BAZI ŞÜPHELER VE CEVAPLARI

 

Birinci Şüphe:

 

Tağuta, tağuti sistemlere, ona bağlı olan ve boyun eğenlere Allah (c.c)’ın verdiği küfür sıfatını vermek, bazı insanlara ağır geliyor.

Çünkü gerek bu sistemler ve gerekse onlara bağlı olanlar Allah (c.c)’ın varlığını açıkça inkar etmemekte hatta namaz ve oruç gibi bazı ibadetlerin yapılmasına izin vermektedirler. Yine asrımızın yesağının bağlısı fertlerden bazıları la ilahe illallah’ı telaffuz etmekte, namaz, oruç, zekat, hac gibi İslam’ın rükunlarını yerine getirmekte, din adamlarına, dini müesseselere saygı göstermekte, hatta bazıları bu müesseselere yardım etmekte ve çalışmalarına izin vermektedir. İşte bu özellikleri sebebiyle bazı insanlar onlara, Allah’ın verdiği kafir sıfatını vermekten çekinmektedir.

Onlara şöyle cevab verilir:

Allah (c.c)’ın şeriatini bir kenara atarak yerine beşeri sistemleri koyan, Allah (c.c)’ın kanunlarıyla değil, beşeri kanunlarla hükmeden, bu beşeri kanunları insanlara uygulamaya zorlayan tağutları ve destekçilerini tekfir etmeyen kimseler şüphesiz ne la ilahe illallah’ın manasını ne de İslam’ın ne demek olduğunu bilmektedir.

Bu, eğer onlar hakkında hüsnü zan yaparsak böyledir. Fakat bu kimselerden kültürlü olanlar ve İslam’ı bildiklerini iddia etmelerine rağmen bu şüpheyi ortaya atanlar hakkında bu hüsnü zannı yapmak mümkün değildir. Onlar hakkında; “la ilahe ilallah’ın ve İslam’ın gerçek manasını bilmiyorlar” diyemeyiz. Zira onlar böyle sistemlerin, Allah (c.c)’ın hükümlerini değiştiren sistemler olduğunu, Allah (c.c)’ın dininde bunun küfür olduğunu çok iyi bilirler.

Kur’an’ı kerim başından sonuna kadar ve Rasulullah (sas)’ın sünneti, bu şüphenin batıllığını açıkça ortaya koymuş ve önünü kesmiştir.

İslam davetinin tarihindeki müşriklere karşı yapılan mücadeleler, Rasulullah (s.a.s) ve sahabelerinin yirmi üç sene boyunca çektiği zorluk ve meşakkatler, yaptıkları savaş ve cihadlar, müşrikler la ilahe ilallah’ı sadece dilleriyle telaffuz etsinler diye olmamıştır. Aynı şekilde Kur’an’ı kerim yirmi üç sene boyunca, insanların la ilahe illalah’ı sadece telaffuz etmeleri ve tagutların izin verdiği bir takım ibadetleri yapmaları için emir ve yasaklar bildirmemiştir.

Kureyş’in, Rasulullah (s.a.s)’a: “Bir sene sen bizim ilahımıza ibadet et, bir sene de biz senin ilahına ibadet edelim” şeklindeki teklifi ile asrımızın yesağının kullarının söz veya hareketle: “Mescidde Allah (c.c)’a ibadet ederiz, fakat parlementoda, üniversitelerde, ticarette, siyasette, iktisadda, yollarda v.s. Allah (c.c)’tan başkasına itaat ederiz” şeklindeki söz ve amelleri arasında acaba ne fark vardır? Bu iki durum acaba birbirine benzemiyor mu? Bu iki durum arasında sadece bir fark vardır. O da; Kureyş müşriklerinin yaptığı teklifin zamanla sınırlı oluşu, asrımızın yesağının kullarının yaptığı teklifin ise mekan ve mevzularla sınırlı oluşudur.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Hepiniz tam olarak silme girin!”  (Bakara: 208)

