TEKKE SAKİNLERİNE TASAVVUFÎ BİR İKAZ VE UMUMÎ BİR TEBLİĞ

 

 

 

   Öngüt diyor ki;

   ,,Bir kardeşimiz, Cemaleddin Kaplan’la görüştüğünü, sohbet esnasında ,,En büyük benim!” dediğini nakletti.

   Siz ona sorun: Şeytandan da büyük müdür? Zira o, bir defacık büyüklük tasladı, Huzur-î İlâhi’den tard edildi.

   Ve bundan sonra üç sayfalık yazısında on tane ayet-i celile’yi mealleriyle ve altı hadisi manalarıyla veriyor. Ayetler sırasıyla: İsra, 85; Mü’minun, 52-56; En’am, 159; Yasin, 21; Şura, 13; Rum, 32; Şura, 14; Yunus, 19; Şura, 15; Zuhruf, 36-37.

   Birkaç hadisin meali:

   ,,Kendinde varlık görmen, diğer günahlarla kıyaslanmıyacak kadar büyüktür.”

   ,,Bir insanın kendini beğenmesi, yetmiş senelik ibadetini mahveder.” (Münavi)

   ,,Kim ki, ben âlimim derse, bilin ki, o cahildir.” (Münavi)

   ,,Fakirliğime övünürüm.” (K. Hafa)

   Allah Resulü böyle buyururken, bir cahilin böyle söylemesi, şeytanın kürsüsünden hitabtan başka bir şey değildir.

   ,,Ahir zamanda yaşları küçük, tecrübeleri kıt, aklını kötüye kullanan bir zümre yetişecektir. Onlar iyiler gibi, peygamberlerin tebliğatından bahsedeceklerdir. Fakat onlar tıpki okun hedefi delip geçtiği gibi, İslam’dan hemen çıkıvereceklerdir. İmanları boğazlarından ileri geçmez. Siz onlara nerede rastlarsanız hemen öldürünüz. Zira onları öldürene kıyamet günü sevab vardır.” (Buhari, Tecrid-i Sarih, 1472)

   İşte bu ayet-i kerime’lerin hepsine cevap istiyoruz, eğer doğru sözlü iseniz.

   Bir tek ayet-i kerime’yi insanlar, melekler ve cinler dahi inkâr etseler hepsi kâfir olurlar.

   Haklarında bunca ayet-i kerime ve hadis-i şerif’leri bölücülerin önlerine serdiğimiz halde hâlâ ‘müslümanlardır’ zan gözü ile bakmakta; bu ayet-i kerime’leri inkâr etmek veyahut hafife almak demektir. Bunu ise ruhu ölen bir kimse yapabilir. iman şahibi asla yapamaz. Eğer bundan sonra da bölücülere destek olursanız, bu ayet-i kerimelere karşı geldiğinizi çok iyi bilin. Düşmanlar vatanımıza göz dikmişler, dıştan hristiyanlar, düşman tarafından satın alınmış bölücülerde İslam görünerek içten dinimizi parçalamak, diğer taraftan da vatanımızı yok etmek istiyorlar. Düşman tarafından satın alındığınız şuradan belli ki, bayrağa hücumunuz var. Halbuki ecdadımız imanı için, vatanı için, namusu için ve bayrağı için canlarını feda etmişlerdi. Şimdi gördünüz bu maskelileri! Kime hizmet ettiklerini? Bunlar Huzur-i İlahi’ye nasıl çıkacaklar?..”

   İşte Ömer Öngüt’ün cevabi yazısına kaydettiği ayet ve hadis-i şerif’lerin mealleri ve bu meallerden çıkarttıkları netice ve fezlekeleri gördünüz.

