KALP VE SALAHI

 

   Bundan sonra meselenin ayrıntılarına girelim ve beden yapımızın temel taşı olan kalbe ve kalbin salâhına bakalım; Kalbin münker, afet ve belalarının neler olduğunu görmeden önce, kalbin maddî ve manevî yapımızdaki önemi nedir? İşte bu sorunun cevabını bulmaya ve bilmeye çalışalım:

   Bilelim ki kalbin salah ve ıslahı, herşeyden önce gelmektedir. Çünkü, kalp, kendisine itaat olunan bir hükümdar ve bir söz sahibidir. Diğer uzuvlar onun emrinde ve hizmetindedirler. İşte bu hikmete binaendir ki, Allah Resulü şöyle buyurdu:

    ,,Haberiniz olsun; Bedende öyle bir et parçası vardır ki, onun salâhı bedenin salâhıdır, onun fesadı bedenin fesadıdır. İşte o kalptir.”

   Allah Resulü, bu mübarek sözünde kalbi bir devlet reisine, bedenin diğer uzuvlarını da o devletin sakinlerine benzetiyor. Bir memleket halkının salâhı, huzur ve sükünu, nasıl ki o devlet reisinin salâh ve islahına bağlı ise, tüm bedenin ve bedendeki tüm uzuvların salâhı, huzur ve sükünu da kalbın salâhına bağlıdır. Mişkat’ta şöyle bir kayıt var:

   ,,Allah, ihlaslı bir mü’minin kalbinde bir ev yarattı. Sonra onun kapısını kilitleyip anahtarını, ne Cebrail’e ne de Mikâil’e ve ne de başkasına vermedi, bizzat kendi elinde tuttu. Ve buyurdu ki: Bu benim hazinemdir, nazargâhım, marifet meskenimdir. Mesken de güzel, sakini de. Kul, her ne zeman onu günahlarla kirletip fesada verirse, Mevlâ’sı onu mağfiretiyle ıslah eder. Şeytan, her ne zaman bedenini günahlarla kirletirse Rahman onu marifetiyle süsler.”

   Bir başka hadisinde de şöyle buyurdu:

   ,,(Eliyle mübarek kalbine işaret ederek) Takva burdadır der ve bu sözü üç sefer tekrar eder. Bundan da anlaşılıyor ki, en mühim şey kalbin salâhı ve nefsin tezkiyesidir, ibadetlerin en büyüğü ve sevapların en Çoğu budur.

 

   KALBIN SALAH VE İSLAHI

   Kalbin salâh ve ıslahı, bilindiği üzere, onu kötü huylardan ve kötü fikirlerden uzaklaştırıp temiz huy ve güzel sıfatlarla onu süslemektir. Öyle ise önce huyları yani ahlakı gündeme getirip kaynağını, kötü ve iyi diye kısımlara ayrıldığını, kötüyü tedavi edip ıslah etme yollarını görelim:

   Huy yani ahlak; insanda öyle bir seciye, öyle bir tabiattır ki, itikad, amel, söz, fiil ve hareketler gibi nefsanî fiiller ondan sudur eder, meydana gelir.

   Kanın, vücuttaki devrü deveranını sağlaması hasebiyle ,,Pompa” ismini de vereceğimiz bu et parçasına ,,Kalp” ismi verilmesinin sebebi, bir kararda kalmayıp, adeta tenceredeki su gibi galeyana kendisini kaptırıp çabuk evrilip çevrilmesi ve kolayca yön değiştirmesidir. Nitekim Allah Resulü şöyle buyurur:

   ,,Mü’minlerin kalbi, Rahman’ın parmaklarından iki parmağının arasındadır. İstediği gibi onu evirir çevirir.”