Ayetteki “silm”den kasıt; Taberi tefsirinde ve diğer tefsirlerde geçtiği gibi, İslam’dır.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Fitne kalmayıncaya ve din, tamamen Allah’a ait oluncaya kadar onlarla savaş! Eğer vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah, yaptıklarını görmektedir.” (Enfal: 39)

“Allah’ı ve rasullerini inkar edenler, Allah ve rasulleri arasını açmak isteyenler, bazılarına inanır, bazılarını da inkar ederiz, diyenler ve (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler... İşte gerçek kafirler bunlardır...”                                                    (Nisa: 150)

“Hüküm vermek yalnız Allah’a aittir. Kendisinden başkasına değil, yalnız O’na kulluk etmenizi emretti. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf: 40)

Allah (c.c)’ın bizden istediği; sadece şehadeti telaffuz etmemiz değildir. Bunu daha önce açıklamıştım. Burada ek olarak şunu söylüyorum:

“İslam alimleri Kur’an’ı ve sünnetin hepsini gözden geçirdikten sonra İslam’a girmek için la ilahe illalah şehadetiyle ilgili şartların ve onu bozan şeylerin neler olduğunu belirlediler. Bu şartların bir tanesi tahakkuk etmezse veya onu bozan şartlardan bir tanesi vuku bulursa la ilahe illallah şehadeti ve İslam iddiası geçersiz olur. Şahit olduğumuz ortam apaçık göstermektedir ki, bir zamanlar İslam diyarı olan üzerinde yaşadığımız şu topraklarda nice insan, mürted ve müşrik olmasına rağmen yine de la ilahe illallah şehadetini telaffuz etmektedir. Onların küfürlerinde kimsenin şüphesi yoktur. Şayet la ilahe illallah şehadetinin telaffuz şartları ve onu bozan şeyler olmasaydı, şüphesiz herkes tarafından kafir kabul edilen bu kimselerin müslüman olmaları gerekirdi. La ilahe illallah’ı ve İslam’ı bozan amellerden, büyük şirk ve daha önce belirttiğim laiklik ile asrımızın yesağından başka şunlar da vardır:

a – Kendi verdiği hükmün ve gösterdiği yolun veya başkalarının verdiği hükmün ve gösterdikleri yolun Rasulullah (s.a.s)’ın şeriat ve gösterdiği yoldan daha üstün olduğuna inanmak. Tağutların hükmünü Rasulullah (sas)’ın hükmüne tercih edenler gibi... Bu, küfürdür.

b – Hıdır (a.s)’ın, Musa (a.s)’nın şeriatine uymama hakkı olduğu gibi kendisinin veya başkalarının da Rasulullah (s.a.s)’ın şeriatine uymama hakkı olduğuna inanmak.

İbni Teymiye (r.a)’ye, şehadeti telaffuz ettiklerini, müslüman olduklarını söyleyen, İslam’ın bir takım ibadetlerini yerine getiren fakat Cengiz Han’ın koymuş olduğu yesağa uyan ve bir kaç defa Şam’a saldıran tatarlara karşı savaşma hakkında soruldu. Bu konuda daha önce İbni Kesir’in görüşünü belirtmiştim.

İbni Teymiye (r.a) buna çok uzun bir cevap verdi. Verdiği cevabın bir kısmı şöyledir:

“Her kim İslam’ın mütevatir olan açık şartları dışına çıkarsa müslümanların ittifakıyla, iki şehadeti söylese bile ona savaş açılır. İki şehadeti kabul etmelerine rağmen beş vakit namazı kılmayı kabul etmezlerse, beş va-kit namazı kılıncaya kadar, namazı kılmayı kabul eder fakat zekatı vermeyi kabul etmezlerse zekat verinceye kadar, bunları yapmalarına rağmen, Ramazan orucunu tutmayı veya hacca gitmeyi kabul etmezlerse bunları yapıncaya kadar onlara savaş açılır. Bütün bunları yapar fakat ahlaksızlığı, zinayı, kumarı, içkiyi veya şeriatin haram kıldığı herhangi bir şeyi haram kılmazlar veya kanda, malda, ırzda, nesepte Allah (c.c)’ın kitabı ve rasulünün sünnetinin hükümlerini uygulamazlarsa yine onlara savaş açılır. Yine bu kimseler marufu emredip, münkerden nehyetmez, cizyeyi alçalmış bir vaziyette verinceye kadar kafirlerle savaşmazlarsa veya Allah (c.c)’ın apaçık olan isim ve sıfatlarını veya kaza ve kaderini inkar ederek Kur’an’a, sünnete ve selefi salihine zıt bidatler ortaya çıkarır veya dört halifenin zamanında müslümanların icma ettiği konulara karşı gelir ve yalanlarlarsa yine onlara savaş açılır.

Muhacir ve ensardan olan ilk müslümanlara ve onlara tabi olanlara laf atan, müslümanları İslam şeriatine muhalif emirlere itaat etmeye zorlayan kimselere de savaş açılır. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Fitne ortadan kalkıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (Bakara: 193)

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah’tan korkun ve ribadan geri kalanı bırakın! Fakat bunu yapmazsanız, Allah’a ve rasulüne karşı savaşa girdiğinizi bilin!” (Bakara: 278-279)

Bu ayet taif ahalisi hakkında inmiştir. Bunlar İslam’a girdiler, namaz kıldılar, oruç tuttular, fakat faizi terketmeye yanaşmadılar. Allah (c.c) bu ayette faizi bırakmazlarsa Allah (c.c)’a ve rasulüne karşı gelmiş ve savaş açmış olacaklarını bildirmiştir. Faiz, iki tarafın rızasıyla alınan maldır ve Allah (c.c)’ın haram kıldığı amellerin sonuncusudur. Faizi terketmeyi kabul etmeyen kişiler Allah (c.c) ve rasulüne karşı savaş açmış sayıldıkları için, Allah (c.c) onlarla savaşmayı emretmiştir. Durum böyleyken İslam’ın hükümlerinin bir kısmını veya çoğunu terkeden tatarlar gibi kimselere karşı takınılması gereken tavır acaba nasıl olmalıdır? Elbette bundan daha şiddetli...

Herkes tarafından bilinmektedir ki, İslam dininden başka bir dine, Rasulullah (s.a.s)’ın şeriatinden başka bir şeriate bağlanmayı caiz gören kafirdir. Bunun küfrü kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını reddeden kimsenin küfrü gibidir. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Allah’ı ve rasullerini inkar edenler, Allah ve rasulleri arasını açmak isteyenler, bazılarına inanır, bazılarını da inkar ederiz, diyenler ve (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler...” (Nisa:150) (Fetvalar Cihad Bölümü s: 281-288)

Yine İbni Teymiye (r.a)’ye:

Tatarların, kendileriyle birlikte zorla savaşa çıkarttığı (zamanımızdaki mecburi askerlik de böyledir), ilim, fıkıh, tasavvuf v.s. ehli olduğu halde tatar askerleri içinde yer alıp hem tatarlara hem de onlarla savaşanlara müslüman hükmünü veren fakat her iki guruba da zalim diyen ve hiç kimseyle savaşmayıp taraf da tutmayan kimselerin hükmü soruldu.

