İKİNCİ BÖLÜM

 

SAKALLARINI KESENLERİN MESNEDSİZ

DELİLLERİ VE BATIL, UYGUNSUZ SÖZLERİ

 

 

   Bazı insanlar derler ki: Resülullah (s.a.v.) ın sakal bırakmasının ve sakal bırakmayı emretmesinin sebebi, O zamanki Arapların sakal bırakmaları, Resûlüllah (s.a.v.) in da muhitinde geçerli olan bu âdete uyması ve muhalefet etmemesidir. Bazı gafil ve muğfil kimseler böyle konuşmayla da kalmayıp şöyle derler: Resûlullah (s.a.v.). bu devirde olsaydı, sakalını keserdi. Maazallah! Bu bir cahlliyye konuşmasıdır. Çünkü, Resûlullah (s.a.v.) in yaptığı, emrettiği ve nehyettiği Allah (c.c.) in kendisine ve ümmetine beğendiği (seçtiği) ameller, ahlâk, siret ve sûretlerden ibarettir. Rabbı razı olduğu için bunları yapıyordu.

   Allahu Teâlâ Resûlullah (s.a.v.) Efendimize ve Müslümanlara hanif olan İbrahim ve milletine tabi olmayı emretti ve Resûlullah (s.a.v.) Araplar da Hazret-i İbrahim ve milletinden kalan, devam eden hasletleri, aldı ve onunla amel etti. Çünkü o, Hazret-i İbrahim’in milletinden olduğu için; yoksa, muhitindeki geçerli şeylere tabi olduğu için değil. Resûlullah (s.a.v.) Arapların alışa geldikleri birçok âdetleri kaldırıp değiştirmedi mi? 0 devirde geçerli olmasına rağmen ne kendine ve ne de ümmetine razı olmadı: Vücuda döğme yapmak, takma saç yapmak, evlâdı öldürmek, kız çocuklarını diri diri gömmek, küçük ve büyük hâcet giderirken örtünmemek (Hatta bazı müşrikler def-i hacette örtünenleri ayıplayıp, kadınlar gibi örtünüyor, derlerdi), ticarette fâiz, aylarda te’hir (Muharrem ayının hurmetini Safer ayına te’hir etme), babanın evlâdına cinayeti (evladın da babaya cinayeti), çıplak olarak tavaf, hacc’da Müzdelifeden dönmek, çıplak (üryan) olarak yürümek, mülâmese ve münâbeze bey’i (mülâmese bey’i: Bir kimsenin, dokunursan aramızda şöyle satış gerekir, demesi),. sakalda düğüm yapmak ve benzerleri gibi. Kitaplarda bunların misali daha çokca vardır. Şayet, Resûlullah (s.a.v.) muhitine, çevresine tâbi olsaydı, bu gibi âdetleri kaldırmaz ve hayatî mes’elelerde Araplara muhalif olmazdı!..

   Bir başkaları şöyle der: Sakal bırakmak Mecûsî ve müşriklere muhalefet hakkında bir vacip emirdir Bugün görüyoruz ki, Yahudiler de sakal bırakıyorlar. Bu durumda onlara muhalefet için sakalları kesmemiz lâzım (vacıp) dır. Bu konuşma, soyleyenin sefâhetine delâlet eder. Çünkü sakal bırakma ve kesmenin her ikiside Resûlullah (s.a.v.) in zamanında mevcut iki âdetti. Peygamberimiz (s.s.v.) buraya İbrahim aleyhisselâmın milletine uygun olanı seçti ki, o da sakal bırakmak ve onu emirdir; bunun hilâfına olanı da reddetti  ki, o da sakalı kesmektır. Sonra Resûlullah (s.a.v) bunu, muteaddid üslûb ve lâfızlarla çirkin gördü. Yine, bu devirde bazı milletler, topluluklar sakallarını bırakıyorlar, diğer bazıları da kesiyorlar.  Biz kesenlere, kısaltanlara muhalefetle memuruz, bırakanlara değil. Bu hususta kaide, esas Yahudi’nin yaptığından kaçınmasının vücubu olsaydı, sünnet olmayı da terk etmemiz bize gerekirdi (vacip olurdu). Çünkü Yahudiler sünnet olmaktadırlar Bu mes’elede, sakalı kesenlerin konuşmaları sırf nefsanî arzularından olup onların o konuşmalarının Allah Teâlâ’nın dini ile hiçbir alâkası yoktur.