A. b. Hanbel’in kaydettiği hadis de mealen şöyle:

   ,,Ademoğlunun kalbi Cebbar (olan Allah’ın) parmaklarından iki parmağının arasındadır. İstediği gibi evirir çevirir.” (c. 2, s.173)

   Bir başka hadis:

   ,,Kalp; Evrilme ve çevrilme yönünden tencereden daha şiddetlidir.” (A. b. Hanbel, c. 6, s. 4)

   Allah’ın parmakları arasında oluşu, mâlum olduğu üzere, mecazîdir. Yani insanların kalpleri Allah’ın elinde ve iradesindedir. İstediği gibi evirir, çevirir. İsterse iyiye doğru, isterse kötüye doğru, isterse imana doğru, isterse küfre doğru. Bütün bir kâinata hakim olan Allah, elbette kulunun idare merkezi olan kalbine de gönül alemine de hakimdir. Kul, rahat etmek isterse, Rabb’ine sağlam bir tevekkülle bağlanmalı ve herşeyiyle ona teslim olmalıdır. Başka çıkar yolu yoktur.

   Ahlak denen nesne öyle bir melekedir ki, tebdil ve tağyiri mümkündür. Çünkü, şeriat tarafından teklif edilmektedir. Şeriat’ın teklif ettiği herşey ıslâhı da ifsadı da kabul eder. Mesela: Cimri olan bir kimse zaman olur ki, cömert olur, kibirli olan bir kimse kendini  düzelterek mütevazi hale gelebilir. ,,Ahlakınızı düzeltin, güzelleştirin ve ıslah edin!” Peygamber sözü olduğu gibi, akıl sahiplerinin ve tecrübe ehlinin de ittifakı vardır. Keza: ,,Beni Rabb’im tedib etti (yetiştirdi) ve edebimi güzel yaptı!” sözü de Allah Resulü’nün sözü olduğu gibi, ,,Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Fakat; sonra anne ve babası onu yahudileştirir, hristiyanlaştırır veya mecusileştirir,” şeklinde ifadesini bulan da bir Hadis-i Nebevt’dir.

   ,,Onu günahlardan tertemiz yapan, muhakkak kurtulup umduğuna ermiştir. Onun günahlarla örtüp gömen de elbette ziyana uğramıştır.” (Şems, 1O-11)gibi ayetlerde ,,Allah rızıklarınızı taksim ettiği gibi, aranızda ahlaklarınızı da taksim etmiştir,” mealindeki hadislere istinaden ahlakın yaratılıştan geldiğini söyleyenler de vardır. Bazıları da ahlakın cibillî (yani doğuştan geleni) ve mükteseb (yani sonradan kazanılanı) diye iki kısma ayırmışlardır. Bu üçüncü anlayışı nazar-i itibare alırsak aradaki ihtilafın lafızda yani görünüşte bir ihtilaf olduğu ortaya çıkmış olur. Diyebiliriz ki, bir kişinin ahlaki her ne kadar sert ve çetin bir vasfa sahip ise de düzeltilmesi yine de mümkündür. Yani ihtilaf mevzuunda şöyle de denebilir: “İnsan, ilk fıtratında bir aşağı bir yukarı her iki tarafa istidadi yani kabiliyyeti varsa da insanlara karışmasiyle, onlarla ünsiyet ve ülfet etmesiyle taraflardan biri elbette ağır basar ve netice ona göre kendini gösterir.”

 

   AHLAKIN MENŞEİ

   Tasavvuf babında nefis tezkiyesi ve kalp temizliği ön planlarda gelir. Sofunun, Rabb’ine doğru seyir ve sülukünde atacağı ilk adım bir yönüyle budur. Yani nefsini günahlardan arındırması, kalbini güzel huylarla süslemesidir. Bu itibarla, övülen ve yerilen ahlakın menşe ve kaynağını da bilmelidir.

   Ahlakın menşe ve kaynağı nefsanî kuvvetlerdir. Ahlak; güzelliğinde de çirkinhiğinde de kaynağını bu kuvvetlerden alır. 0 halde nefsi ve nefsin kuvvetlerini de sofu kardeşimiz öğrenmeli, bunun ilmini de yapmalıdır. Nefs kelimesinin çeşitli mana ve mefhumları arasında şu manası da vardır: ,,Nefis”; Her insanın (ene) yani (ben) diye tabir ettiği bir nesnedir. Daha münasib tarifini yapacak olursak: Nefis; öyle bir cevherdir ki, Allah Teala’nın ilhamiyla marifet ve idrâk eder. Yani bilir ve anlar.

