TASAVVUF VE

UCUZ KAHRAMANLAR

 

  

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

    Mukaddime:

 

   Rabb’imize hamd, Efendimiz’e, âl ve ashabına salât ve selam, şeriat’ın çizgisinde giden alim ve âriflere dua!..

   Mâlum olduğu üzere; İslam, hem din hem devlettir, hem ibadet hem siyasettir... İslam ve onun kitabı Kur’an-ı Azimüşşan, hakkın ve hakikatın kaynağıdır. İtikad ve ibadetlerin kaynağı olduğu gibi, devlet ve siyasetin de kaynağıdır. Keza; tasavvuf ve tarikatın da kaynağıdır...

   Mesuliyetimiz; siyaseti ve siyasi vahdetin farz olduğunu kabul ve tasdik ettiği gibi, tarikat ve tasavvuf babında da temel ve esasta vahdeti hedef almış, her kafadan bir ses gelmesine rıza göstermemiştir. Bunun için de gerek siyasi mevzuda, ve gerek tarikat mevzuunda, ,,Kaynak Kur’an, örnek Peygamber” demiştir. Yani her iki sahada da talimatı Kur’an’dan, tatbikatı Peygamber (s.a.v.)’den almıştır ve almaktadır. Neden? Çünkü hareketimiz, kuruluşunda olsun, icraatında olsun İslamî’dir, şeriat adınadır, fetvaya bağlıdır. Binaenaleyh; öyle bir kaynağa ve öyle bir örneğe dayanmalı ki, hiçbirisinde en ufak bir hata olmamalı, ki insanımız gönül huzuru içinde icra-i faaliyet yapsın ve faaliyetinde yüzde yüz isabetli olduğundan şüphesi olmasın!..

   Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurur: ,,...Ben size öyle şey bırakıyorum ki, siz ona yapıştığınız müddetçe ebediyyen sapıklığa düşmezsiniz: Allah’ın kitabı ve Peygamber’inin sünneti.” (Hâkim rivayet etti ve ,,isnadı sahihtir” dedi)

   Bir başka had is-i şerif:

   ,,Bu Kur’an (öyle bir kitaptır ki), bir tarafı Allah’ın elinde, bir tarafı da sizin elinizdedir. Siz ona sarılın! Zira ondan sonra ebediyyen ne sapıklığa düşersiniz ne de helâk olursunuz!..” (Taberânî, Kebir’inde güzel bir senetle rivayet etmiştir)

   Bir diğer hadiste de şöyle buyurmuştur:

   ,,Önünüzde öyle fitneler gelecek ki, onlar karanlık gecelerin parçaları gibidir. Kişi mü’min olarak sabaha girer fakat akşama kâfir olarak dahil olur; keza akşama mü’min olarak girer, sabaha kâfir olarak dahil olur...” (Ebu Davud, c. 4, No: 4262)

   Evet; bugün öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, gündüzü gecesi kadar karanlıktır. Siyasi sahada oldugu gibi, tasavvuf ve tarikat sahasında da en azından hak batıla karışmıştır. Takib ve tatbik edilen usul ve yollar o kadar çok ki, insanımız hangisine uyacağını şaşırmıştır. Çünkü her kafadan bir ses gelmekte, her sabahtan kalkan şeyhliğini ilan etmekte ve etrafına insan yığınlarını toplayabilmektedir. Bunların içinde ehil olanlar ve eli öpülecek olanlar olduğu gibi, ilimden ve irfandan uzak, ehliyetsiz kişilerin sayısı da az değildir. Hatta bunların içinde öyleleri vardır ki, Hakk’a bağlanıp hakkı müdafaa edeceği yerde cehaletin kurbanı olarak batıla hizmet etmekte, küfrün ve kâfirin hazırladığı anayasalara bile ,,Evet” demekte ve dedirtmektedirler. Ve en azından onları serbest bırakmakta ve bu suretle ,,AlIah yolunda sevme, Allah yolunda buğzetme” esasına ters düşmekte, şeriatı garra’yı hakim kılmak için yola çıkan müslümanların yanında ve safında yer almamakta, bilerek veya bilmeyerek din düşmanlarına hizmet etmekte ve onları desteklemektedirler. Hatta daha da ileri giderek, İslam’ın devlet olması yolunda cihad verenleri kınamakta ve ,,Şimdi cihad devri, siyaset devri değildir; zikir devridir, siz zikre ve tesbihinize devam ederseniz, Allah başınızdaki yaramazları alaşağı eder de İslam devletini size lütfeder!..” demektedirler.