   Bazı insanlar diyorlar ki: Sakallı kimseler sakallarıyla insanları aldatıyorlar. Sakallarını dünya çıkarları insanları aldatma vasıtası kılıyorlar, şoyle ki:

   Kendisinin hayırlı ve iyi bir insan olduğunu zannetsinler de onları gafil avlayalar... Bu İslamda nehyedilen bir nifak nev’idir.

   Biz deriz ki: Hile ve hud’a sakallı kimselere mahsus değildir. Şayet onlar arasında insanları aldatmak için sakallarını bırakanlar olsaydı, bize sakallarımızı kesmemiz, Nebimiz (s.a.v.) in emrettiği kadarını terketmemiz (bırakmamız) bazı insanlarda mevcut bir kısım zemimeler olduğu için helal olmazdı. Bil’akis bizim, Resûlullah (s.a.v.) ın emrine uymamız, hâlimizi, hile ve hud’a sahiplerinin halini duzeltmemiz, sakal bir hile ve aldatma vasıtasıdır, diyenin yüzüne tokat atmamız ve ona, «Bizden ne gibi bir hile ve haksızlık gördün? Göster, biz elhamdülillah Allah (c.c.) ın rızasını isteyerek ve O’nun Resûlü’nün sünnetine ittiba ederek sakallarımızı bıraktık», dememiz bir vazifedir. Allah Tâlâ’dan bizi ve halimizi düzeltmesini, bizi ve bütün Müslümanları gadr, hile, nifâk, sakalları kesmek ve benzeri günâhlara düşkünlükten kurtarmasını niyaz ederiz.

   Sonra, sakal kesmek asla müşkili (mes’eleyi) halledici yahut herhangi bir günahtan bilhassa hile, gadr, nifak gibi büyük günahlardan kurtarıcı bir vasıta değildir. Mü’mine gereken: Allah Sübhanehû ve Teâlâ’nın rızasını kazanmak için kendine emredilenlerin hepsine uyması ve nehyedilenlerin hepsinden kaçınmasıdır. Çünkü Allah Sübhanehû ve Teâlâ’nın rızası matlûb ve her hâlü kârda o maksuddur.

   Bazı ilim tahsil eden talebeler derler ki: Biz sakalları yaşımızı az göstermek için kesiyoruz. Çünkü ilim ve kemâl tahsili, yaşı fazla olanlar için, yaşı genç karşısında ayıb addedilmektedir.

   Bu, boş ve geçersiz bir vehimdir. Zira ömür, Allah Teâlâ’nın bir lûtfudur, atıyyesidir. Ne kadar artırırsa bir nimettir. Bu nimeti gizlemek, bir küfran-ı nimettir. Ayrıca, gençlik çağından sonra ilim ve kemâl tahsili, akl-ı selim sahiplerince bir âr (ayıb) değildir. Bilakis, insanlar nazarında övülmeye sebep bir durumdur. Çünkü, insanlar derler ki: Şuna bakın, ilme ne kadar düşkün, yaşlılığında bile okumayı terketmiyor. Ümmetin hakîmî Et-Tehânevî (k.s.) de böyle söylemiştir.

   Bazı insanlar da derler ki: Biz sakallarımızı kesmekle bazı ilim adamlarını ve ileri gelen zatları taklid etmekteyiz; onlar da kesmektedirler. Tuhaf bir fikir! Kim onlar? Resûlullah (s.a.v.) ın hidayeti ile hidayetlenmeyen kimselerin yaptığı, şeriat-ı İslâmiyyede nasıl hüccet (delil) addedilir?..