   1- Öngüt, işin kolayını bulmuş: Kur’an’dan ayetler sıralayarak ve ,,Bunların bir tanesini inkâr eden kâfir olur” diyecek ve bu suretle muarız ve muhaliflerine cevap vermiş olacak, ayetler karşısında da susanları cevap vermedi diye itham edecek! Ne kadar kolay şey! Gördünüz mü? Cevap vermenin bu çeşidini de? Böyle bir cevap vermeyi ne bir kitapta görebilirsiniz, ne de bir alimin kaleminden? Ve ne de ilim dünyasında böyle bir usul ve böyle bir kaide vardır!.. Aman Ya Rabb’i! Cehalet ne kötü şey? İnsanı ne gülünç duruma düşürür?!.

   2- Öngüt’ün cahil olduğu şundan da bellidir ki, şunun veya bunun hakkında verdiği fetvalara, ayet ve hadisleri delil gösteriyor. Halbuki İslam ulemasının tesbit ettiği gerçeklerden biri de müctehid olmayanlar için merci ayet ve hadis değildir. Akaid ve fıkıh kitaplarıdır. Zamanımızda biri çıkıp ayet ve hadisten hüküm çıkarmaya kalkarsa o, cehlini ortaya koymuştur. Artık ona söz de anlatamazsınız. Çünkü tıp tahsil yapmamış birine siz, tedavi usüllerini nasıl anlatırsınız?!.

   3- Yusuf Güneş!

   ,,Hoca’mız” diye bahsettiğiniz Ömer Öngüt isimli şahsın hocalıkla bir alakası yokmuş! Bu zat, hakkımda ileri geri konuşmuştu. Biz muhatap almadık, ,,muhatap değildir” diye. isabet etmişiz. Yine de kendisini muhatap almıyoruz. Ancak, bilgi kabilinden saf ve temiz müslümanları uyarmak maksadiyle bu mevzuu gündeme getiriyoruz. Hem kendi etrafına hem de bilumum müslümanlara şu gerçeği basın yoluyla duyurmayı bir vecibe telakki ediyor ve diyoruz ki:

   “Ulum-i Şer’iyyeyi ve buna temel teşkil eden Ulum-i Arabiyye’yi tahsil etmemiş kimseler şeyh olamazlar; kaş yapıyoruz derken göz çıkarırlar, irşad edeyim derken saptırırlar.” Ve bu noktadan hareketle şunu da hatırlatırız:

   a) Ömer Öngüt hoca değildir. Hoca olmayana hoca demek hem hocalığa hakaret olur hem de yalan olur, zulüm olur. Zira bir insanı seviyyesinin altına düşürmek de zulümdür, seviyyesinin üstüne çıkarmak da zulümdür. Bir âlime cahil demek ne kadar haksızlık ise, bir cahile âlim demek o kadar haksızlık olur.

   Hz. isa bir insandır ve aynı zamanda bir peygamerdir. Yahudiler, onu küçülte küçülte veled-i zina dediler ve küfre gittiler. Nasraniler ise onu layık olduğu makamın üsütüne çıkara çıkara ona ,,Allah’ın oğlu” ve ,,Allah” dediler ve bu suretle küfre gittiler. Fakat Kur’an ne yaptı? Onu gerçek hüviyetiyle ortaya koydu ve dedi ki:

   ,,Hz. İsa hâşâ ne veled-i zinadır ve ne de uluhiyyet sıfatına sahibtir. 0 insandır ve sadece Allah’ın peygamberlerinden bir peygamberdir!”

   Binaenaleyh, insanımız, çok dikkatli olmalı, ifrat ve tefrite varmadan, her şeyde adalet yolunu tutmalıdır ve haktan ayrılmamalıdır.

   b) Ümmet-i Muhammed Gazetesi’nin 26 numaralı nüshasında kendisine dokuz sual sorduk. Hiç birine cevap vermedi. Veremezdi!.. Çünkü bilmiyordu, bilemezdi. 0 sualler arasında siyasetle ilgili, Türkiye’deki rejimle ilgili, M. Kemal ile ilgili sualler de vardı. Bunlara da cevap vermedi, veremezdi. Çünkü, siyasî sahada da, İslam’ın dost ve düşmanını tanımada da yaya idi. M. Kemal’in, belki de hadiste geçen meliklerinden biri olduğunu kabul ediyordu?!.