   Ahlakın, menşeini aldığı kuvvetler üçe ayrılır. Bunlardan birincisi (nutuk)’dur. ,,Nefs-i natıka” tabiri de buradan gelir. Nutuk, demek, insandaki idrâk kuvveti demektir. Yani bilme, anlama ve anlatma kabiliyyetidir; İnsan, bu kabiliyet sayesinde bilir, anlar ve anlatır. Esasen insanı insan yapan da ve onu diğer varlıklardan üstün kılıp şeref bahşeden de bu vasıftır. Lakin; nefisde mevcut olan bu kuvvet hep aynı değildir. Aslolan, orta bir yol tutması gerekirken bazen ifrata, bazen de tefrite varır. Yani aşırı gider. Orta bir yol tutması, övülmeye değerse de diğerlerinde zemmedilir.

   Nutkun itidal derecesi:

   ,,İşlerin ve derecelerin en hayırlısı orta olanıdır!” fehvasınca, ahlaka kaynak teşkil eden ,,Nutuk”un itidal yolu, yani normal derecesi ,,Hikmet”tir, hikmete sahip olmaktır. 0 halde hikmet nedir, neyin nesidir?

   Hikmet demek, nefs-i insanîde kalıcı yani sabit bir ,,Meleke”dir ki, bu kişi bu vesile ile sevabı hatadan, doğru yolu hatalı yoldan ayırt eder. Başka bir ifade ile; ifrat ve tefritten herhangi birine gitmez de daima orta bir yol tutar ve dolayısıyla daima medhedilmeye layık olur. Demek oluyor ki, hikmet, kıymetli bir cevherdir. Bu cevhere sahip olan dünyasını da kazanır ahiretini de, Allah yanında da şerefli bir makama sahip olur kulların yanında da.

   Hikmet denen nesnenin, önemine binaen üzerinde durulmuş ve çeşitli şekillerde izah yoluna gidilmiştir. Bu açıklamalar tabir ve ifade yönünden birbirinden farklılık arzederse de neticede hepsi aynı kapıdan çıkar.

   Lügatta; ilimde ileri gitme, ilimde nihayete erme manalarına gelen ,,Hikmet” kelimesi, istilahî manası itibariyla: ,,Nefsi insanînin, beşer gücü nisbetinde akıl ve fikir babında, ilim ve amel noktasında kemale ermesi ve bu noktada dalgalanmayıp sabit kadem olması, yani nabza göre şerbet vermeyip gereken ne ise onu yapmasıdır.” Daha başka bir tabirle: Gücü yettiği kadar ,,Hak”da ve hakkın yanında ve safında yer almasını gerektiren, akşamdan sabaha yer değiştirmesine imkan vermeyen ve müsaade etmeyen bir meleke, bir kabiliyyet ve bir huydur.

   Hikmeti târif ve izah yolunda ileri sürülen daha nice sözler vardır. Önemine binaen yine bunların bir kısmına işaret edelim:

   a) Hikmet, şeriat ilmidir. Yani hikmet demek, şeriat ilmini bilmek demektir.

   b) Hakka uygun olan söz demektir.

   c) Hikmet demek, ilm-i ledünnî, demektir. Yani vehbî ilme sahip olmaktır.

   d) Hikmet demek, her şeyi yerli yerinde yapmak, demektir.

   e) Hikmet demek, sahibini helâkâ düşmekten kurtaran söz, demektir.

   f) Hikmet demek, nefsin, ilimde de amelde de mükemmel olması, kemale ermesi, demektir.

   g) Hikmet demek, Kur’an hakikatlerini ve şer’â hükümleri bilmek ve bunlarla amel etmek demektir. Nitekim: ,,Allah, dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona çok hayır verilmiştir...” mealindeki ayet-i celile de buna işarettir. Hikmet, ,,Helal ve haramla ilgili ilimden ibarettir” şeklindeki İbn-i Abbas Hazretleri’nin tefsiri bunu teyid etmektedir. Keza; ,,Rabb’inin yoluna hikmetle, güzel öğütle ve mücadele-i hasene ile davet et!..” mealinde varid olan ayette geçen hikmet kelimesi de ,,Fıkıh” ilmini bilme manasında tefsir edilmiştir. Ve son olarak şunu kaydedelim:

   Hikmet demek, eşyanın hakikatına vakıf olmak demektir. Nitekim: Allah Resulü (s.a.v.) duasında: ,,Ya Rabb! Bana eşyayı olduğu gibi göster!” derdi.