   Çünkü, sakalını kesen kim olursa olsun, mevkii ne olursa olsun, kimden bulunursa bulunsun, Resûlullah (s.a.v) a âsî olmaktadır Mü’mine günahı (ma’siyeti) nasıl olursa olsun -bilhassa bu günahı- küçük görmesi yaraşmaz. Çünkü o günah, işleyen tarafından daima tekerrür eder; bazısı ona günde bir kere, bazısı iki kere ısrar eder; günah üzerine ısrar ise, onu büyük (kebâir)  yapar.

   Beyhakî, «Şüab» da İbn-i Abbas (r. anhüma) dan şunu tahric etmiştir: «Kulun üzerinde ısrar ettiği her (küçük) günah büyük (kebire) dir. İbn-i Cerîr, İbn-i Munzir ve İbn-i Ebî Hâtem yine İbn-i Abbas (r. anhuma) dan tahric etmiştir: «İbn-i Abbas (r.a.) a bir adam, kebâir (büyük günahlar) kaçtır? Yedi midir? diye sordu. İbn-i Abbas (r.a.), “0, yediyüz kadardır... Ancak istiğfarla beraber büyük günah yoktur, ısrarla beraber de küçük günah yoktur”», cevabını verdi.

   Abd b. Humeyd, İbn-i Cerîr, İbn-i Münzir, Taberanî ve Beyhakî «Şüab» İbn-i Abbas (r. anhüma) dan şöyle dediğini tahric etmişlerdir: «Allah’ın nehyettiği her şey kebire (büyük günah) dır». Yine İbn-i Abbas’dan İbn-i Cerîr şöyle tahric etmiştir: «Kendisinde Allah’a isyan olunan her şey, kebire’dir.» (Fethu’l-Kadîr, Şevkânî).

   Bazıları yine derler ki: Sakal bırakmak, Resûlullah (s.a.v.) in sünnetlerinden biridir. Bizim sakallarımızı bırakmamız gerekmez. Çünkü, sünneti terketmekte bir günah yoktur.

   Deriz ki: Evvelâ, sakal, Resûlullah (s.a.v.) in dinde meşru kıldığı bir sünnet manasına sünnettir; terkedenin günahkâr olmayacağı zâid bir sünnet mânasına değildir. Çünkü, Resûlullah (s.a.v.) sakal bırakmayı emretmiştir. Emir ise, evvelce arzettiğimiz gibi, vücüb için olur. 0 (s.a.v.), mübarek sakalını bırakmış, kendisine 0 hususta ashâbı ve ümmetinden sâlih müttakî kimseler tâbi olmuştur.

   İkinci olarak, biz sakalın gayr-ı vacip mânasına bir sünnet olduğunu kabul etsek de deriz ki; Resülullah (s.a.s.) ın sünneti, terketmek için değil; bilakis, kendisiyle amel etmemiz, zâhir ve bâtınımızda onu ihtiyar etmemiz (benimsememiz) için bir sünnettir. Biz, Resûlullah (s.a.v.) ı sevdiğini iddia edip de onun sûretini (şeklini) sevmeyen; hatta düşmanlarının sûretini seven kimselere hayret ediyoruz!..

   Ma’lümdur ki; gerçekten seven bir kimse, sevdiğine ait sûret (şekil), siret, giyim, umumi görünümü; hatta evi, komşüsu, kisvesi, cübbesi gibi neyi varsa hepsini sever. Bu hususta şâir şöyle der:

 

   «İçindeki halkından dolayı yurtları sevmek âdetimdir,

   İnsanların âşık oldukları şeylerde mezhebleri vardır».

 

   Bir başka şâir de şöyle der:

 

   «Leylâ’nın yurduna uğrar, ev ev dolaşır (yüzümü, sürer) im;  

   Kalbime işleyen yurdun sevgisi değil, yurdda kalanın sevgisi».