   c) Kendisine sorduğumuz suallerin içinde ,,İctihad”ın tarifi, şartları, mesağı ve hükmü, zannın tarifi de vardı. Hoca dediğiniz zat, bunları da bilmediği için diyor ki: ,,İctihad delile dayanır, zanna değil. Zanna dayanır demek, bütün sahabeyi, müctehid imamları cehaletle suçlamak olur. Sen de bunu böyle bil!”

   ,,İctihad zanna dayanır” demek, ,,ictihad zannî delile dayanır” demektir. Bu bir mecaz-i hazfîdir. Yani ictihadın mesağı zanni delildir, kat-i delil değildir.

   Evet; Ömer Öngüt bizim ,,İctihad zanna dayanır” şeklindeki sözümüzü anlamıyor da böyle cevaplandırıyordu. Fakat, bunu Öngüt nereden bilsin? Çünkü ne usul okumuş, ne de füru. Zannın ne olduğunu da bilmez. Bu, bir ilim işidir!

   d) Öngüt’ün ne söyleyeceğini bilmediğinin bir başka delili de müslümanlara ,,Kimin kulusun, kimin ümmetisin, bayrağın ne?!.” diye soruyor. Bu suretle işin içinden çıkacağını zannediyor. Evet her müslüman elbette kime kul, kime ümmet olduğunu biliyor ve inanıyor. Altı yaşındaki çocuklara varıncaya kadar!.. Bayrağın şer’î hükmünün ne olduğunu da siz kendisine sorun!

   4- Bizden ayet ve hadislerin cevabını istiyor. Bu da cehaletin bir başka türü! Biz ayet ve hadislere ne diye cevap verelim? Bu mümkün mü? Ayet ayettir, hadis hadistir. Hangi müslüman bunlara karşı çıkabilir?..

   Şayet; Öngüt, bu sözlerinden ,,Sen de bu ayet ve hadislerin şumulüne giriyorsun!” demek istiyorsa, bakalım kim giriyor? Haddini ve hududunu bilip doğrudan doğruya ayet ve hadislerden hüküm çıkarma cüretini göstermeyen, meseleleri müfessirin, muhaddisin ve müctehid efendilerimizin eserlerinden alanlar mı girer, yoksa Kur’an ayetleri hakkında ilimsiz konuşanlar mı girer?    Tekrar başa dönelim:

   5- Öngüt diyor ki: ,,Bir kardeşimiz Cemaleddin Kaplan’la görüştüğünü, sohbet esnasında ,,En büyük benim!” dediğini nakletti. Siz ona sorun: Şeytandan da büyük müdür? Zira o bir defacık büyüklük tasladı. Huzur-u İlahî’den tard edildi!” diye sayfanın başına yazmış! Şimdi kendisine sorun:

   a) Bu, tek bir haberdir; sıdka da kizbe de ihtimali vardır. Kur’an’ın beyanı vechiyle tahkik etmek gerekmez mi idi? Tek bir yazmanın, hem de isim vererek yazmanın ayrıca ,,sıraladığı ayet ve hadislerin şumulüne girmiştir” şeklinde karar vermenin ve bunu neşriyat yolu ile bütün bir dünyaya ve bütün bir istikbale bildirmenin vebalinin ne olduğunu kendisinden sorun! Söyledikleri bu sözlere mesned olan o haber ya doğru değilse veya şekil değiştirerek intikal etmiş ise, yalan ve iftira olmaz mı? Sorması gerekmez mi idi? ,,Siz böyle bir şey söylediniz mi? Söylediniz ise, nasıl ve ne maksatla söylediniz?” diye sorması elbette Kur’an’ın emri idi. Bir kerecik olsun sorsaydı, mesele biterdi. Fakat, irşad postunda oturduğu iddia edilen bir zatın böyle cetvel-kalem kitabına yazması ne Şer-i Şerif’e uyar, ne o makamla bağdaşır!

