün bunlara maruz kaldıktan sonra kafirlerin isteğine icabet etmişti. Ammar b. Yasir (r.a)’in durumunu örnek alanlar, eğer hakkı ve doğruyu istiyorsa, onunla ilgili olayı çok iyi hatırlasınlar.

Allah (c.c) Şeyh Abdurrahman b. Hasen’e rahmet etsin! Ammar b. Yasir (r.a)’in hadisesini yanlış olarak kullanan zamanındaki insanlara şöyle cevab vermiştir:

“Ammar (r.a), müşriklere karşı gelerek, onlara ve dinlerine söverek onlardan beri oldu. Bu sebeble müşrikler ona karşı geldiler ve hem kendisine hem de tabi olduğu nebiye şiddetli düşmanlık gösterdiler. Bu sırada İslam’a girmiş ne bir köy ne de bir kabile vardı. Onlar Ammar b. Yasir (r.a)’i yakaladılar. Ona çok şiddetli bir şekilde vurarak, Meymun kuyusuna hapsederek, babasını ve annesini gözlerinin önünde öldürerek işkence yaptılar. Rasulullah (s.a.s), işkence sırasında yanlarından geçerken onlara şöyle dedi:

“Ey Yasir ailesi, sabredin! Sizin için cennet vardır.” (Hakim sahih senedle)

Bütün bunlara rağmen Ammar b. Yasir (r.a), fiili olarak küfür bir amel işlemedi, sadece söz olarak müşriklerin istediği şeyi söyledi.

Siz ise ikrah olmaksızın acele ederek, onlara yaklaşmak için onların hoşlarına gidecek sözleri söylediniz, fiilleri yaptınız. Öyleki sizler, müşrikler sizden bir talepte bulunmamalarına, sizi zorlamamalarına rağmen onlara yaklaşarak onlarla rahatlıkla dost oldunuz. Öyleyse sizin bu durumunuz nerede, Ammar b. Yasir (r.a)’in durumu nerede? Ammar b. Yasir (r.a)’in durumu ile sizin durumunuz batı ile doğu gibidir. Herkes bir tarafta.” Sonra şöyle bir şiir söyledi:

O doğuya gitti sen ise batıya...

Doğu nerede, batı nerede? (Durerus seniye s: 123 Cihad Bölümü)

Şeyh Abdurrahman b. Hasen, Rasulullah (s.a.s)’ın sahabelerinin eziyetlere, işkencelere karşı sabırlarını ve sebatlarını zikrettikten sonra şöyle dedi:

“İşte Rasulullah (s.a.s)’ın sahabelerinin durumu ve müşriklerden gördükleri eziyet ve işkenceler! Onların durumu ve karşılaştığı eziyetler nerede, fitneye düşmüş, batıla doğru koşan, bu batıla sevgi gösteren, yumuşak davranan, meyleden, onu yücelten, öven kimselerin durumu nerede? Onların durumu Allah (c.c)’ın şu ayette buyurduğu gibidir:

“Halbuki evlerinin çeşitli taraflarından yanlarına girilseydi, sonra da müminlere karşı savaşmaları istenseydi, buna katılıp istenileni yapmaktan geri kalmazlardı.” (Ahzab: 14)

Allah (c.c) bizi İslam üzerinde sabit kılsın ve bizlere sebat versin.” (Eddurerü’s Seniye s: 124 cihad bölümü)

Şeyh Abdurrahman sanki bizim zamanımız için konuşmuştur.

İslam’ın zamanımızdaki durumunu, ona yapılan saldırıların büyüklüğünü, yesak kullarının yaptığı tahribatı ve ortaya çıkardığı fitneleri ve bu sebeble İslam’a verilen zararın boyutunu hissetmeyen kimseler bize:

“Sen de meseleyi amma çok büyüttün” diyebilirler. Bu kimselere cevabım şudur:

“Durum, sizin duyduğunuzdan daha büyük, bildiğinizden daha korkunç ve daha tehlikelidir. Siz bunu basit zannediyorsunuz. Oysa bu, Allah katında büyüktür. Tevhid’in kıymetini, Allah (c.c) katındaki büyüklüğünü, kapı ve yollarının çokluğunu, zamanımızda ona karşı gelen insanların fazlalığını bilen, kalbinde bir hayat, Allah (c.c) için bir kıskançlık, bir kızgınlık olan, Allah (c.c)’ın emirlerini ve şeriatini alçaltanlara Allah (c.c) için kızgınlık duyan bir kimse durumun ne kadar tehlikeli olduğunu, İslam’a ve müslümanlara ne kadar zarar geldiğini, İslam ve müslümanlar için tehlikenin ne kadar büyük olduğunu farkeder. Fakat ne yazık ki, gördüğünüz insanların çoğunun kalpleri ölmüştür. Zamanımızdaki şirk ve batılı kalpleri sindirmiş, ona alışmış ve onu basit görmüşlerdir. Zamanımızda İslam öyle bir duruma düşürülmüştür ki, bu durum sanki burnuna sinek konan bir kimsenin eliyle onu uzaklaştırması gibi basit bir mesele haline gelmiştir.

Zamanımızdaki insanların çoğu zaruret ve ikrahı bahane gösterirler. Oysa onlar ne hapse girmiş ne zincire vurulmuş ne dövülmüş ne de işkence altında kalmışlardır. Ammar (r.a)’ın başına gelen eziyet ve işkencelerin binde biri bile başlarına gelmemiştir. Buna rağmen, “zaruret” ve “ikrah” bahanesiyle dinin temellerinin yıkılmasına, tevhide ve tevhide çağıranlara yapılan eziyetlere nemelazımcı bir tavır takınarak tağut ve yardımcılarının zulümlerine susmakta ve onlara karşı zillet göstermektedirler.

Onlar; can, görev, ev, vatan, rızık, çocuklarının geleceği v.s. gibi dünyevi kılıfların arkasına sığınarak bunların kaybolması korkusuyla tevhidi öldürmekte ve bunun kendileri için mazeret olduğunu söylemektedirler. Oysa İslam alimleri, “gerçek ikrah” olan durumları belirtmiş, onun şart ve sınırlarını tayin etmişlerdir. Size bunların bazılarını zikrettik. Onlar, gerçek ikrah ile sadece korkmak arasında fark olduğunu belirtmişlerdir. Aynı, “Kur’an mahluktur” fitnesinde, ehli sünnet ve’l cemaat imamlarından Ahmed b. Hanbel (r.a)’in yaptığı gibi...

“Kur’an mahluktur” fitnesinde Yahya b. Muin fitneye düşmüş ve kendisine ikrah mazeretini delil göstermişti. Bir gün Ahmed b. Hanbel (r.a)’in evine:

“Kalbi iman ile dolu olduğu halde zorlanan hariç...” (Nahl: 106)

ayetini okuyarak girdi. Ahmed b. Hanbel (r.a) bunu duyunca yüzünü ondan çevirdi. Yahya b. Muin, Ahmed b. Hanbel (r.a)’in karşısında mazeretini tekrarlayarak şöyle dedi:

“Ammar b. Yasir (r.a)’in hadisi...” Fakat Ahmed b. Hanbel (r.a) yüzünü yine ondan çevirdi. Yahya b. Muin, Ahmed b. Hanbel (r.a)’in evinden çıkarken Ahmed b. Hanbel (r.a) şöyle dedi:

“Şu adama bakın! Ammar (r.a)’ın hadisini kendisi için delil gösteriyor. Oysa Ammar (r.a)’ın hadisi şöyledir:

“Ey Allah’ın rasulü! Müşriklerin yanından geçerken, onlar sana sövdüler. Bu sebeble onları azarladım, kendilerine karşı çıktım. Onlar da beni yakalayıp dövdüler ve işkence yaptılar.”