 

   Allah ve Resûlüne iman eden kimseye, Allah ve Resûlü onlar dışındaki her şeyden daha sevgili olmalıdır. Bu sevgi hiç şüphesiz sahibini bütün işlerinde Resûlullah’a tâbi olmaya mecbur kılar. Nitekim Allah Teâlâ şoyle buyuruyor:  

 

   قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ

 

   « (Resûlüm) de ki “Eğer siz Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizleri sevsin “» (Al-i İmran sûresi, Ayet 31) Şayet bir sevgi (muhabbet) sahibine tâbi olmaya sevketmiyorsa, o, sevgi iddiasidir, sevgi değildir. Bu mânada şâir şöyle der:

 

«Sen Allah’ı sevdiğini söylediğin halde O’na isyanda bulunmaktasın,

ömrüme yemin olsun ki bu yapılan hareketlerde görülmektedir.

Sen O’nu gerçekten sevmiş olsaydın, itaat ederdin;

zira seven sevdiğine, itaat eder».

 

   Sahâbe-i kiramdan biri (Eş’as’ın halasının amcası) anlatıyor: Bir gün Medine’de yürümekte idim, arkamdan biri, «izarını (elbiseni, eteğini) kaldır, temizliğe daha uygun ve elbsenin ömrünün uzun olmasına da sebeptir», diyordu Döndüm, baktım ki, Resûlullah (s.a.v)... (Kibirlik vermesin diye buyurduğunu zannederek) dedim, ya Resûlallah: Bu değeri olmayan «Melhâ» bir bürdedir (yerde sürünse de önemi yoktur). Bunun uzerine, «Beni örnek alman gerekmez mi?» buyurdu. Baktım, izarı ayaklarının (inciklerinin) yarısına kadardı. (Tirmizî bunu «Şemâil» de tahric etmiştir). Melhâ bürde, siyah ve beyaz çizgileri olan bir elbisedir. Sahabî (r.a)   ın, bu değeri olmayan melhâ bir bürdedir, sözünün mânası, «Bu, basit, öğünülmeyecek, kibir ve gurur vermeyecek, yahut temizliği ve uzun ömürlü olması düşünülmeyecek bir elbisedir», demektir. Resûlullah (s.a.v.) da bunun üzerine buyurmuş oluyorlar ki:. «Senin, zikrettiğin özüre rağmen benim fiilimi (yaptığımı) yapman lâzım»...

   Resûlullah (s.a.v) ın yaptığını yapan, O’na uyan her ne kadar uymak bazı şeylerde vacip değilse de, Allah yanında her işde sevgili olur. Çünkü, seven, vacip ile gayr-ı vacip arasındaki farka bakmaz. Bilakis sevdiğinden dolayı, sevdiğine uyar (tâbi olur). Bu, sevenlerin bildiği bir gerçektir. Allah bizleri Allah ve Resûlu’nu sevenlerden kılsın, Amin.

   Yine bazıları derler ki: Dinde asıl olan; kalbin ıslahı, ruhun tezkiyesi, için (bâtının) tasfiyesidir. Kalb sâfi ve iç (bâtın) temiz olduktan sonra sakal bırakmaya, herhangi bir şekil (hey’et, görünüm) ile şekillenmeye hiç hacet yoktur.

   Bu gibilerin yukarıdaki sözleri tenâkuz (çelişki) ile me’lül fâsid bir iddiadır. Çünkü kalb düzelince, iç temizlenince ve ruh arınınca muhakkak onu Allah Teâlâ’nın emrine uygun hareket etmeye mecbur eder; mutlaka âzasını Allah’m emirlerine boyun eğmeye, yasaklarından kaçınmaya zorlar. İç temizliği ve kalb arılığı küçük olsun, büyük olsun masiyet üzerinde ısrar ve devamla birleşemez.