İbni Teymiye (r.a) onlara şöyle cevab verdi:

“Halkın en şerlisi tatarlar yanında savaşan, onlarla dost olan kişi; ancak kendisinden iman kabul edilmeyen fakat zahiren İslam’ını gösteren bir zındık veya bir münafık ya da bidatçilerin en şerlisi Rafizi, Cehmiyye ve Ticariyye fırkasından ya da insanların en faciri, en fasıklarındandır. Bunlar Ka’be’ye haccetmeye güçleri olduğu halde haccetmezler. Bu kimseler arasında namaz kılan ve oruç tutanlar olabilir fakat onların çoğu namaz kılmayan, zekat vermeyen kimselerdir. (Fetvalar s: 280 mesele: 516)

Bu konuyla ilgili olarak kitabının bir başka yerinde İbni Teymiye (r.a) şöyle dedi:

“Her kim tatarların veya bir başkasının ordusunun emri altına girerse işte o kimsenin hükmü, aynıonların hükmü gibi olur. Onlar İslam’dan ne kadar irtidat etmişlerse, diğerleri de o kadar irtidat etmiş sayılırlar.

Selefi salihin; namazı kıldıkları, orucu tuttukları ve müslümanlara savaş açmadıkları halde zekatı vermeyenlere mürted ismi vermiştir. Allah (c.c) ve rasulüne düşman olanlarla birlik olup müslümanlara savaş açanın hükmü nasıl olur acaba?” (Fetvalar s: 291 Cihad bölümü)

İbni Teymiye (r.a) bu konuyla ilgili olarak, kitabının bir başka sayfasında şöyle demiştir:

“Fitne zamanında müslümanlar birbirleriyle çarpıştıkları zaman savaş etmeye zorlanan kişinin savaşmaması gerekir. Onun yapacağı en güzel şey; eline verilen silahı bozmak veya mazlum bir şekilde öldürülünceye kadar sabretmektir. Durum böyleyse, İslam şeriatine karşı çıkan, onu uygulamayan, zekatı vermeyen ve böylece mürted olan kimselerle birlikte müslümanlara karşı savaşmaya zorlanan bir müslümanın, öldürülme ikrahı olsa veya müslümanlar kendisini öldürecek olsalar bile, müslümanlara karşı asla savaşmaması gerekir. Çünkü bir başka müslümanın nefsini feda ederek kendi nefsini kurtarması doğru değildir.”(Fetvalar s.295 cihad bölümü)

Bu anlatılanlardan anlaşılıyor ki, la ilahe illallah’ı telaffuz etmenin ve bir takım ibadetleri yapmanın, la ilahe illallah’ı bozan amellerin yanında hiç bir kıymeti yoktur.

İbni Teymiye (r.a)’nin ve diğer alimlerin; “İslam dininden irtidat etmek, asli küfürden daha tehlikelidir.” sözleri üzerinde durmak istiyorum. Şüphesiz İslam’dan dönerek mürted olmak, kafir olup İslam’a girmemekten çok daha tehlikelidir. İslam düşmanı yahudi ve haçlılar bu meseleyi idrak etmişlerdir. Onlar, müslümanları komünizm ve benzeri başka dinsiz fikirlere bağlatmayı başaramadılar. Önceki tecrübelerine dayanarak ve çok düşündükten sonra pis ve tehlikeli bir plan uyguladılar. İşte bu plan; İslam şeriatinin hükümlerini yürürlükten kaldırarak beşeri kanunların hükümlerini yürürlüğe koyan hükümetlerin iş başına getirilmesidir. Böyle sistem, nizam ve hükümetleri iş başına getirmek için de yine İslam’ı kullandılar. Kendilerinin de müslüman olduklarını, İslam akidesine saygılı olduklarını ve bir takım ibadetlere izin verdiklerini söylediler. Bu hükümetlerin başındakilere de kahraman süsü verdiler. Böylece halkı onlara bağladılar, boyun eğdirdiler. Sonra halkın İslam şuuruna dokunmadan İslam’ın hükümlerini yavaş yavaş yıkmaya başladılar. İşte bu sebebledir ki, bu hükümetlerin başında bulunanlar, İslam’a iman etmediklerini açık bir şekilde söylemeye cesaret edemezler. Fakat demokrat olduklarını övünerek söylerler. Oysa sonuç aynıdır. Fakat resim henüz tamamlanmış değildir...