   Evet mesele şöyle olmuştur: On iki ilimden bahsedildi, ,,Efendiniz Arapça bilir mi?” şeklinde bir sual soruldu. ,,Bilir de bilmez de!” şeklinde cevap verdi. Biz kendisine: ,,Ne demek bilir de bilmez de!” Bu çelişkili bir söz! 0 arada ,,On iki ilmi bir sen mi bilirsin?” dedi. ,,Evet ben bilirim!” dedim. Yoksa ,,En büyük benim!” tabiri geçmemiştir. Böyle dememiz bir gerçeğin ifadesi olduğu gibi, şeriat’a da uygundur. Zira tekebbür aslında haramdır. Fakat kibirlenene karşı kibirlenmek bir sadakadır. Zira dört yerde kibirlenmek caizdir. Bunlardan biri de sizi beğenmeyene ve hatta küçük görene karşın gerçeğin bir ifadesi olarak ve onun kibrini kırmak maksadıyla büyüklenmek caizdir ve hatta sadakadır. (Tarikat-ı Muhammediye ve Onun Şerhleri, Hadimi Receb Efendi)

   b) Öngüt bilmeli ki, ne kendisi ne de biz, ayet ve hadisten hüküm çıkaramayız. Bu bir ictihad meselesidir. Hele hele Öngüt gibi okur-yazar olmaktan başka herhangi bir tahsil görmemişler ne tefsir yazabilir, ne de yapılan tefsirleri anlarlar. Çünkü İmam-ı Suyuti’nin beyanına göre, genelde oniki ilmi ve bütün bunların yanında ledünnî ilmi bilmeden nass’ların tahlil ve tefsirine gidemez, caiz olmaz. ,,Kim kendi reyine göre Kur’an’ı tefsir ederse, o cehennemde yerini hazırlasın!” sözü boşuna söylenmemiştir.

   6- Ledünnî ilim meselesi:

   Biline ki, ilim ikidir: Biri kesbî ilimler, diğeri de vehbî ilimlerdir. Vehbî ilimlerin bir ismi de ledünnî ilimlerdir. Birincisi teallüm ve tahsille elde edilir, diğeri de ilham ve keşifle elde edilir.

   Demek oluyor ki, birincinin yolu tahsildir, teallümdür, metin ve şerhleri ezberlemektir, hıfzetmektir, usul ve kaideleri bellemektir. Yani genelde oniki ilim diye tabir edilen bu ilimleri, usul ve adabına göre üstadlarından ve kaynaklarından öğrenmek, bellemek ve hafızaya almakla mümkündür. İkincisi ise iki şarta bağlıdır. Birincisi kesbî ilimleri tahsil, ikincisi de bu ilimlerle amel etmektir.

   İmam-ı Suyutinin “İtkan”da, İmam-ı Rabbani’nin ,,Mektubat”ının birinci cildinin 3. sayfasında kaydettikleri hadis-i şerif şöyle:

   ,,Bir kimse bildikleriyle amel ederse, Allah ona, bilmediklerini varis kılar (lutfeder, bildirir).”

   Evet bu hadis bir şart cümlesinden ibarettir. Şart cümlesinde ceza cümlesinin tahakkuku, şart cümlesinin tahakkukuna bağlıdır. Siz bildiklerinizle amel etmedikçe Allah’ın varis kılacağı ilme, yani ledünnî ilme sahip olamazsınız.