   Kim, «Ben kalbimi ıslah ettim (düzelttim), rühumu temizledim ve içimi (bâtnımı) arıttım», der de bununla beraber Resûlullah (s.av.) ın emrettiği şeylerden kaçarsa o, sözünde yalancıdır; işlerinde kendisine şeytan musallat olmuştur. Ayrıca, kalb düzgünlüğü Allah rızasını kazanmada kâfi olsaydı, Resûlullah (s.a.v.) ezaya ait emirler getirmezdi, sayısı kabarık birçok kötü şeylerden nehyetmezdi, kadınlara benzeyen erkekler ile erkeklere benzeyen kadınlara la’net etmezdi, vücuduna döğme yapan ve yaptıranlarla takma saç takan ve taktıranlara la’nette bulunmazdı, vs...

   Ey Müslüman kardeşim!.. Nefsine insaf edip acı!.. Hesap günü olan mahşerde bu gibi bâtıl (asılsız) hileler ve boş deliller sana hiç faide verir mi? Hiç kalbin, âşıkâr ve en gizliyi bilen Allah Subhanehü ve Teâlâ nezdinde bu gibi saptırıcı sözlerle hiçbir mal ve evlâdın faide vermeyeceği günde (mahşerde) senin kurtulacağına şehadet ediyor mu?  Ne tuhafdır ki, nefis ve hevasına düşkün kimseler dinî bir emir nefis ve hevalarına uygun olursa onu kabul ederler, aksi olursa binbir türlü âdi hilelerle ve çürük te’vilerle onu reddederler. En kolayı, en uygunu; asi olan kulun, günahını ikrar edip Allah’a istiğfarda ve ona tevbede bulunmasıdır. Amma hakkı inkâr etme ve onu bâtıla döndürme, günâh-ı kebirin en büyüklerindendir. Çünkü o, bir teannüd ve büyük bir fesaddır.

 

إِنَّ فِي ذَلِكَ لَذِكْرَى لِمَن كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهِيدٌ  سورة ق{37}

 

   “Muhakkak ki bunda aklı olan yahut kendisi huzurlu bir kalb içinde bulunduğu halde kulak veren kimse için, bir ihtar (bir ibret dersi) vardır.” (Kaf sûresi, âyet: 37) âyet-i kerimesi bu mânalara işaret etmektedir.

   Bir başkaları da şöyle derler: İman ve İslâm sakala münhasır ve bağlı değildir. Müslüman onu kesmekle kâfir olmaz. Alimler bu hususta niçin bu kadar hassasiyetle duruyorlar?

   Buna cevap olarak deriz ki: Sakal kesmek ve bu hususta ısrar, etmek günah-ı kebâirden bir kebiredir. Kişi, bütün asiler gibi onu işlerken helal addetmediği takdirde imandan ve İslâmdan çıkmazsa da; lâkin, Allah yanında makbul ve sevgili olmasına kafi olsaydı, emir ve nehiylere önemle ihtiyac hâsıl olur muydu; büyük büyük hadis kitapları hayırlı amellere teşvik ve kötü amellerden sakındırma ile dolu bulunur muydu; masiyet sahiplerine kabir ve cehennem azabı va’d olunur muydu?..

   Sonra yine, âlimler -Allah onlara hayır lûtfetsin ve kendilerine tevfik ihsan buyursun- Resûlullah (s.a.v.) ın sadece sakal bırakmaya dair olan emrini ulaştırmaya önem vermiyorlar; bil’akis onlar gece ve gündüz şer’î ahkâm ve emirlerin hepsini tebliğ etmekteler; ancak sakallarını kesenler Resûlullah (s.a.v.) ın emrine boyun eğmiyorlar, heva ve heveslerine tâbi oluyorlar, şeytanlarına uyuyorlar, düşmanlarını taklid ediyorlar, evvelin ve âhirinin en şereflisi (s.a.v.) in kendilerine olan emrini istihzaya alıyorlar!..

