İSLAM DÜŞMANLARINA MUHALİF OLMA EMRİ

 

   Müslim «Sahih» inde, İbn-i Ömer (r. anhüma) ın şöyle dediğini rivayet eder: Resülullah (s.a.v.) buyurduki:

   «Müşriklere muhalefet ediniz; bıyıkları (nızı) gayet kısaltınız, sakalları (nızı) uzatın (bırakın) ız».

   Burada, Resûlullah (s.a.v.) müşriklere muhalefet etmeyi (onlara benzememeyi) emretmişlerdir. Nitekim diğer sahih hadislerinde Mecûsî, Yahûdî ve Hıristiyanlara muhalefeti de emretmişlerdir. Düşmanlara muhalet etmek, İslam şeriatında bir emirdir. İslam tâbi ve mensuplarının tuzun eriyişi gibi onlar arasında erimemeleri, her mahal ve yerde seçilmeleri için düşmanla aralarında birtakım alamet-i farikalar ve özel alametler uygun görmüştür. Nitekim kalb amelleri olan birtakım akidelerle farklılık belirttikleri (seçildikleri) gibi, dış aza, şekil vs. ile ilgili amellerde de onlar için temeyyüz (farklılık, ayrılık) meydana gelir ki, böylece bu ayırıcı özellik zâhiren ve batınen tamam olur. Bunun sebebi: Benzeşme zahiren bir dostluk ve kalben bir sevgi husüle getirir de onun için. Bu, müşahede edilen bir gerçektir. Dış benzeşmeler yavaş yavaş iç benzeşmeye, benzemeye; ve ancak nice zaman sonra şahsı intibaha sevkedecek hırsızlığa, çalmaya sirayet ve inkılâb eder.

   Şeyhu’l-İslam es-Seyyid Ahmed el-Medenî (Allah kabrini nurlandırsm) «Müslümanların ayırıcı bir özelliğe sahip olmaları zarüreti etrafında sakal bırakma ve çoğaltmanın hikmetini açıklamak ile ilgili yazdığı risalesinde değerli sözler söylemiştir ki, bu sözleri ifade ve maksadı tamamlaması için aşağıda zikrediyoruz. Demiştir.ki:

   «Yakinen biliyor ve görüyoruz ki, her hükümet ve devlet çalışan her daldaki halka, birbirlerinden ayırdedilmeleri, seçilmeleri için özel birtakım elbiseler yaptırıp giydirmiştir. Mesela, şehirlerde umumi emniyet ve asayişe bakan polisin kendisine mahsus elbisesi vardır. Orduda, savaşan askerin rengi diğerlerinden ayrılan, özel bir elbisesi vardır; Bahriye  askerlerinin kendilerine mahsus diğerlerinkinden farklı elbiseleri vardır. Bu özel elbiseler, her  dalda görevli, çalışan insanların şiarı (alâmeti) dir. Hükümet bu elbiseleri sadece çalışanlara tayin ve tahsis ile yetinmez; ayrıca, çalışmaya hükümetin emrettiği kıyafetin dışında gelenleri de cezalandırır.

   Yine, bütün dünya milletlerinin, topluluklarının devlet muesseselerının umumi durumlarına dikkatle baktığımızda onların, kendileri için seçtikleri ozel birtakım alâmetlerle ayırdedildiklerini görürüz. Bu özel, ayırıcı alâmetler bilhassa milli, vatanî çeşitli askeri birliklerin sancaklarında görülür. Bu özel, ayırıcı alâmetlerle harb meydanlarında düşman, dosttan ayrılır. Şayet bu ayırıcı özellikler olmasaydı, harb nizamı bozulur, bir hükümetin askerleri kendi aralarında, yabancı zannederek, birbirleriyle savaşırlar, birbirlerini öldürürlerdi. Çünkü, aralarında ayırıcı açık bir alâmet mevcut değildir. Malümdur ki, herhangi bir kimse bir hükümetin bayrağını indirse, o, bu hareketinden dolayı, mezkür hükümet tarafmdan şiddetli cezaya çarptırılır. Çünkü o bu hareketiyle o hükümetin ve milletin hepsine birden hakaret etmiş addedilir.