 

İkinci Şüphe:

 

İnsanların çoğunun papağan gibi ağızlarında geveledikleri bir şüphe vardır. O da; “şeriat sabittir, hayat ise değişmektedir. Sabit olan, değişkenlerin ihtiyaçlarını gideremez. Bu nedenle değişken hayat için, sabit olan İslam şeriatinden başka hükümler aramak gerekir. Yeni asrın ilmine uygun, insani tecrübelere dayanan yeni kanunlar aramak gerekir. Din ise, fertlerin ruhunu terbiye etmek için muhafaza edilmelidir.” İşte zamanımızın laik düzenlerinin durumu budur!

Bu şüphe, ilk olarak İslam’ı engelleyen İslam düşmanlarının ortaya attığı bir şüphedir. Allah (c.c)’ı ve Allah’ın kudretini tam anlamıyla bilen bir insan bu şüpheyi ortaya atmaz. Çünkü bu şüphe, yüce Allah (c.c)’ı cehaletle ve eksiklikle itham etmek demektir. Bu şüpheyi ortaya atan ve bu sözü söyleyen kişiye yapılacak ilk iş, onu yeniden imana davet etmek, Allah (c.c)’ı ve Allah (c.c)’ın  kudretini ona iyice tanıtmaktır. Fakat biz, bu şüphenin İslam’ı yeni öğrenmek isteyen bir kişi tarafından bir soru olarak ortaya atıldığını farzedelim. Böyle diyen bir kimseye verilecek cevap şudur:

Bu şüphe hakkında konuşabilmek için şu iki şeyi kabul etmiş olman gerekir:

Birincisi: İslam şeriati sabittir, hükümleri donuktur, esnek değildir, genişlemeyi kabul etmez.

İkincisi: Beşeri hayat devamlı değişmektedir ve beşeri hayatta hiçbir şey sabit olarak kalmaz.

Fakat gerçek şudur ki farzettiğin bu iki şey doğru değil, gerçeğe zıt faraziyelerdir. Avrupa ve hristiyanlığın durumu seni bu şüpheyi ortaya atmaya sevketmiştir. Çünkü Avrupa felsefesini ortaya atan fikir sahipleri hayatta herşeyin değiştiğini zannettiler. Böylece hayattaki herşeyin daha önce sabitken şimdi değişken olduğuna inanıldı. İslam düşüncesi bu düşünceyi asla kabul etmez. Çünkü İslam düşüncesi; mutlak sebatı, yani; hiç değişmemeyi ve mutlak değişmeyi, yani hayatta her şeyin değiştiğini kabul etmez. Daha açık bir ifadeyle İslam düşüncesi, hayatı; sabit bir çerçevenin içinde, sabit bir eksen etrafında değişen bir hayat olarak kabul eder. Şöyleki; hayatın hem sabit, hem de hareketli olan yönü vardır. Bu özelliğin İslam düşüncesinde olması, bu şeriatin, hayatı yaratan Allah (c.c)’tan olmasındandır. Bu sebeble İslam şeriati hem değişmeyen, sabit kalan, hem değişen sabit olmayan meselelerle ilgili hükümler bildirmiştir. Selefi salih, hayatın bazı meselelerinin değişken olduğu gerçeğini kavramıştır.

Bunu Ömer b. Abdilaziz (r.a)’in şu meşhur sözünden anlamaktayız:

“İnsanlar her ne kadar yeni haram işlerlerse o kadar da yeni ve değişik hükümler ortaya çıkar.”

İmam Şafii’nin ictihadından da bunu anlarız. İmam Şafii Mısır’a gittiği zaman Irak’ta yaptığı çoğu ictihadını değiştirmiştir. Bu sebeble onun hakkında şöyle deniyor: “Eski mezhebi, yeni mezhebi.”