   Efendimiz’in, yüksek derecede olmasına rağmen, bu duayı yapması eşyanın hakikatının bilinmesinin önemine işarettir. Ve bu, hizmetin neticesi, riyazetin semeresi olan ,,Ledünnî” ilimden ibarettir.

   Zeynü’l-İslam der ki: İşte bu tarikata giren ve Allah’ın kelamının ve O’nun Resulü’nün sözlerinin manalarının istihracını elde etmiş olduğu halde zikir ve murakaba ile meşgul olmaz ve Allah’tan başkasından yüz çevirmezse onun haline şaşılmalıdır. Çünkü, Masivallah’tan yüz çevirip zikir ve mürakaba ile meşgul olanın kalbi üzerinde ledünnî ilmin suyu dökülür de bu ilimle aynı zamanda mücehhez ve muşerref olur. Yoksa böyle seviyyeye gelmezse ve böyle bir dereceye ulaşmazsa, istilahların tedrisinde, kitapların tasnifinde bin senelik bir ömür geçirse de onlardan bir koku koklayamaz ve onların eserlerinden ve parıltılarından bir şey müşahade edemez. Hikmetin yüce rütbesindeki sır işte budur. İnsanî itikad, kesbt ve inkişafî maarifete tabidir. Zira insan, iman ve itikad babında gerçek mesafe alabilmesi için bir taraftan kesbi ilimlere çalışırken bir taraftan da vehbi ilimlerin zeminini hazırlamalı ve ,,ledünnî” ilimlerden nasibini almalıdır. Almalıdır ki, iki kanat mesabesinde olan bu iki ilme sahip olsun da Allah’a doğru seyr ve sülükünde kısa zamanda uzun mesafeler alsın ve vusul mertebesine ersin!..

   İşte; bunların sahibi dünyadan irtihal ettiği zaman, büyük bir mutluluk ve kurtuluşu bulur. Zira orası inkişaf yurdudur ve maddeler aleminin manialarından kurtulma yeridir.

   İlm-i ledünnî’nin bir ismi de ,,vehbi ilim”dir. İmam-i Suyuti, El-İtkan isimli kitabında Kur’an’ı tefsir etmek için gereken ilimleri sayarken, bir de vehbi ilimden söz eder ve tarifini şöyle yapar:

   ,,Bu, öyle bir ilimdir ki; Allah onu ilmiyle amel edene verir” ve der ki, ,,Peygamber (s.a.v.)’in şu hadisinde buna işaret vardır:

   ,,Bir kimse ilmiyle (yani bildiğiyle) amel ederse Allah ona bilmediklerini de varis kılar.”

   Bunun kesin delili ise, Allah Teala’nın şu sözüdür: ,,Ahiret yurdu ancak yaşanacak yurttur.” Çünkü, o ebedîdir. Dünya hayatı ise zevali çabuktur; çabuk gelir geçer. Dünyanın görülmesi mevcuttur, gözler önündedir. Ahiret yurdunu, bu kör gözlerle görmek mümkün değildir. Yoksa ruhların kabzolunması ve gözlerin birbirine kapanıp hakiki gözlerin açılması zamanında mesele inkişaf eder, hadiseler ve sırlar ortaya çıkar.