   Bütün bu anlatılanlardan anlaşıldı ki, her millet, cemiyet, askeri birlik ve devlet için kendisine mahsus özel ayırıcı bir alâmet (alâmet-i farika) zaruridir.

   Yine, tarih mütalâa edildiğinde, anlaşılır ki, bir kimse bariz, kendine has özelliklerini terk etti mi başka bir cemaate karışıp katılır ve onun bizatihi müstakil bir varlığı kalmaz. Hind sakinlerine bakalım; meselâ, orada kendilerine mahsus elbiseleri, kendilerine has bir kıyafet ve şekilleri olan müşrik Hindu topluluğu vardır. Dışarıdan gelen herkes bariz özelliğini korur ve şeklini muhafaza ederse, mümtaz olarak kalır, kendisi için müstakil bir varlık olur. Frenk (Avrupalı) gibi ki, memleketlerinden geldiler, özel özel elbiselerini terketmediler; onlar elbiseleriyle tanınmaktadırlar, kıyafet ve şekilleriyle ayrılmaktadırlar. Hiç kimse onlara yukarıda zikredilen müşrik Hindu toplumundandır, demez. Yine müşrik Hindulardan (Brahmanist ve Budistlerden) ayrılan Sih topluluğu gibi ki, bunlar, kendilerine mahsus bariz bir takım alâmetler yapmışlardır. Mesela, sakal, baş, bıyık vs. Kılını alabildiğine uzatmışlar, katiyyen onlardan almamışlar, bu ozellik ve şekilleriyle ayrılmışlardır. Eğer bu özellikleri olmasaydı, müşrik Hındulardan addedilirlerdi. Bugün onların, küçük bir ekalliyet olmalarına rağmen, mustakil bir haysiyetleri mevcuttur.

   Aynı şekilde, Müslümanlar muhtelif memleketlerden Hindistan’a geldiler ve yerleştiler. Bu arada müşrikleri İslam’a davet ettiler. Birçokları Müslüman oldular. Müslümanlar müşriklerin beldelerinde ve karyelerinde sâkin oldular (yerleştiler), dinlerinde, ihlâs sahibi oldular, peygamberlerinin sünnet ve siretini korudular (ona tâbi oldular); zâhirî ve batınî hayatlarının her safhasında ona uydular. Bu sebeple onların herkesin bildiği müstakil bir varlıkları oldu. Bu bâriz özellikleri olmasaydı, müşrik vatandaşları gibi olurlardı. Nasıplerinde sadece Müslüman ismi kalırdı.

   Zikrettiğimiz şeylerden kat’i olarak anlaşıldı ki: Bir mezhebin, mesleğin; yahut bir milletin, topluluğun varlığı kendilerini şekil, süret, kültür, çeşitli hayatî mes’eleler ve özel ibadetler bakımından diğerlerinden ayrı ve seçilir duruma getirmedikçe sıhhatli olmaz. Ma’lumdur ki, Resûlullah (s.a.v.) Arab, Acem (Arab olmayanlar); ins, cin bütün varlıklara peygamber olarak gönderildi. ümmeti de ümmet-i da’vettir. O’nun (s.a.v.) peygamberliğinden önce yeryüzü müşrik, kâfir, zalim, sapık ve müfsidlerle dolu idi. Resûlullah (s.a.v.) bunların hepsini Allah’ı tevhide, iyi amellere, adalete, takvaya davet etti. O’na bütün iman eden ve tabi olanların hâl ve kalleri müşrik ve kâfirlere muğayir idi. Onun etrafında birçok insan toplandı, Allah’ın dinine dalga dalga girdiler.

   Allah (c.c.) onları diğerlerinden mümtaz (seçkin) bir ümmet (topluluk) kıldı. Onlara sîret, sûret, şekil, davranış, ibâdât ve hayatî her bakımdan Resûlü’nün sünnetine uymayı emretti. Ve şöyle buyurdu:

 

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ

 

   «Gerçekten sizin için Allah’ın Resülü’nde güzel bir örnek vardır...» (Ahzâb: 21).