Usul kaidesinden de bunu anlarız. Şöyle bir usul kaidesi vardır:

“Haller ve durumlar değiştikçe fetvalar da değişir.”

Sahabeler ve İslam alimleri hayatın bazı meselelerinin değişken olduğunu, fetvaların buna göre değiştiğini ve İslam şeriatinin böyle bir özelliğe sahip olduğunu gayet iyi bir şekilde idrak etmişlerdi. Fakat bununla birlikte:

“Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’dan razı oldum.” (Maide: 3) ayetinde zikredilen büyük gerçeği de idrak etmişlerdi. Aynı şekilde Allah (c.c)’ın:

     “Size kitabı tafsilatlı olarak indirmişken, Allah’ tan başka bir hakem mi kabul edeyim?”(En’am: 114) ayetindeki bu gerçeği de idrak etmişlerdi.

Allah (c.c)’ın:

“Ben, cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat: 56) buyurduğu büyük gerçeği de anlamışlardı. Bu ayet insanların varoluş gayesini tayin etmekte, insanların varlığının temiz çerçevesini sınırlandırmakta, şeriatin geniş çerçevesini ve beşeri hayatın dairesini çizmektedir.

Bu ise aşağıdaki şu üç kısmı geçmez.

1 – İnsan ve tabiatıyla alakalı, zamanla mekanla değişmeyen sabit bölüm, hiç değişmeyen bölümdür. İşte İslam şeriati bu sabit olan insan tabiatı için zaman ve mekanla değişmeyen sabit hükümler bildirmiş ve bu hükümleri açık ve tafsilatlı bir şekilde açıklamıştır. Örneğin; namaz, oruç, hac, değişik taharet hükümleri; evlenme, boşanma, ev reisi olma vs. gibi aileyle ilgili hükümler; iddet, evlenilmesi haram ve helal olanlar; zina, içki, hırsızlık, ihanet vs. gibi kesin haram olan meselelerle ilgili hükümleri Allah (c.c) apaçık bir şekilde açıklamış, sınırlarını koymuştur. Bu hükümler zaman ve mekanla değişmez. İnsanların bunları değiştirme yetkisi yoktur. Şayet Allah (c.c) böyle meselelerle ilgili hükümleri insanlara bıraksaydı, şüphesiz insanlar saparlardı.

2 – Özü ve hedefi bakımından sabit olup şekil ve üslub bakımından Allah (c.c)’ın kainattaki kanunlarına göre değişen durumlar... Örneğin; ekonomide takib edilecek yol, eğitim ve öğretim metodları vb. konulardaki hükümler ve hükmü uygulama şekilleri.

Bu özellikteki konular için İslam şeriati genel kaide ve sınırlar koymuştur. Bu sınırları aşmamak şartıyla değişiklikler olabilir. Örneğin; İslam’daki hüküm, değişmeyen belli temel kaideler üzerine bina edilmiştir. Hüküm verme hakkı yalnız Allah’a aittir. O’nun indirdikleriyle hükmedilmesi gerekir. Hükümde müslümanların maslahatına ve müslümanlardan zararın kaldırılmasına riayet edilmelidir. İnsanlara adaletle hükmedilmelidir. Müslümanları yöneten kimse, onların emniyetini, yapabildiği kadarıyla sağlamalıdır. İşte hükümle alakalı bu temel kaidelere riayet edilmelidir. Bunun dışındaki tafsilatlar ve şekiller tayin edilmemiştir. Allah (c.c) unutmaksızın, kullara rahmet olarak bu tafsilatları ümmetin ictihadına bırakmıştır. Örneğin; beyat nasıl olmalıdır, şartları nedir, şuranın şekli nasıl olmalıdır, velayetlerin şekli, sınırları nasıl olmalıdır, hakimler nasıl ve nereden hüküm vermelidir, maslahat ve mefsedet nerede, hangi durumlarda olur? İslam hükümlerinin belirlediği genel sınır ve kaideleri aşmamak şartıyla zaman, mekan ve müslümanların durumuna göre müslümanlar, bu konularda ictihad ile değişiklik yapabilirler.