Ammar (r.a)’ın durumu işte böyleydi. Halbuki sizin durumunuz böyle değildir. Size işkence yapılmadı, dövülmediniz. Size sadece; “böyle kabul etmezseniz sizi döveceğiz” denildi ve siz buna rağmen onlara uydunuz.” Yahya b. Muin, Ahmed b. Hanbel (r.a)’in sözünü duyunca şöyle dedi:

“Göklerin altında Allah (c.c)’ın dinini senden daha iyi bilen bir başkasını vallahi görmedim.” (Eddurerus Seniye, Mecmuatu’t Tevhid)

Buna ek olarak, İslam alimleri “İkrah Bölümünde”, kafirlerin istediklerini vermeyip azimeti seçerek Allah (c.c)’ın dininde sabit kalmanın daha hayırlı olduğunu her zaman söylemişlerdir. Gerek sahabelerin ve gerekse büyük alimlerin hayatlarına baktığımızda, bu kitaba sığmayacak kadar çok sayıda eziyet ve işkencelere sebat gösterdiklerini görürüz. Mesela Buhari’nin Sahihi’nde “Küfrü Reddederek İşkence, Ölüm Ve Dövülmeye Sebat Göstermek” bölümüne bakarsan bir çok örnek görürsün.

Hafız İbni Kesir şöyle dedi:

“Ölüme kadar dinde sebat etmek, müslüman için daha efdaldir.” (İbni Kesir Tefsiri)

İşkence karşısında dininde sebat edip eziyetlere sabretmek müslüman için her zaman daha iyidir. Çünkü bu din için kendini feda eden, Allah (c.c)’a verdiği sözü yerine getiren, Allah (c.c) ve dini için herşeyini feda edebilen, kalıcı olan şeyleri geçici olanlara tercih eden kimseler muhakkak olmalıdır. Rasullere bağlı olanların başlarına gelenleri tarihte görüyoruz. Onlar testereyle parça parça edildiler, her türlü işkenceye maruz kaldılar, fakat dinlerinden, akidelerinden asla geri dönmediler. İşte nebilerin sünneti, rasullerin daveti budur! Rasulullah (s.a.s), dinde sabit kalmamız için geçmiş muvahhidlerin haberlerini, kıssalarını, gördükleri eziyet ve işkenceleri bize örnek olsun diye şöyle anlatmıştır:

“Sizden önceki ümmetler içinde öyle kişiler vardı ki; onlardan biri, müşrikler tarafından kazılan çukura başı dışarıda kalacak şekilde gömülür, sonra bir testere ile başı kesilerek ikiye bölünürdü de bu işkence bile o mümini dininden döndüremezdi. Bir başkasına; demir taraklarla eti kemiğinden ayrılıncaya kadar taranarak işkence edilirdi de bu işkence bile o mümini dininden döndüremezdi.” (Buhari, Müslim)

İşte Rasulullah (s.a.s), geçmiş müslümanların kıssalarını sahabelere anlatarak onları işkencelere, zorluklara karşı sabırlı olmaya teşvik etmiş, işkenceye maruz kalan fakat eziyetlere dayanamayan Ammar (r.a)’ın böyle bir duruma düşmesinden sonra ise ona ikrah ruhsatını hatırlatmıştır.

Fakat zamanımızda İslam davetçisi olduğunu söyleyen kimseler her nedense sürekli olarak “zaruret” ve “ikrah” ruhsatını tekrarlayıp durmaktadırlar. Bu kimseler acaba Allah (c.c)’ın dinini ne zaman açıkça ortaya çıkaracaklardır?

Ey müminler! Sizler dininizde sebat gösterin! Vallahi işkence altında geçirdiğiniz günler o kadar hızlı geçer ki, bir müddet sonra sanki o anların rüya olduğunu hissedersiniz. İşkence günleri geçtikten sonra sanki üzerinizdeki sadece bir yorgunluktur. Sanki size bir işkence yapılmamış ve sanki siz mutsuz olmamışsınız... Çünkü gerek işkence yapan ve gerekse yapılan kimselerin hepsi sonunda Allah (c.c)’a döneceklerdir. Kötülük ve küfür işleyenler yaptıklarına karşılık cehennemi bulacak, Allah (c.c)’ın dini için sabır gösterenler, sebat edenler ise cennetle mükafatlandırılacak ve sonsuza kadar orada mutluluk içinde yaşayacaklardır. Evet! Hayat çok kısadır. Çabuk geçer. Ne mutlu onu Allah (c.c) ve dini için kullanabilenlere!