   Ve hatta sizin: ,,İslam hem din hem devlettir, hem ibadettir hem siyasettir; hakimiyyet kayıtsız ve şartsız Allah’ındır, Kur’an aynı zamanda bir siyaset ve bir devlet kitabıdır; şeriat Allah kanunudur. Her müslüman bunu böyle bilecek ve böyle inanacak ve bu uğurda malıyla ve canıyla cihadını yapacaktır. Bu da namaz ve oruç gibi farzdır, Allah’ın emridir, herkes bundan da mesuldür. Çünkü, devletsiz müslümanlık gereği gibi yerine getirilemez, bir çok dini vecibeler devletin varlığına bağlıdır... Ama ne yazık ki, İslam devlet değildir; bu nimet ve bu hak müslümanların elinden alınmıştır, esir duruma getirilmiştir, hak ve hukukunu, namus ve şahsiyetlerini koruyamaz hale getirilmişlerdir. Kur’an susturulmuş, devlet ve devletin bütün müesseselerinden uzaklaştırılmıştır. Daha da ileri gidilerek Kur’an’dan, Kur’an’ın devlet oluşundan söz edenler için yasaklar konmuş, cezalar tertib edilmiş, bunun infazı için de mahkemeler kurulmuştur. İşte bütün bunlar karşısında müslüman elbette susamaz, susmayı tercih edemez. Bu uğurda savaş vermesi; gasıbların, zalimlerin ve kâfirlerin elinden idareyi alması Kur’an idaresinde onu İslami’leştirmesi gerekmez mi? Elbette gerekir! Hatta farzdır bile!” dediğinizde mâlesef şu iki sınıfı, karşınızda bulacaksınız: Bunlardan biri ilimden nasibini almamış hocalar; diğeri de irfandan mahrum dervişleridir.

   1- Biri, makam ve maaşı elinden gitmesin diye her şeyi ayaklar altına alır, küfür ve kâfir rejimin borazanını çalar. Allah’tan korkmaz da rejimden korkar ve bu suretle Allah’ın kendisine vermiş olduğu ayetleri satar ve onlardan sıyrılır gider. Artık şeytan onu arkasına takar da Peygamber varisi olacağı yerde şeytanlaşır ve azgınlardan biri olur. Yine Kur’an’ın beyaniyle; ayetlerin ışığında ilim ve itibarıyla, cübbe ve sarığıyla yükseleceği yerde dünya menfaati uğrunda küçüle küçüle yere çakılır, heva ve hevesi artık onun ilahi olur ve nihayet köpekleşir de rejimin bekçilerinin önünde kuyruk sallar durur...

   2- İkincisi de cahil sofular ve sahte dervişlerdir. Bunlar da şeytanlaşan hocalar kadar zararlıdırlar. Bilerek veya bilmeyerek Kur’an’ın devlet olması yolunda değil; Kur’an düşmanlarının yanında yerlerini alırlar. Yine bilerek veya bilmeyerek kâfir rejimin yaptığı ihanet ve hıyaneti müridlerinden gizlemeye çalışırlar: Sizin: ,,Cihad farzdır, Kur’an devlet olmalıdır, müslüman bu Uğurda seferber olmalıdır. Hatta yeri geldiğinde cihad için zikir bile tehir edilir. Aslında cihad da bir zikirdir. Bu babda medrese, tekke ve kışla yanyana elele ve gönül gönüle olmalıdır...” dediğinizde yukarıda da ifade ettiğim gibi, ,,Şimdi zikir devridir, cihad devri değildir...” derler ve nihayet Ebu Neim’in Hilye’sinden naklen Mişkât’ta (3721) numaralı hadisi ele alarak, bir taraftan İslam’ın devlet olması yolunda bulunan müslümanları tenkit eder, diğer taraftan da müslümanları uyutur, cihad kaçkını müridler yetiştirir. (Senet ve muhtevası yönünden hadis üzerinde ileride durulacak)

   Şeyh olma kolay bir şey değildir. Adı üzerinde ,,Mürşid” olma, doğru yolu gösterme ve bunun mesuliyetini müdrik olma, etrafındakileri ilmen, amelen ve ahlaken yetiştirme ve o sahanın erlerine yakışmayan söz, fiil ve hareketlerden onları sakındırma ve nihayet onları zahiren ve batinen yetiştirme şeyhlik makamına ve şeyhlere aittir.