İslamda ekonomi belli temeller üzerine bina edilmiştir. Bunlar; malın hepsi Allah (c.c)’ındır. İnsanlar malda Allah (c.c)’ın halifeleridir. Bütün fertler için zaruri ihtiyaçların temin edilmesi gerekir. Batıl yollarla insanların malını yemek, faiz, vergi, stokçuluk ve malın sadece belli kişilerin elinde kalması haramdır. Zekatı vermek, ihtiyaç halinde zekat dışında da mal vermek için insanlar teşvik edilmelidir. Fakat ekonominin nasıl uygulanacağı, planlarının nasıl olacağı konusu müslümanların ictihadına bırakılmıştır. Bu zikredilenlerin asıllarının nasıl gerçekleşeceğini, müesseselerin helal ve haram sınırları içinde kalmalarını sağlayacak konuların konmasını, devletin müessseleri nasıl kontrol etmesi gerektiğini, ticari denetimi nasıl yapacağını, temel hükümlere riayet etmek şartıyla ümmetin ictihadına bırakmıştır.

Burada çok önemle durulması gereken bir mesele vardır. Vacib ve mübah ichtihadın şartları vardır. Müctehidlerin belli özellikleri olmalıdır. İctihad konusu, ancak hakkında nas olmayan meseleler olmalıdır. Bu şartlardan bazıları şunlardır:

a - Müctehid ictihadında ehil olmalıdır. Her görevli ve sorumlunun heva ve hevesine göre ictihad yapma hakkı yoktur.

b - İctihad hiçbir zaman şer’i bir kaideye ve nassa zıt olmamalıdır.

3 – Sırf dünya işleriyle ilgili meseleler... Burada kastettiğimiz şey, hidayet ve sapıklıkla alakası olmayan beşeri faaliyetlerdir. Allah (c.c)’ın hikmeti gereği bu, insanların çalışmasına, emeğine, uzmanlığına bağlı kalmıştır. Örneğin; maddenin özelliklerine dayanarak maddeyi kullanarak dünyayla ilgili menfaatler elde etmek için uğraşmak, yeryüzünde kefişler yapmak gibi...

Tabiatta oluşan hadiselere riayet edilerek bunlarla ilgili meseleleri araştırarak bulmak... Örneğin; ziraatla, sanayiyle, inşaatla ilgili hayatın maddi meselelerini geliştirmek gibi... Bu meselelerde ilerleme ve gelişme beşeri güce bağlıdır, dine bağlı değildir. Fakat bu beşeri uğraşlar, beşeri hayat dairesinde vuku bulduğu için yine de insanın varlık gayesi olan ibadet temeline bağlıdır. Yani; bu faaliyetleri yaparken Allah (c.c) için yapmak ve bu konularda Allah (c.c)’a ortak koşmamak gerekir. Genel olarak bu meseleler mübah adı altında mütala edilir. Mübah hükmü, Allah (c.c)’ın tayin ettiği ve O’na ibadetle ilgili beş hükümden bir tanesidir. Bunun için bu meseleler, duruma, kullanan kişiye ve kullanma sahasına göre; vacib, mendup, haram veya kerahat hükmünü alır. Yani, bu meseleler polisin veya hırsızın kullanabileceği silah gibidir. Fakat müslüman bunu Allah (c.c)’ın sınırlarına riayet ederek kullanır.

Beşeri hayatta söylenilen bu üç bölüm dışında bir başka bölüm olamayacağına göre ortaya atılan şüphenin geçersiz olduğu artık belli olmuştur. Anlaşılıyor ki, İslam kanunları bütün hayata hükmetmektedir. Böyle olunca artık ortaya atılan yeni bir şüphe olmaması gerekir.

Başa Dön  Devam