Davetin maslahatı, zamanımızda çok tehlikeli bir bahane olmuştur. Bu bahane sebebiyle nice İslam davetçisi(!), kafirlere dostluk göstererek, akidelerinden tavizler vererek dinlerini ve tevhidlerini bozmuştur. Buna rağmen hala bu kimseler davet maslahatı bahanesi ile ve düştükleri bu zelil durumdan insanlar katında kendilerini kurtarmak için Rasulullah (s.a.s)’ın Mekke’de putlar arasında on üç sene kalışını delil gösterebilmektedirler. Oysa İslam’ı, dinini ve Rasulullah (s.a.s)’ın davetini bilen bir kimse, bu tür zihniyetlerin küfürlerine bahane olarak gösterdikleri bu delilin onların lehine olmadığını çok iyi bilir. Çünkü onlar Rasulullah (s.a.s)’ın Mekke’deki durumunu delil alarak bu meseleyi gözlerinde basit görmekte, böylece kafirlerin içine girerek küfür ve şirk amelleri işlemektedirler.

Mesela; yesak düzeninin ordularına katıldılar, emniyet görevlisi oldular, millet vekili oldular, hakim oldular ve bunun gibi İslam’a zıt, daha nice küfür devletlerinin bekasını sağlayıcı görevleri icra ettiler...

Tağut ordusunda görev almanın, emniyet görevlisi veya şirk olan teşri meclisinde millet vekili olmanın Rasulullah (s.a.s)’ın Mekke’de on üç sene putların arasında yaşaması ile ne alakası var? Acaba bu mesele kendileri için nasıl delil oluyor? Onların tağuta karşı ihlaslı olacaklarına, kafir anayasaya ihlas ve sadakat göstereceklerine dair yemin ettikleri gibi acaba Rasulullah (s.a.s) de müşriklere ve putlarına karşı ihlaslı ve saygılı olacağına dair bir yemin yaptı mı? Eğer böyle yapmışsa işte o zaman Rasulullah (s.a.s)’ın Mekke’deki kalışını kendinize delil gösterebilirsiniz. Fakat sizlerde zerre kadar iman, zerre kadar utanma olsa, kendi durumunuzu Rasulullah (a.s)’ın durumuna asla benzetmezsiniz.

Rasulullah (s.a.s)’ın Mekke’deki durumunu kendi durumunuza kesinlikle delil alamazsınız. Rasulullah (s.a.s) Mekke’de bulunduğu devrede bu putlara hep karşı çıktı, onlara tapanları tekfir etti, onların sahte olduğunu açıkça ilan etti ve gerek onlardan gerekse onlara tapanlardan beri olduğunu apaçık bir şekilde söyledi. Çünkü bu, la ilahe illallah’ın ilk şartıdır.

Rasulullah (s.a.s), Mekke’de iken putlara tapanlardan beri olduğunu ve putlara tapanlara; bunlara tapmaya devam ederlerse cehennemde kalacaklarını açıkça söylemedi mi? Kendisi zayıf ve kendisine bağlananlar az olmasına rağmen apaçık bir şekilde onlara karşı gelmedi mi? Bu soruların cevabını, Rasululah (s.a.s)’ın Mekke’deki yaşantısını kendilerine delil alan kimselere bırakıyoruz ve özet olarak şöyle diyoruz:

İnsanları her türlü şirkten kurtarmak gayesiyle şirke karşı susmak, şirkin içine girmek, şirk işlemek ve müşriklere dost olmak akla mantığa sığar mı? Yanlışı yanlışla düzeltmek hiç doğru olur mu? Bozgunculuk, yine bozgunculuk yaparak düzeltilebilir mi? Necasetle necasetin, sidikle sidiğin temizlenebileceğini hiç bir akıl sahi-bi söyleyebilir mi? (1)

Kendilerinin İslam davetçisi olduğunu söyleyenler; şirke karşı susmalarına, ona karşı zillet göstermelerine, ona dost olmalarına ve itaat etmelerine “zararı defetme kaidesini” mazeret olarak gösterebilirler. Ey akıl sahipleri! Dünyada şirkten daha zararlı bir şey var mıdır? Ey akıl sahipleri! Dikkat edin! Ey gafiller! Bir an evvel tevbeye koşun! Fitne, dinin teferruatlarında veya dünyayla ilgili meselelerde olmamış, dinin aslında olmuştur. Aileler, işler, mallar, ticaretler ve meskenler bu dini korumak için feda edilmelidir. Yoksa bu sayılanlar için din feda edilmemelidir.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