   Şeybu’l-Meşayıh, hakimü’l-ümmeh et-Tehânevî (k.s.) diyor ki: «Kim sakal kesmede ısrar eder, onu güzel de görür ve sakal bırakmak bir âr ve zillettir, der; ashab-ı kiramın sakallarıyla alay edip eğlenirse, onun imanının sağlam olması imkansızdır. Hatta ona kat’î şekilde Allah (c.c.) a tevbe etmesi, imanını ve nikâhını tazelemesi vüciptir. Yine ona, Peygamberinin sûretini (şeklini) sevmesi, onu kendine ve bütün Müslümanlara benimsemesi, munasip görmesi lâzimdir.

   Sakal bırakmak bazı ahmaklar nazarında âr sebebi olsa da, Müslüman için üzerine vacip olanı terk etmesi, sefahet ve hamâkât ehlinden dolayı, câiz olmaz. Biz insanların söylediklerinin tesirinde kalıp dursak, imanımız uzerinde sebat gösteremeyiz. Çünkü küffâr ve müşrikler İslâm ve imanı âr görecekler de biz onları hoşnud etmek için iman ve İslâm’ı terk mi edeceğiz? Maazallah, asla!

   Biz İslâm dinine iman edip ona sımsıkı sarıldığımız ve onu kendimize her hâl-ü kârda kabul ettiğimzde -kâfirler hoşlanmasalar da- aynı şekilde, İslamın hey’etine (görünüşüne) de razı olmamız, rahmet nebisi olan Efendimize uymamız -kendilerine kâfirlerin ve müşriklerin şeklini seçen fasıkların burunları toprağa sürtülse de- bize vaciptir. Düşmanları razı etmeye çalışmak şeytanın bir fitnesidir ve Müslüman için asla olmayacak bir şeydir. Allah Teâlâ bu hususla alakalı olarak buyuruyor ki:

 

وَلَن تَرْضَى عَنكَ الْيَهُودُ وَلاَ النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ قُلْ إِنَّ هُدَى اللّهِ هُوَ الْهُدَى

 

   «Sen milletlerine tâbi olmadıkça, ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden asla hoşnut ve razı olmazlar. Ey Habibim, onlara de ki, yol Allah’ın gösterdiği yoldur.» (Bakara sûresi, Ayet: 120).

   Hakîmü’l-ümmeh et-Tehânevî devamla der ki:

   Bazı ilim tahsil edenleri bu günaha. (ma’siyete) mübtelâ olmuş halde ve bir yük kitap taşıdığı halde içindekilerden haberi olmayan yaratıklar gibi gördükçe, esef ve üzüntümüz artmaktadır. Bu gibilerin suçları diğerlerinin suçlarından daha fazladır. Çünkü onlar kitap ve sünnette mevcut olan şeyleri biliyorlar; sonra, kendilerine Allah’ın Kitabına ve Resûlü’nün sünnetine aykırı kötü ameli seçiyorlar; böylece, ilimleriyle amel etmeyen, günahları başkalarına da sirayet eden kötü âlimler hakkında varid olan vaidlere (İlâhî tehdidlere, kötü âkibetlere) müstehak oluyorlar... Çünkü câhiller onların amellerini yaparlar, onların amellerini (yaptıklarını) delil getirirler; bu şekilde onlar bu kötülüğün yayılmasında sebep teşkil ederler, vesile olurlar. Malûmdur ki, bir günahın vebali ona sebep olana aittir.

   Bence, İs1âmî mektepleri ve dini enstitüleri idare edenlere, bu sakal kesme günahını işleyenleri yahut şerîat-ı garra’nm hılâfına bir şekil, kıyafet kendine seçenleri -Allah azze ve celleye tevbe etmeleri ve o günahdan vazgeçmeleri müstesna- mekteplerden çıkarmaları vaciptir.

   Bu gibilerin İslâmî mektep ve dini enstitülerden çıkarılmalarına işaret etmemin sebebi: Yarın onlar buralardan me’zün olduklarında insanların kendilerine uyacakları ve uyduklarında da bunun İslâm ümmetini helâk edeceği içindir.

 

Anasayfa      Devam