İnsanın kendi nefsiyle mücadelesi:

 

 

   0 halde; akıllı kişi, nefsini kendisine meylettiği her şeye muhalefetle onu itham eder. Nitekim bu Sırrî kâsidesinde şöyle der:

   ,,Nefse ve şeytana muhalefet et, onlara imtisal etme ve onlara isyan et, her ne kadar; onlar sana kesin olarak nasihat ederlerse de sen onları itham et, yalan ve hile olduğunu söyle.”

   İşte bu mana üzerine Minhac’da bazılarında şu söz dönüp dolaşır; ki, onun ismi Ahmed b. Erkam-i Belhî’dir: Der ki: Nefsim benimle gaza yapmam mevzuunda münaza yaptı. Dedim ki: Sübhanallah, Allah Teala buyurur ki, ,,Nefis, kötülükleri çok çok emredicidir.” Halbuki bu, bana hayırlara emrediyor. Dedim ki, onun maksadı, yanlız kalmanın hapsinden kurtulmak ve halka karışmakla ve ülfetle ve halkın ikramı ile istirahat etmeye ulaşmaktır.

   Ben ona, seni ebedî olarak ne ümrana indireceğim ne de bir kimse ile tanışmaya bırakacağım. 0 ise, bana şöyle cevap verdi: Sen su-i zanda bulundun! Ve dedi ki: Allah daha doğrudur. Ve dedim ki: Herkesten önce gelecek düşmanla savaşırım, sen katIl olunursun. 0 cevap verdi; Sonra bir takım şeyler saydım, o hepsine cevap verdi. Sonra Ya Rabb’i! Şu nefsim hakkında beni uyandır, çünkü, ben onu itham ediciyim. Bunun üzerine keşf olundum ki, nefis şöyle diyordu:

   ,,Ey Ahmed! Sen benim meyillerime ve arzularıma muhalefet etmekle günde beni birkaç sefer öldürmektesin. Şayet savaşan ben bir kere katlolunurum ve senin katletmelerinden kurtulurum ve insanlar benim şehid olduğumu birbirinden işitirler ve benim için zikir ve şeref olur.”

   Bunun üzerine ben oturdum ve gazaya çıkmadım ve nefsin hilelerine bakıyordum, ki ölümden sonra mücerred riya için kendisini tehlikeye atmaya razı oluyor! Şu söz ne güzeldir:

   ,,Nefsinden sakın! Onun gailelerinden emin olma! Nefis yetmiş şeytandan daha habistir.”

   Nefsin hevasına uyma felakettir:

   Zira nefsin heva ve hevesine uyma ve onun arkasından gitme dünyada da ahirette de helâktır. Bunda kimsenin şüphesi olmasın!..

   Mekruh ve haramlarda nefse tabi olmanın helâk ve felaket olduğu zahirdir. Ama mübah şehvetlerinkine gelince: Hevanın hayvanî sıfat olmasından ve aşağı dünyaya meyledici olmasından, taattan ve ahiret azığından meşgul edici olmasından sonra, haramlara götürücü ve şerlere çekici, fücur ve fıska sürükleyici bir mevzudur. Yani sınırdaki yasak bölgedir. Ve elemlerin; günahların merciidir. Ve sahibi hasistir, alçaktır, leimdir, zelildir. Hatta hınzırdır, şehvetlidir, hizmetçidir, zelil bir köledir. Ulema demiştir ki, zillet ve hakaret manasına olan ,,Hevan”ın ,,Nun”u hevadan çalınmıştır. Yani hevanın aslı hevandır. Ondan ,,nun” alındı ve hevaya çevrilmiş oldu.

   O halde her hevanın yıktığı kimse zillet ve hakareti tarafından yıkılan kimsedir.

   Hadiste varid oldu ki:

   ,,Başkasının korusu yoktur. Koru: ancak Allah ve Resulü içindir.”

   Nitekim Kazî, Bakara 81. ayetin tefsirinde şöyle der:

   ,,Hayır öyle değil, kötülük işleyip suçu kendisini kuşatmış olan kimseler...”