   İmam-ı, Rabbani şöyle der:

   ,,Eğer bu hakire ait bir cemaatın bozuk zanlarını, hata maddelerini beyanla hakkı batıldan ayırt edemezsem nasıl borçtan kurtulurum? Ahirete hangi yüzle giderim? Bilinsin ki, şeyhlik ve müridlik, halkı hakka davet etme ve irşad yolunu gösterme cidden büyük makamdır. Herhalde şu cümleyi duymuş olacaksınız: ,,Kavmi arasında şeyh, ümmeti arasındaki Peygamber gibidir.” (Mektubat-ı Rabbani, c.1, s. 469)

   Din düşmanlarına ihanet etmeyi teşvik, onların batıl putlarını tahrip edip düşürmeye çalışma yolunda da Rabbani şöyle der:

   ,,Bilinsin ki, her şahsın temenni ettiği bir şey vardır. Bu fakirin temennisi dahi, Yüce Allah’ın ve O’nun Resulü’nün düşmanlarma sert davranmaktır... Yoksa hizmetinize girer, bu işe herkesi teşvik etmeye bakardım; o taşa (puta) bu münasebetle bir tükürük de ben atardım ve bu işi bir saadet sermayesi sayardım!..” (A.g.e., c. 1, s. 632)

   Şeyhlik makamı, bir yönüyle de doktorluk makamına benzer. Doktor, hastasının hastalığını, zaman ve mekan şartları içinde mütalaa edip, tavsiyelerini yaptığı gibi, şeyh de müridinin içinde bulunduğu ahvali keşfedip, zaman ve mekânın gereklerini dikkate alır, tavsiyelerini ona göre yapar. Mesela: İçinde bulunduğu zaman imanın kuvvetlenmesini mi gerektiriyor? Ahlakî faziletlerin gelişmesini veya siyasî faaliyetin icrasını mı icab ettiriyor? Ona göre tavsiyede bulunur ve o istikamette ona yön verir.

   Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:

   Tarik-i Nakşi’de iki kanat ile sülük edilir: İman hakikatlerini sağlam bir şekilde itikad etmek ve farzlara imtisal etmek. Bu iki kanatta kusur ederse, o yolda gidilmez. Öyle ise Nakşi tarikatının üç perdesi vardır: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü doğrudan doğruya iman hakikatlarına hizmettir ki İmam-ı, Rabbani ahir zamanda ona sülük etmiştir.

   İkincisi; dini farzlara ve sünnet-i seniyye’ye tarikat perdesi altında hizmettir.

   Üçüncüsü; tasavvuf  yoluyla kalbi hastalıkların giderılmesine çalışmak ve kalp ayağıyle süluk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir..

   Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir Geylani ve Şenah-i Nakşibend ve İmâm-ı Rabbani (Allah kendilerine rahmet etsin!) gibi zatlar bu zamanda olsa idiler, bütün himmetlerini iman hakikatlarının, İslam akaidinin kuvvetlenmesine sarf edeceklerdi. Çünkü, ebedi saadetin medari bunlardır. Onlarda kusur edilse ebedi bedbahtlığa sebebiyet verir. İmansız cennete giremez ama, tasavvufsuz cennete gidenler pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşıyamaz ama, meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir. İslam’ın hakikatları ise gıdadır...” (Mektubât: 5, sadeleştirerek)

   Netice olarak diyebiliriz ki: İman hakikatlarından biri de İslam’ın hem din hem devlet oluşudur ve bu hakikatın tebliğ ve telkinidir. Günümüzde bu hakikat ihmal edilmiştir, hatta unutturulmuştur ve bu yüzden insanımız büyük yara almıştır. Bu yaranın tedavisi gerekir. Bu yara ile ölürse cennete gidemez... 0 halde günümüzün şeyhlik ve mürşidlik makamında oturan zatlara düşen ilk vazife: Müridine zikir dersi vermenin yanında, ona ,,İslam’ın hem din, hem devlet!..” olduğu gerçeğini duyurmak, kabul ettirmek ve bu hakikatı tebliğ ve telkin etmesini tavsiye etmektir.