   Demek oluyor ki, müslüman ve hususiyle ehl-i tarik, önce on iki ilmi tahsil edecek, Şeriat-ı Garra’yı öğrenecek, sonra bütün bunlarla amel edecek, hayatında tatbik edecek ve bu sebeble Mevlâ’sı dilediği takdirde, dilediği kadar onun kalbine vehbî ilmin kapısını açar. 0 da bu kapıdan eşyanın hakikatlarını, şer’î hükümlerin altında yatan mana ve esrarı sezer ve keşfeder. Mektubat’ın aynı cilt ve aynı sayfasında şu satırları da okumaktayız:

   ,,Vehbî ilimler ancak ahvalı sadıka ile, akide-i rasihe ile, ihlasa iktiran eden amel-i saliha ile, niyyet-i halise ile, zikre mülazemetle, fikre müdavemetle ve meallah huzur murakabesiyle alınır ve telakki edilir.”

   MANA VE HAKİKATLERİ:

   Evet sofi kardeşimiz, bu sayılan meselelerin bir bir ilmini yapacak; tarif ve şartlarını öğrenecektir; sadık halleri, sabit ve kalıcı akideleri, salih amelleri, halis niyyeti, zikrin, fikrin ve murakabenın neler olduğunu kaynaklarından yani akaid, fıkıh ve ahlak kitaplarından öğrenecek, hıfz ve tahsilini yapacaktır. Yani şeriat’ı bütün hüküm meseleleriyle bilecektir. Daha veciz bir ifade ile; Ulum-i Şer’iyye’yi ve buna temel teşkil eden Ulum-i Arabiyye’yi tahsil edecektir. Bu sebepledir ki, İsIamî bir cemaat olarak tesbit etmişiz ki, insanımızın yetişmesi için şu üç tezgahtan geçmesi lazım: Medrese, tekke ve kışla. Medresede şeriat’ı, tekkede tarikatı, kışlada tetik çekmeyi öğrenecektir. Yani insanımız Peygamber (s.a.v.)’in varisi olup tebliğ ve irşad makamında bulunabilmesi için medresenin âlimi, tekkenin şeyhi, kışlanın kumandanı olacaktır ve olmalıdır. Yoksa, ,,Dinden eden yarım molla, şeytana maskara olan sofi, düşmanın oyununa gelen birer gafil!” olmak durumuna düşen ve ucuz kahraman adamı!.. Ve bunlar var ya! Bunların insanlık hayatında açtıkları yaralar derindir, tedavisi ve telafisi çok zordur. Zira bunlardan birincisi sarık ve cübbesini, ikincisi tekke ve tesbihini istismar eder, üçüncüsü de namlunun ucunu gösterir, küfür ve kâfir rejimleri ayakta tutarlar; kâfir anayasalara oy verilmesini tavsiye ederler, Mustafa Kemal putunun millete mal olmasına ve gönüllerde iyice yerleşmesi için kürsülerden dua ederler, bir kısmı da bilerek veya bilmeyerek cehline kurban giderek müridlerine ,,Siz zikre devam edin, Allah başınızdaki yaramazları munkarız eder!..” gibi telkinleriyle onları uyutur ve uyuştururlar ve neticede kâfır rejimin ayakta durmasına sebebiyet verirler ve bu suretle bel’amlık görevlerini yapmış olurlar. 0 bel’amlar ki, bunları Kur’an Araf suresinde köpeklere, Cuma suresinde eşeklerle temsil eder.

   Ve işte kuruluşumuz, insanı ve Ümmet-i Muhammed’i içine düştüğü bu acı neticelerden kurtarmak için evvela bu bel’amları bir taraftan bu ümmete tanıtırken bir taraftan da İslam’ın ruh ve metnine uygun medreseler ve tekkeler açmak gayretini göstermiş ve bilfiil açmıştır ve bütün cami ve mescidlerin aynı zamanda birer medrese, birer tekke ve birer kışla olduklarını ilân etmiştir. Binaenaleyh, herkes ,,Nasara, yensuru” demesini, tesbih ve tetik çekmesini öğrenecektir ve bu aynı zamanda birer farzdır, birer vecibedir.