   Böylece, Müslüman ümmet (topluluk) peygamberinin hidayeti ile hidayetlenici; zâhirde, batında, herhalde, her zaman ve mekânda; her an, adım ve harekette onun âsârına (izine) uyucu olmuşlar; müşriklerden, kâfirlerden, Yahudi ve Hıristiyanlardan bütün mes’elelerinde (işlerinde) Resûlullah’dan aldıkları özel bâriz vasıflarla, alâmetlerle mümtaz (seçkin, seçilir) hâle gelmişlerdir. İşte bu özel vasıfları, meziyetleri korumaya ihtimam göstermek sebebiyle Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

 

من تشبه بقوم فهو منهم.

 

   «Kim (kendi isteğiyle) bir topluluğa (millete) benzerse, onlardan olur».

 

فرق ما بيننا وبين المشركين العمائم على القلانس.

  

   «Bizimle müşrikler (kâfirler) arasında bir fark da (bizim) külâh (takke) üzerine sarık sarma (mız) dır».

   Burada Resûlullah (s.a.v) Müslümanlara, müşriklere, kâfirlere, Yahudilere, Hıristiyanlara ve diğerlerine giyim kuşamda, şekil ve sürette muhalif olmalarını, benzememelerini emretmiş; hatta mütekebbir, zâlim ve sapıklardan ayrılık belirtmeleri için elbiselerini sürünürcesine uzatmalarını menetmiştir.

   Hâsılı, her topluluğun bâriz bir özelliği, şekil ve sireti vardır. Bizim de Resûlullah (s.a.v.) den aldığımız, öğrendiğimiz bâriz bir şeklimiz, özelliğimiz vardır. Meselâ, sakalı uzatmak, bıyıkları kısaltmak ve benzeri gibi. Bu durumda bize gereken, o şekil ve özelliklerin hepsini candan, bütün varlığımızla muhafaza etmemizdir, ki bu sebeple Müslümanlar arasında; dünya ve âhirette Allah ve Resûlü indinde; düşman ve dostlar yanında sayı ve itibarımız  artsın.

     Şu açık bir gerçektir ki, seven sevdiğinden gördüğü her şeyi sever ve hoşlanır; şeklini, tavır ve hareketini, giyim kuşamını, her türlü hâlini içten sever. Bu akl-ı selim sahiplerinin red ve itiraz etmeyeceği bir keyfiyettir. Nitekim, görüyoruz: Bütün askerî birlikler, topluluklar kendi kumandan ve liderlerinin süretlerini (şekillerini) severler; kendi topluluklarının kurucusunun şekil ve kıyafetini taklid ederler. Bize de lâzımdır ki; sevgili Peygamberimizi siret ve sûretinde örnek edinelim; Avrupa ve Amerika’yı taklid ile onlara köle olmaktan uzaklaşalım; doğu ve batının adî, sefih (dinsiz-imansız) adamlarının eteklerine yapışmayalım (tutunmayalım); bunlardan ayrılıp Allah’ın bize kendisini lütfettiği seyyidü’l-evvelin ve’l-âhirin olan Efendimiz (s.a.v.) in hidayetiyle hidayetlenelim...

   Bazı üniversiteli talebeler derler ki: Bizler müşrik Hindu vatandaşlarla, Hıristiyanlarla ve diğerleriyle teknik, tıb vs. de deney ve imtihanlarda yarışabilmemiz, onları geçebilmemiz için sakalı kesmek mecburiyetindeyiz. Şayet sakallarımızı bırakırsak, imtihanlarda muvaffak olamayız. Aynı zamanda devlet dairelerinde, memuriyet kademelerinde vazife alamayız. Onların bu sözleri, örümcek ağından daha kuvvetli değildir. Çünkü biz sîh’ları modern ilimlerle diğer vatandaş kardeşlerini geçtiklerini, zikredilen imtihan ve deneylerde muvaffak olduklarını; devlet mevkilerinde az olmalarına rağmen, vazife aldıklarını; bununla beraber onların alabildiğine uzun ve çok olan bâriz sakal vesaire gibi ayırıcı özelliklerine tutkunluk gösterdiklerini görmekteyiz: Sübhânellah! Acaba bize bu sîh’lardan başka şekilde mi muamele edilmektedir?..