   Aksi yönde hareket edenler mürşidlerden değil, ucuz kahramanlardan olurlar!..

           

   EVLİYAULLAH

İnsan için nihaî gaye Allah dostu olmak ve dostları arasına katılmaktır. Yani bir insan için düşünülebilen en büyük şeref, en yüksek mertebe, en üstün saadet evliyaullah’tan biri olup Allah dostları arasına girmek, korkusuz ve üzüntüsüz bir hayat yaşamaktır. Demek ki, önemli olan bir şey varsa o da evliyadan olmaktır, Allah dostları sınıfına dahil olmaktır.

   0 halde ,,evliyayı” (velileri) Kur’an’a göre tarif ve beyan edelim:

   ,,Haberiniz olsun ki; Evliyaullah’a (Allah dostlarına) ne bir korku vardır ne de bir üzüntü! Onlar o kimselerdir ki, iman edip takva ehli olmuşlardır.” (Yunus, 63)

   Görüldüğü gibi, evliyadan olmanın (yani Allah’a dost ve Allah dostu olmanın Kur’an’ın beyanı vechiyle, iki şartı vardır. Bunlardan biri iman, diğeri de takvadır. Yani biri imanlı olmak, ikincisi de takva ehli olmak.

   1- İman demek, mâlum! Allah’a, Allah’ın peygamberlerine ve peygamberlerin getirdiklerine iman etmek; bütün bunların doğruluğunu kabul ve tasdik etmektir. Bunlara iman hakikatları denir. İnanmak, kabul ve tasdik etmek de kafi gelmez. 0 hakikatlara ta’zim etmek, hürmet ve saygı duymak, kendisini bütün varlığıyla bunlara teslim etmek ve teslim olmak; ,,Ben Allah’a da O’nun noksan sıfatlardan münezzeh ve beri olduğuna, kemal sıfatlarına, kemal sıtatlarıyla muttasıf olduğuna inandım, iman getirdim. 0 Sübhan’dır, noksan sıfatlardan münezzehtir. Mülk O’nundur, melekût O’nundur, yaratan O’dur, kanun koyan O’dur. Kâinat O’nun koyduğu kanunlarla bir ahenk ve bir düzen içinde yaşamakta ve sürüp gitmektedir. Dilediği zamana kadar da devam edecektir. Herşey O’nun iradesine bağlıdır, istediği olur, istemediği olmaz. İnsanoğlunun beden yapısına da ruh yapısına da, sindirim, dolaşım, sinir sistemi gibi cihazları da yerleştiren O’dur. Duyu organlarını da yerlerine yerleştiren yine O’dur. Bütün bunlar O’nun emir ve iradesine göre çalışırlar...”

   Bir sineği, bir örümceği, bir bal arısını düşünün: Uçma kabiliyetini, âğ örme sanatını, bal yapma hünerini 0 vermiş ve o şekilde yaratmıştır... Her şeyi böylece düzene koymuştur; eksiği ve gediği yoktur. Kur’an’ın beyan ve şehadetiyle, araştırsanız da bulamazsınız. Bir daha arasanız da, tekrar tekrar arasanız da bir kusur, bir noksan ve bir eksik bulayım diye yine de bulamazsınız, yine de bulamazsınız!.. Emekleriniz boşa çıkar!.. (Mülk süresi)