   İşte o zaman ,,Ey Rabb, bu ne haldir? İşler ve meseleler bütünüyle ters çevrilmiş, kapalı herşey ortaya çıkmıştır,” denir. İşte o sırada perdenin arkasından nida olunur ve denir ki; ,,İşte senin gaflet perdeni açtık, Simdi senin gözün keskindir.” (Kaf, 22)

   Hayatını boşa geçirenler, hatta ters yönde ve yolda bitirenler de şöyle derler:

   ,,Ey bizim Rabb’imiz! Gördük ve işittik. Bizleri geri döndür, salih amel yapalım, artık biz kesin olarak bildik ve anladık!” (Secde, 12)

   Cevap verilir ve denir ki:

   ,,Size; iyice düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar, öğüt  alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size (ayrıca azab ile) korkutan da gelmişti. Şimdi tadın (0 azabı). Artık zalimler için  hiçbir yardımcı yoktur.” (Fatır, 37) Bunun üzerine derler ki: ,,Ya Rabb’i! Hakikatı sen bilirsin, görülen şey zahiren mevcuttur. Halbuki  hakikatta mevcut değildir.” Bunun cevabında denir ki:

   ,,Onların amelleri, (etrafında dağlar ve dereler görülmeyen)    dümdüz ve engin çöllerdeki serap gibidir ki, susayan onun bir  su olduğunu sanır.” (Nur, 39) Bu ise, tedebbürü yani düşünüp  hakikatı bulmayı terketmektendir ki, şekavetin başıdır. Halbuki tedebbür ve tefekkür her saadetin başıdır. Ve şu da söylenir: ,,Kişi  için tedebbür ve tefekkür olduğu zaman onun için her şeyde ibret vardır. 0 halde kâinatın zerrelerinden bir zerreyi düşünen ve tefekkür eden için bir nur ve bir mürşid vardır. Yani bir insan kâinattaki varlıkları görür, onlar üzerinde derin derin düşünürse eşyanın künh ve hakikatını görür ve sezer ve bu hakikatların ötesinde ve üstünde kudret elini ve ilah’î varlığı müşahade eder ki, işte onun bu tefekkürü kendisi için bir şeyh, bir mürşid mesabesindedir.”

Hikmet mevzuunda filozofların yanlış anlayışları:

   Hikmetin şu şekilde manalandırılması yanlıştır: Onlar ki kelimeleri yerlerinden değiştirir, tahrif ve tebdil ederler ve buna da ,,hikmet” ismi verirler. Bu, neye benzer biliyor musunuz? Bu, kör bir insanın gören bir kimse olarak isimlendirilmesine benzer. Onların kendi görüşlerine ,,hikmet” ismi vermeleri nasıl doğru olsun ki, onların usul ve prensiplerine bir kere uymaz. Zira onların âlem hakkındaki görüşleri olsun, Allah hakkındaki inanışları olsun yanlıştır ve sakattır. Alemin    hadisliğini, yani sonradan meydana getirilmiş olduğunu kabul etmezler ve ,,Âlem kadimdir” derler. Halbuki İslam’a göre ,,Alem” hadistir, sonradan meydana gelmiştir. Vacib Teala hakkında da yanlış bir inanışa sahiptirler. Şöyle ki, Allah, failün bilihtiyar değil de mucibun biz-zat derler. Yani güneşten ışığın yayılması nasıl kendi iradesine bağlı olmayıp zaruri ise, Allah Teala’nın yaptığı işlerde kendi iradesine bağlı olmayıp bizzarur meydana gelir. Bu da İslam’ın iman esaslarına ters düşer. İslam der ki; Allah, bu kâinatı kendi hür iradesiyle yaratmıştır. İstemeseydi yaratmazdı. İmam-ı Gazali bu ve bu gibi görüşlerinden dolayı filozofları tekfir etme yoluna gitmiştir. Biz, itikad ve iman babında bu gibi sakat ve yanlış düşüncelere sahip olmaktan Allah’a sığınırız. Ve ayrıca Rabb’imiz bizi, nefislerimizden ve nefislerimizin kötü ahlak ve amellerinden muhafaza buyursun ve Ehli Sünnet vel Cemaat akidesi üzerinde daim ve sabit eylesin. Amin!

 

   NUTKUN İFRATI:

   Ahlakın menşei mevzuunda şunu gördük ki, üç menşe vardır: Nutuk (hikmet), gazab ve şehvet. Ve yine şunu da görmekteyiz ki, bunlardan her biri itidal, ifrat ve tafriti olmak üzere üçer kısma ayrıhr. Nutkun itidali hikmet, ifratı cerbeze, tafriti ise beladettir.