   Bu ayetin tahkiki: Kim bir günah işlerse ve ondan kopmasa, onun bir mislini yeniden işlemeye ve ona dalmaya, ondan daha büyüğünü irtikâb etmeye çeker. Hatta onun üzerine günahlar istilâ ederler. Kalbinin her tarafını tutarlar. Böylece kalb, tabiatıyla günahlara mail, onları güzel görür hale gelir. Onlardan başka lezzetin olmadığını itikad eder. Onlardan meneden kimseye buğzeder hale gelir. Onlar hakkında kendisine nasihat eden kimseyi yalanlar hale gelir.

   Mücahede:

   Heva ve hevesine tabi olmanın hilafı ve zıddı ise ,,Mücahede”dir. Başka bir ifade ile; mücahede, nefse ve onun arzu ve isteklerine karşı çıkmaktır. Ona gem vurmak ve dur demektir. Bilinen bir keyfiyettir ki, nefis, dünyaya meyyaldır. Maddi vesilelerle ünsiyet etmek, hayvanî hislerin ve şehevî arzuların arkasından koşmak ister. Elhasıl, nefis, ,,Dünya dünya!..” der durur...

   İşte nefsin bu aşırı istek ve arzularına karşı çıkmak, onu frenlemek ,,Mücahede” demektir, onunla savaşmak demektir.

   Mücahede ve ibadet:

   Kişinin nefsini arzusunun hilafına hamletmesi, ona ,,Dur!” demesi ne demektir biliyor musunuz? Evet onun arzusu istikametinde değil de ona karşı çıkmak, âbidlerin sermayesi, zahidlerin baş parasıdır. Bu aynı zamanda nefsin salahıdır, tevbesidir, itaatıdır, kemalidir. Ve aynı zamanda ruhun takviyesi, kuvvet bulması, galib gelmesidir. Ve nihayet maddenin kirlerinden ve ağırlığından kurtulup ruhun aydınlanması, kudsî nurlara gark olmasıdır. Lahutî âleme, envar-i kudsiyyeye ve Rabb’isinin likasına doğru kanat açmasıdır. Esrar-ı ilâhiyyeye vasıl olması, tecelliyata mazhar olmasıdır. Kur’an şöyle der:

   ,,Onlar ki, bizim yolumuzda cihad ederler, (yani üzerlerine düşen mücadelede bulunurlar). İşte onları biz Azimüşşan elbet ve elbette yolumuza (Hakk’ın yoluna ve rızamızın yoluna) hidayet ederiz. Allah, muhsinlerle beraberdir.”

   Ebu Ali Eddakkak şöyle der: ,,Bir kimse zahirini mücahede ile süslerse Allah da onun batınını müşahede ile süsler...”

   Sirrî’den şöyle naklederler:

   ,,Ey gençler topluluğu! Benim yaşıma gelmezden ve benim vardığım merhaleye varmazdan önce ciddiyet gösterin ki, benim yaşıma geldiğinizde zayıf düşersiniz, kusur edersiniz. Hatta yapacaklarınız şeyleri tam yapamazsınız.” Halbuki gençlerden hiç biri ona ibadet ve mücahedede ona kavuşamaz. Çünkü o yemez, ancak çok acıktığı zaman yeteri kadar yer ve uyumaz, ancak uyku galip geldiği zaman uyur. Konuşması da ancak zaruret zamanında olurdu.

   İbrahim Ethem şöyle anlatır:

   ,,Kişi altı geçidi geçmedikçe salihlerin derecesine eremez: Nimet ve rahat kapısını kapayıp şiddet kapısını açacak, izzet kapısını kapayıp zillet kapısını açacak, uyku kapısını kapayıp uyanıklık kapısını açacak, zenginlik kapısını kapayıp fakirlik kapısını açacak, rahatlık kapısını kapayıp cehd ve gayret kapısını açacak, daha çok yaşayacağım kapısını kapayıp ölüme hazır olma kapısını açacak.”

   Zinnun da şöyle der:

      ,,İnsanlar arasına fesad altı yönden girmiştir: 1-Ahiret işlerinde niyyetleri zayıf olduğundan bedenleri şehvetlerine rehin olmuştur. 2- Ecelleri yaklaşmasıyla beraber daha çok yaşayacaklarını ümid ederler. 3- İnsanların rızasını yaratanın rızasına tercih ederler. 4- Hevalarına uyarlar. 5- Peygamber’in sünnet’lerine tabi olmazlar. 6- Selefin zellelerini ve hatalarını kendilerine rehber kabul ederler de büyük hizmetlerini görmezler.”