   Kâinatta; yerlerde ve göklerde, canlılarda ve cansızlarda hakikat böyle olduğu gibi, insanlar arasında da insanın hak ve hukukunu tevzi, görev ve vazifelerini tayin ve tesbit de öyledir. Allah’ın gönderdiği ve indirdiği beşerle alakalı kanun ve nizamharda bir noksanlık bir kusur bulamazsınız. Fert ve cemaat olarak devlet ve siyaset olarak insanoğlunun beden ve ruh yapısına, dünya ve ahiretine Allah yapısı kanunlar tıpa tıp uymakta, hak ve görev taksiminde adaleti tam sağlamaktadır. Ve böyle olması da pek tabiidir. Çünkü; erkek ve kadın, fert ve cemaat, devlet ve vatandaş arasındaki hak ve hukuku, vazife ve görevi en ince noktalarına kadar bilen sadece ve sadece yaratandır. Binaenaleyh, yegane güzel kanun, yegane adaletli kanun O’nun gönderdiği ve indirdiği kanundur. Kur’an öyle diyor:

   ,,Onlar hâlâ cahiliyyetin (cahiliyyet devrinin) kanunlarını mı arıyorlar?!. Kanun koyma yönünden Allah’tan daha güzel kim vardır? Ama bunu yakın ehli (ilim ve hakikat ehli) bilir.” (Maide, 50)

   Demek oluyor ki, iman demek; bir taraftan şeriat’a inanma, şeriat’ın yegane adil ve yegane güzel kanun olduğuna inanma, kabul ve tasdik etme diğer taraftan da şeriat’ın dışındaki kanun ve nizamların kendini bilmezlerin cahilce ve kâfirce uydurdukları birer kanun olup red ve inkar edilmesi hatta düşman bilip karşı çıkılması gerektiğini de kabul ve tasdik etmektir.

Bir de şu hakikata inanmamız, kabul ve tasdik etmemiz gerekir: Bizler ruhlar âleminde söz verdik; yaratanımızın aynı zamanda ,,Rabb” olduğunu kabul ve ikrar ettik ve şöyle dedik: ,,Sen bizim Rabb’imizsin, biz de Senin kulunuz. Yani Siz Rabb, biz de kul. Sen emredeceksin, biz de yerine getiriciyiz!”

   Bu arada Sofu kardeşlerimiz ,,Rabb” kelimesinin manasını da çok iyi bileceklerdir ve bilmelidirler ki, bilerek veya bilmiyerek sapmasınlar, başkasına kul olmasınlar!..

   ,,Rabb” demek, sahib demektir. Manalardan biri budur. Yani ,,Bizim Rabb’imiz” demek bizim sahibimiz demektir; biz sahibsiz değiliz. Bizim yegane sahibimiz Allah’tır (c.c.).

   ,,Rabb” demek, terbiyeci ve eğitici demektir. Binaenaleyh, bizim terbiyecimiz ve bizim eğitimcimiz, bizim yetiştiricimiz Allahü Azimüşşan’dır. Terbiye ve eğitimimizi O’ndan, O’nun Kitab’ından, O’nun kanunundan alırız. Terbiye ve eğitim hususunda da O’ndan başkasının terbiye ve eğitim sistemlerine iltifat etmeyiz hatta red ve inkar ederiz...

   ,,Rabb” demek, idareci ve yönetici demektir. Binaenaleyh, Rabb’imiz Allah’tır demek bizi idare eden ve bizi yöneten O’dur demektir. Fert ve aile hayatımızda, mahkeme ve mektep hayatımızda, devlet ve siyaset hayatımızda O’nu tanırız, O’nun kanunlarını, O’nun nizam ve sistemlerini tanırız; bütün hayatımızı, gönderdiği ve indirdiği Kur’an kanunlarına, şeriat kanunlarına göre tanzim eder ve düzene koruz... İnsanlar tarafından, kim olursa olsun, getirilen ve yapılan kanunlara asla iltifat etmeyiz ve edemeyiz. Çünkü, dinimiz de gider imanımız da. Çünkü, Allah’tan başka kanun koyucusu tanımak Allah’a eş ve emsal tanımaktır, O’nun eşi ve benzeri olduğunu kabul etmektir ki, işte günümüzün genelde şirki, putperestliği budur. Keza; Allah, kanunlarını göndermiş ve indirmişken ve her şeyi yerli yerinde emir ve tavsiye etmişken, yetersizdir diyerek, devri geçmiştir diyerek, Araplar’a mahsustur diyerek, gericilik diyerek, bizi on dört asır geriye götürür vs. diyererek kanun koymaya kalkanlar tağutlardır, şeytanlaşan insanlardır, kâfirleşen insanlardır. Bunlardan yana olanlar da bunları destekliyenler de bunların hazırladıkları anayasalara oy verenler de tağutların, şeytanlaşanların, kâfirleşenlerin tağutluğuna, şeytanlığına, kâfirliğine rıza göstermiş demektir. Küfre, kâfirliğe rıza göstermek de aynı şekilde kâfirliktir.