   Gazabın; İtidali şecaat, ifrat, tehevvür, tafriti ise korkaklıktır.

   Şehvetin; itidali iffet, ifratı fücur, tafriti ise sönüklüktür.

   Bu saydığımız dokuz kısımdan nutkun itidal kısmını gördük; o, hikmetten ibaretti. Şimdi diğerlerini bir bir görelim:

   Cerbeze:

   Nutkun, bir başka ifade ile; hikmetin ifratı cerbezedir. Cerbeze nedir? Cerbeze demek; aldatıcılık, hilebazlık ve fesada çalışmak demektir. Yani, cerbeze öyle bir idrâk melekesidir ki, sahibini, idrâki mümkün olmayan şeye çağırır. Mesela: Kur’an’da ve hadis’teki müteşabihat tafızlar gibi ki, bunları bilme yaAllah’a mahsustur ya da O’nun dilediği kimselere mahsustur. Yani Allah’tan ve Allah’ın dilediği kimselerden başkası bunların manalarını bilemez, bilmesi mümkün değildir. Kaza, kader mevzuu da böyledir. Çünkü, kader meselesi de bir nev’i müteşabihattandır. Onu herkes bilemez ve idrâk edemez. Bunu da gerçek manada ancak Allahü Teala bilir ve dilediği miktarı dilediği kullarına bildirir.

   Gerek müteşabih ayetleri ve gerekse kader meselesini tevil ve tefsire kalkışmak, şu veya bu gibi manalara doğru çekmek hatalı olur, cerbezelik olur. Çünkü, bu meseleler birer sırdır; insanoğlu bu dünyada bunları gereği gibi idrâk edemez, bunların idrâki ahiret hayatına mahsustur. Usul-i Fıkıh âlimleri; müteşabih ayetleri şu şekilde tarif etmişlerdir:

   ,,Müteşabih lafızların bu dünyada manalarını idrâk etme ümidi yoktur.” Cerbezenin diğer bir tarifi:

   Cerbeze öyle bir meleke ve öyle bir vasıftır ki, bu sebeple o kişiden başkaları zarar görür. Hile ve desise gibi. Veya başkaları zarar görmese bile kendisinin uhrevî mükâfattan mahrum kalmasına sebebiyet verir.

 

   Belâdet:

   Nutkun, tafrit derecesi ise beladettir. Bu, zekânın zıddıdır. Yani hamakattır, ahmaklıktır (akılsızlık, sersemlik, budalalık) gibi manalara gelir. Ve bu öyle bir meleke ve öyle bir noksanlıktır ki, sahibi hayır ve şerri, kâr ve zararı, dost ve düşmanı birbirinden ayırt edemez ve netice itibariyle dünya ve ahirette zarar görür.

   Gazab:

   Ahlaka menşe olan nefs-i insanînin sahip olduğu kuvvetlerden biri de gazabtır.

   Târif:

   Gazab; insanda hayvanî bir meleke, bir harekettir ki, o anda veya gelecekte nefret ettiği şeyi defetmek için atılır. Bu da, hoşuna gitmeyen şeyleri gördüğü için veya eza ve işkenceye uğradığı için kalpde kanın galeyanını meydana getirir, heyecan duyar, kızar ve öfkelenir. Böyle bir noktadaki insanın durumuna; intikam alma imkânına sahip değilse üzülme, üzüntü duyma denebileceği gibi, intikam alma gücüne sahipse, o haline de gazab ismi verilir.

   Şecaat:

   Gazabın itidali, yani övüleni şecaattır. Şecaat insanda öyle bir meleke ve öyle bir vasıftır ki, ileri atılması uygun olan yerde ileri atılır. Kâfirlerle savaşmak, zalimin elinden mazlumu kurtarmak, kendi nefsinin ve ehlinin mal ve canını, ırz ve namusunu koruma yolunda kâfirlere ve mütecavizlere karşı çıkmak, adaleti tesis ve hakkı ihkak yolunda gösterilen cesaret gibi. İşte böyle yerlerde varlık göstermek ağırlığını ortaya koymak şecaatın da cesaretin de ta kendisidir, medhe lâyıktır; takdir ve tebrik edilir.