   Melikler ve zikir:

   Kur’an ve hadis lisanının ,,L”sini bilmeyen şeyh (!) efendi müridlerini uyutmak ve cihad kaçkını yetiştirmek ve dolayısıyla bilerek veya bilmeyerek kâfır rejimi ayakta tutmak için aşağıda mealini kaydettiğim hadis-i kudsî’yi istismar etmektedir:

   ,,Ben Allah’ım! Benden başka ilâh yoktur. Ben meliklerin melikiyim. Meliklerin kalbleri benim yed-i kudretimdedir. Kullar bana itaat ettikleri takdirde meliklerinin kalblerini kendilerine karşı rahmet ve şefkate çeviririm. Ve şayet kullar bana karşı isyan ederlerse meliklerinin kalblerini onlara karşı gazab ve öfke ile çeviririm de kötü azab ile onlara azab ederler. Binaenaleyh, onların aleyhinde beddua ile meşgul olmayın, lakin kendinizi zikre ve tazarrua verin ki, ben onların hakkından gelirim.”

(Mişkat’ül-Mesabih, 3721)

   İşte Ömer Öngüt, siyasetini bu hadis-i şerif’ten çıkartmaktadır. Ona göre cihada, tebliğe luzum yoktur; oturacaksınız, tesbih çekeceksiniz, Allah Azimüşşan da ne yapacak? Şeriat’ı getirip putu ve putçuları yerle bir edecek, sizi de devletin başına getirecek, dünyada İslam devletine, ahirette de Allah’ın cennetine kavuşacaksınız!

   Ne de güzel şey! Malınız eksilmeyecek, burnunuz kanamayacak, devlete ve cennete sahib olacaksınız!..

   Kur’an böyle mi diyor? Peygamber (s.a.v.) böyle mi yaptı? Ashab böyle mi davrandı? Ulema ve meşayih böyle mi anladı? Adamlar gelip şeriat’ı kaldıracaklar, Hilâfet’i lağvedecekler, medreseleri kapatacaklar, elhasıl İslam’ın aleyhinde ne varsa, küfrün lehinde ne yapılması gerekiyorsa hepsi yapılacak, bizim dervişler de ses çıkarmayacaklar, onları rahatsız etmemek için oturup tesbih çekecekler. Bu hiç olacak şey mi? İslam’ın ruh ve metniyle siz, bunların bu halini bağdaştıramazsınız. Bu mümkün mü? Şöyle ki:

   1- Kur’an’da cihad ayetlerinin sayısı otuzdan fazladır. Allah Resulü bu cihad ayetleri karşısında sadece oturup zikirle meşgul olmadı. Zikir ve fikirle meşgul olmanın yanında tebliğatı yaptı. Tebliğat yaparken de bir taraftan Tevhid’i anlattı, bir taraftan da putu anlattı, Hübel’i anlattı, puta ve putçulara karşı çıktı. ,,Bunlar şirktir, küfürdür ve bunların yolunda gidenler cehennemliktir!..” dedi ve bunları açık açık anlattı.

   2- Allah’ın kelamında çelişme olmaz. Allah, bir taraftan cihadla emretsin, bir taraftan da zikirle fikirle meşgul olun, başınızdakilere beddua bile etmeyin desin. Bu olacak şey mi? Sarih ve kesin nassların karşısında mütevatir ve kesin olmayan deliller tevil edilir. Kaldı ki, kendilerinden şikayet edilen melikler, birer din düşmanı, birer şeriat düşmanı değillerdir, icraat ve tatbikatlarında, insanlarla olan muamele ve münasebetlerinde haşin ve merhametsiz davrananlardır. Nitekim ,,Rahmet, re’fet, sahât ve niket” kelimelerinden bu anlaşılmaktadır.