   Biz Resûlullah (s.a.v.) in yolunda dosdoğru olduktan sonra nasıl modern ilimler tahsil edilmez ve niçin imtihan ve denemelerde kaybederiz? Onların bu fâsid  zanları, kendilerini hüsran ve helâke sevkeden bir zandan başka bir şey değildir» Şeyhu’l-İslam el-Medenî’nin sözleri burada bitti.

   Resûlullah (s.a.v) devr-i saadetlerinde İran Kisra’sına onu İslam’a davet eden bir mektup yazmış, mektubu Abdullah b Huzâfe (r.a) ile göndermişti. Abdullah b. Huzâfe mektubu Bahreyn büyüğüne ulaştırmış, o da Kisra’ya ulaştırmıştı. Kisra Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in mektubunu okuyunca yırtmış, parçalamıştı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) onun ve saltanatının paramparça olması için beddua etmişti. Kisra mektubu yırttıktan sonra Yemen’deki Bâzân’a bir mektup yazıp, Hicaz’daki bu kimseye (yani Peygamberimiz (s.a.v.) i kasdediyor) ki kuvvetli adam göndererek onu kendisine getirmelerini istemişti. Bâzân da kahramanı kâtib ve  muhâsib Bâbeveyh’i bir Farslı ile beraber Hicâz’a gönderdi. Bunlar Medine’ye Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’e geldiler Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’ın huzuruna girdiklerinde, sakallarının kesik, bıyıklarının uzun olduğunu gören Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, onların yüzüne bakmak istemeyip, «Yazıklar olsun size! Bu şekilde tıraş olmanızı size kim emretti?» buyurdu. «Sahibimiz (Efendimiz) Kisra emretti.» dediler. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz de, «Bana da sahibim (Rabbim) sakalımı uzatmamı, bıyıklarımı kısaltmamı emretti» buyurdular. Sonra, Resûlullah (s.a.v.) «Benim sahibim (Rabbim) sizin sahibinizi (efendinizi) bu gece öldürdü. Ona oğlu Şiyreveyh’i musallat etti ve öldürdü.» buyurdular. İki adam, dönüp Bâzân’a geldiler... (El-vefâ bi-ahvâl’l-Mustafa; İbnü’l-Cevzi. El-bidâye ve’n-nihâye; İbnü Kesir). Bu vak’adan anlaşıldı ki, Resûlullah (s.a.v.) o iki adama bakmaktan hoşlanmadılar. İşte bu hadise her mü’mini Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’i incitecek, üzecek bir şeyi yapmamaya teşvik etmektedir.

   Biz milli toplulukların ve siyasi partilerin her bir ferdinin kendi liderini, önderini hoşnud etmeye çalıştığını; onun sûret ve sîretine, giyim ve görünümüne uyduğnu; hiçbirinin onu incitecek bir şeyi yapmadıklarını görmekteyiz. Bu durumda biz sakallarını kesen Müslümanlara hayret ediyoruz; Resûlullah’ı incitecek kötü iş, hareket yaptıkları ve bundan nefislerinde bir sıkıntı, üzüntü duymadıkları halde nasıl o Peygambere mensup olmaktadırlar? Burada bir ders-i ibret olarak Mirzâkatîl diye bilinen bir şâirin hikâyesini naklediyoruz:

   Bu şâirin hikmetli ve ma’rifetli sözlerinin tesirinde kalan bir adam, içinden geçirir ki, bu şiirlerin sahibi dininde büyük bir adamdir. Rühunu ve bedenini tezkiye etmiştir. Memleketinden kalkıp onu görmeye gider. Kapısına varınca onu sakalını kesmiş olarak görür. Hoşuna gitmeyerek ve tuhafına giderek der ki: «Ya Sübhânellah, sakalını kesiyor musun?». Mirzâkatîl, «Evet, sakalımı kesiyorum, lakin kimsenin kalbini yaralamıyorum.» der. İranlı adam bedîhî bir şekilde ona cevap verir: «Evet (yaralıyorsun), Resûlullah (s.a.v.) in kalbini yaralıyorsun». Mirzâkatîl bunu duyunca, bayılır; ayılınca, Farisi olan şu şiiri söyler:

 

               “Allah sana hayırlar versin, gözümü açtın,

   Beni kalbimin ruhuna ulaştırdın”.

 

Anasayfa      Devam