(Ey Muhammed!) De ki: “Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız evler, eğer size Allah’tan, rasulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimliyse Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Şüphe yok ki Allah, fasık olan bir kavme hidayet etmez.” (Tevbe:24)

Ey Allah (c.c)’ı isteyen kişi! Bu ayeti dikkatle oku! Dikkatle düşün! Allah (c.c), bu ayette saydığı sekiz şeyin hepsini kendisi, rasulü ve kendi yolunda cihad için feda etmeni emrediyor. Bunlardan sadece bir veya bir kaç tanesini değil hepsini feda etmeni emretmiştir. Alla-h’ın dini senin için herşeyden üstün ve değerli olsun!

Muvahhidlerin yolunda gidenlerin azlığı, ona karşı çıkanların çokluğu sebebiyle sen yolundan ayrılma! Yolunda yalnız ve desteksiz olduğunu söyleme ve Allah (cc) için çalışmanda gevşeme! Hiçbir zaman şöyle söyleme: “İnsanlar nerdedir? Bu yolda niçin gitmiyorlar? Ben de onlar gibi hareket edeceğim.” Bil ki, böyle bir düşünce çoğu insanın helak sebebidir.

Muvahhid olan nefsini ve ailesini kurtarmaya çalışsın! Dinini ve akidesini sımsıkı tutsun! Ondan zerre kadar taviz vermesin! Kendisiyle berabar olanların azlığına ve kendisine karşı olanların çokluğuna aldırış etmesin ve sahabelerin fitne anında söylediği sözü söylesin!

Sahabeler fitnet anında şöyle derlerdi:

“Eğer sana bir musibet gelirse önce malını feda et! Eğer malın yetmiyorsa, nefsini feda et ama sakın dinini feda etme! Çünkü dinini feda eden asıl kaybedendir.”

(İbni Hacer; El Metalibul Aliye’de zikretmiştir. Mevkuf sahih bir rivayettir)

Ey muvahhid! Şunu iyi bil ki, her zaman hak ehli az-dır. Geçmişte az idi, şimdi ve gelecekte de az olacaktır. Özellikle zamanımızda az olacaktır. Çünkü zamanımızda hak ve gerçek tevhid garip kalmıştır. Buna rağmen gerçek muvahhid, Allah (c.c)’ın kendi yanında olduğunu bilir ve hiçbir zaman yol yalnızlığını hissetmez. Çünkü o, geçmiş ümmetleri, Allah (c.c)’ın verdiği nimetleri, nebileri, sıddikleri, şehidleri ve salihleri hatırlar. Onlar ne güzel arkadaştır! Bil ki, hak insanlarla bilinmez. İnsanlar hakla bilinir. Hak, müminin kaybettiği ve devamlı aradığı bir şeydir. Haydi! Helake değil, hidayete bağlanmaya koşun! Allah (c.c) takva sahibi olanların dost ve yardımcısıdır.


   (1) İbni Teymiye (r.a)’ye şöyle bir soru soruldu: “Bir takım haydutlar vardı. Bunlar, insanları öldürmek, yol kesmek, hırsızlık yapmak, içki içmek vb. amelleri işlemek için toplanırlardı. Hayra davet eden, sünnete bağlı olduğu bilinen bir şeyh bu yaptıklarını engellemek, onlara hidayeti göstermek için onlara vaazu nasihat yapmak istedi. Onlara vaazu nasihat yapmak için onları mübah olan bir şarkıyı dinlemeye çağırdı ve ancak bu şekilde onları toplayabildi. Bu şekilde toplananlara vaazu nasihat yaptı. Bunlardan bazıları işlediği günahlardan tevbe ettiler ve Allah (c.c)’ın farzını yerine getirmeye, haramlardan uzak durmaya başladılar. Acaba şeyhin bu yaptığı doğru mudur? Maslahat icabı şarkı dinletebilir mi?” İbni Teymiyye (r.a) şöyle dedi:

“Bu; batıl, fasit, bid’at olan bir yoldur. Üstelik Rasulullah (s.a.s)’ın metodu buna ihtiyaç bırakmaz” (İbniTeymiyye, Fetvalar c: 11 s: 620)

Başa Dön   Devam