   Evet fıkıh kitablarımıza baktığımız zaman görürüz ki:

   Bir devlet reisi küfre saptığında alaşağı edilir; artık kâfir ve mürted birinin müslümanların başında kalması caiz değildir. Ona karşı kıyam edilmesi, o anda o güç yoksa temini yoluna gidilmesi müslümanların üzerine bir farzdır. Şayet devlet reisi zalim ve fasık olursa ve onu değiştirme yoluna gidildiği takdirde sabredilir, nasihat edilir, zikre devam edilir ve onun kalbinin merhamete ve adalete çevrilmesi için Allah’a dua edilir. Bu hadisten, Allahü Âlem, murad olan mana budur. Yoksa kâfir ve mürted olan melikler değildir.

   Fakat Türkiye’nin manzarasına baktığımız zaman görürüz ki, 50-60 seneden beri durum değişmiş, şeriat kaldırılmış, yerine küfrün ve kâfirin kanunları getirilmiştir ve bu suretle devlet ve devleti idare edenler mürted olmuştur. Artık bunlara karşı kıyam etme farzdır. Şayet o seviyede bir gücünüz yoksa hazırlamak farzdır, Kur’an’ın cihad ayetleri bunu emretmekte, Peygamberimiz’in tatbikatı bunu göstemekte ve İmam-ı Azam’ın ictihadı bu istikamettedir. Bakınız ne diyor imam:

   ,,Devlet mürted olduğu zaman iki şartla kıyam etmek farzdır; Bunlardan biri idareyi alaşağı edebilecek seviyede mücahid bir cemaat, ikincisi de idareyi yürütecek salih bir kadro!..”

   Tavsiye ve tebliğ lerimiz:

   1- Öngüt de müridleri de ve bütün bir dünya bilsin ki, böyle bir cemaatin ve böyle bir kadronun yetişmesinin müesseseleri medreselerdir, tekkelerdir ve kışlalardır. Bunlar da kurulmuştur; camilerdir, evlerdir ve her yerdir. Medresede şeriat oniki ilim, tekkede tarikat ve tasavvuf, kışlada tetik çekmenin ilmi yapılacak, o hayat yaşanacak. Ümmet-i Muhammed Gazetesi’nin 29 ve 30 no’lu sayılarında Arapça öğrenmenin, Osmanlıca okuyup yazmanın önemine işaret edilmiştir.

   Başta okur-yazar olmaktan başka tahsili olmayan, kitabına koyduğu isimlede ,,Hakikatla dalaleti bilmemiz lazım!” ifadesiyle de hakikat ve delaletin ne olduğunu henüz kavramayan Öngüt’e de müridlerine de, keza asker olmaktan başka ilimden behresi bulunmayan Yarbay ve müridlerine, tüm benzer mürid ve şeyhlere tebliğ ve tavsiye ediyoruz ki, ,,Sizler cahilsiniz ve hatta echelsiniz! Tarikat şöyle dursun, şeriat’ı da bilmiyorsunuz. Öncelikle şeriat’ı tahsil edin; ,,Nasara, yensuru” deyin, sonra mürid olun. Tekke şeyhi izin verirse irşad postuna oturun! Eski medrese ve tekke üstadları; Muhyiddin-i Arabi’ler, Geylani’ler ve Rabbani’ler böyle yaptılar. Sizler de böyle yapın! Yoksa hem dall ve hem de mudill olursunuz!”

   2- Din bir tanedir, o da İslam’dır. Ehl-i Sünnet vel-Cemaat da bir tanedir. Herkes kendi kafasına göre dini tefsir ve tahlile kalkmasın! İtikad ve ibadet, tasavvuf ve siyaset meselelerini Kur’an ve hadise dayanan müctehid imamlarımızın eserlerinden, kaynaklarından alacaktır ve almalıdırlar. Kendi kafalarına göre hüküm çıkaranların, Allah’ın inayetiyle hakkından gelme, echel olduklarını, dall ve mudill olduklarını bütün bir dünyaya duyurma bizim vazifemizdir. Onlar da bildiklerini yazıp (mektupla değil) gazetelerde neşretsinler ve bilsinler ki, ,,Cahil yazdıkça veya konuştukça hataları daha da ortaya çıkacaktır!”

 

 

- SON -

Başa dön