   0 halde tarikat ehli, sofu kardeşlerimiz, son derece dikkatli olmalı kâfirleşen, tağutlaşan ve putçulaşan bu adamların oyununa gelmemeli ve herkesten daha çok bunları tanımalı, tanıtmalı ve herkesten daha fazla bunlara karşı çıkmalı ve bunların yaptıkları anayasa ve kanunlarına ,,Yuh!” demeli tel’in etmeli, düşman bilmeli, bu küstahları ve bu münafıkları teşhir etmeli ve başta müridleri olmak üzere müslümanlara tanıtmalıdır. Ve işte ,,La ilahe illallah” demenin manası budur, gereği budur, muhtevası budur. Ve işte tağutu red ve inkar, Allah’ı kabul ve tasdik budur; Ve işte şirki, putu ve putçuyu tel’in ve takbih, Tevhid’i tâzim ve tahsin budur...

   Ve işte ve ancak bu şekilde inandığımız ve davrandığımız takdirde ruhlar aleminde vermiş olduğumuz sözü yerine getirmiş oluruz ve ancak bu inançla ruhlar âleminde vermiş olduğumuz ahdimize uygun olarak Allah’ın Rabb’liğini kabul ve tasdik etmiş oluruz ve işte ancak bu inançla öldüğümüz takdirde mezarda sorgu-sual meleklerinin ,,Rabb’in kimdir?” sorusuna ,,Rabb’im Allah’tır!..” diye cevap verebiliriz. Rabb’im cümlemize nasip eylesin!

   Şeyh ve mürid sofu kardeşlerim!

   Bazı insanlar var ki; onlar, Allah’ı tek yaratıcı olarak ve âlemlerin Rabb’i olarak bilir, O’nun ismi yazılı levhaları duvarlara asar, cami ve tekkelere götürürler!.. Fakat onlara göre, Allah Rabb’liğini göklerde sürdürecek ama yeryüzüne sıra gelince insanların günlük işlerine karışmıyacak, buna hak ve salâhiyeti olmıyacak, sözü geçmiyecek, kanunları geçerli olmıyacak da söz hakkı ve rabb olma hakkı O’ndan başkasına verilecek!.. Bu nasıl iman?!. Böyle iman olur mu?!. Böyle bir iman müslümana yakışır mı? Yakışmaz! Hele hele sizin gibi sofulara hiç yakışmaz! Zira bu, O’nu tanımamaktır, O’nu Rabb’ülâlemin kabul etmemektir ve nihayet kâfirliğin ta kendisidir.

   Her devirde ve her asırda yaşıyan insanların mühim bir kısmı Allah’ı Rabb edindikleri ve ,,Rabb’imiz Allah’tır!” dedikleri halde, mâlesef Allah’tan başka Rabb’ler, sahipler, dostlar, kanun koyucular tanır; Allah’a karşı kanun koyan, idare eden, mahkeme eden, Allah’ın yasakladığını emreden, emrettiğini yasaklayan kimseleri bilerek veya bilmeyerek kendilerine lider, idareci tanırlar. İşte o zaman bunların kulluğu Allah’a değil, itaat ettikleri, bağlandıkları ve saygı duydukları kimselere ve makamlara olmuş olur...

   Kur’an şöyle der:

  ,,Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini ve din adamalarını ve Meryem’in oğlu Mesih’i kendilerine Rabb kabul ettiler. Oysa tek Allah’tan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka ilah yoktur. Allah koştukları şirkten münezzehtir.”

(Tevbe, 31)

   ,,Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmüyor musun? Tağutun önünde muhakeme olunmalarını isterler. Halbuki, onu tanımamakla emrolunmuşlardı: Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister.” (Nisa, 60)

Başa dön Devam