   Tehevvür:

   Gazab vasfının ifratı tehevvürdür. Tehevvür öyle bir melekedir ki, körü körüne atılmaktır. Müslümanların gerek sayı yönünden ve gerekse güç ve kuvvet hazırlığı yönünden zayıf durumda oldukları halde savaş meydanına atılması ve kâfirlerle harbe kalkışması gibi ki, bu hal şer’an caiz değildir. Ancak bunun övülecek bir şekli vardır ki, ona ,,fedailik” denir. Ucunda ölüm olduğunu bile bile ileri atıtmasında iki faydadan biri var: Kâfirlerin kuvve-i maneviyyesini kırmak ve korkak müslümanlara cesaret vermek. Bu iki şarttan biri veya her ikisi mevcut olduğu takdirde ve yüzde yüz ölümü göze alarak ileri atılması, düşmana saldırması caizdir, meşrudur ve şehid olur.

 

   Cübün:

   Gazabın bir de tafrit derecesi vardır ki, onun ismi de ,,Cübn”dür, yani korkaklıktır. Bu öyle bir melekedir ki, girişilmesi ve teşebbüs edilmesi gereken yerde çekinmesi, geri kalması, zaman ve fırsatı kaçırması, demektir. Korkaklık kötü bir vasıftır. Hele hele müslümanın korkağı beş para etmez. Kârdan çok zararı dokunur. Böyle korkakların ne dünyada ne de ahirette yeri yoktur.

   Şehvet:

   Nefsin kuvvetlerinden biri de şehvettir. İnsan ahlakının kaynaklandığı vasıflardan biri de budur. Bu vasfın da itidali, ifratı ve tafriti vardır.

   Târifi:

   Şehvet demek; yeme, içme, giyinme ve cinsî munasebetlerini tatmin etme gibi kendisine mülayim ve münasib olan şeyleri talep etmesi ve bunlara meyletmesi demektir. Bu talebin ve bu meylin de üç hali vardır: İtidal hali, ifrat ve tafrit hali.

   İffet:

   Şehvet duygusunun itidal hali iftettir. Ve bu öyle bir melekedir ki, insanoğlu bununla yaratılışı gereği ve şer-i şerif’e uygun bir şekilde iştah çekilen şeylere mübaşeret ve teşebbüs etmesi yoluna gider. Bunun bir ismi de ,,mürüvvet”tir. Mürüvvet ise kâmil bir insan olma, adam olma demektir. Mürüvvete şu mana da verilmektedir: Mürüvvet demek; kanaatın, züht ve takvanın, cömertliğin ve kalp zenginliği gibi faziletlerin esası demektir.

   Şereh ve fücur:

   İnsandaki şehevi arzuların bir de ifratı vardır. Ve bu öyle bir melekedir ki, bununla insan, iştah çekilen her şeye meyleder. Onun için helal veya haram olması, şeriata uyup uymaması bahis mevzuu değildir. İnsandaki kötü olan bu vasfın diğer bir ismi de ,,fücur”dur. Bu insanda yaramaz bir halettir ki, yalan söylemekden ve günahlara dalmaktan asla çekinmez.

   Humud (sönüklük):

   Şehvetin tafrit derecesine gelince; bu da işe yaramaz. Ve bu öyle bir melekedir ki, onunla insan, iştahı çeken şeylerden çekinmesi, alınması gereken nesnelerden kısır kalması demektir. Bunun sebebi ise: Zayıflık, ihtiyarlık, hastalık veya korkaklık gibi şeylerdir.

   Tafsilat:

   İşte nefs-i natıkanın dokuz melekesi ve dokuz vasfı! Bunlar ahlak-ı hamîdenin ve ahlak-ı zemime’nin de menşeini teşkil ederler. Yani güzel ahlak da çirkin ahlak da kaynağını bunlardan alır. Bunların tarif ve açıklamalarında bir nevi kapalılık ve bulanıklık olduğu için ve önemine binaen bunları tekrar ele alıp üzerinde durmak ve gereken tafsilat ve açıklığı vermek yerinde olacaktır.

 

Başa Dön    Devam