   Bütün bunları gördükten sonra:

   Ey deni dünyadan baki ve ali dünya yolcusu! Sana düşen birşey var! 0 da nefsine sahip çıkmak ve onu heva ve hevesten menetme yolunda kolları sıvamak. Riyazat yolunda da olsa meşakkatli ve çetin amelleri ondan istemek şeklinde de olsa var gücünle çalışmak, himmet ve gayret göstermektir. Diğer taraftan da onu mücadeleye hamletmek ve bu suretle de onu kendine ram ve itaatkâr kılmaktır.

   Ey hak yolunun yolcusu! Eğer Allah’tan hidayet diliyorsan, böyle yapmalısın ve bu uğurda yorulmak nedir bilmemelisin!.. Zira hidayete vesile budur. Yukarıdaki ayeti tekrar oku ve düşün! Senden talib ve gayret, Rabb’ülâlemin’den tevfik ve hidayet!.. İşte o mübarek ayet:

   ,,Bir kimse bizim yolumuzda cihad verirse, şüphesiz biz ona hidayet yollarını gösteririz.” 0 da düşmeden şaşmadan yürür ve ilerler. Rızamıza giden yolu takib eder, sırat-ı müstakim’den ayrılmaz. O sırat-ı müstakim ki, onu Allah, sevgili kullarına ihsan etmiştir. Onlar peygamberler, sıddıklar, şehidler, salihlerdir. Keza yine biz ona hidayet üstüne hidayet, teveccüh üstüne teveccüh, tecelli üstüne tecelli lütfederiz de o dünyada rahat eder, ahirette de bahtiyar olur. Hadisde şöyle varid oldu:

   ,,Bir kimse ilmiyle amel ederse, Allah ona bilmediklerini varis

kılar.” Keza Mevlâ’mız kitabında şöyle haber verir:

   ,,Kim mücahedede bulunursa, yani nefsine karşı cihad ederse, o kendi nefsi için cihad etmiştir. Çünkü menfaati kendisine munhasırdır. Allah âlemlerden ganidir (kimseye ihtiyacı yoktur).” Evet O’na ne ibadetlerin menfaati, ne de günahların zararı vasıl olmaz. Kalblerin anahtarları insanların nasiyeleri hep O’nun elindedir.

   Heva ve hevese uymanın fenalıkları:

   Heva ve hevese uyma insanı günahlara, haramlara götürür, sol defterini doldurur. Ve günah fenalıklarının altında ezilir, gider. Mübahlar babında ise ısrara götürür. Ancak şu var ki, beşer tabiat, nefsine bilkülliye muhalefet edemez. 0 zaman nefis dünya nimetlerinden hiç nasib almamış olur. Ve çünkü, o zaman bu durum insanı beşeriyet sıfatından çıkarır, melek yapmış olur. Bu, öyle bir şeydir ki, beşer için devam edip gidemez. Çünkü o insan olarak yaratılmıştır. Bir taraftan nefsine çeki düzen verirken, birtaraftan da ona dünyadan belli ölçüde nasibi ne ise o kadarını vermek zarureti vardır ve bu kadarı mübahtır ve aynı zamanda onun hakkıdır. Kur’an şöyle der:

   ,,Ve dünyadan nasibini unutma! Ve Allah sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun! Ve fakat (mal varlığına dayanarak) gurura kapılma ve bu suretle yeryüzünde fesat çıkarma! Çünkü Allah müfsidleri sevmez.”

   Evet tekrar ediyorum: İnsan iki unsurdan müteşekkildir. Biri maddi, biri manevîdir. Her iki tarafın da hakkını vermek gerekir. Nefsin manevî ihtiyacı olduğu gibi maddi ihtiyaçları da olur ve bu itibarla kul dünyadan nasibini de mutlaka alacaktır ve almalıdır. Allah Resulü buna işaret etmek üzere şöyle buyurur:

   ,,Nefsin senin bineğindir. Ona merhametli davran!..”

   Ve çünkü, bu, yani bilkülliye mübah olan şeyleri terketme, insanı haddi aşmaya ve ifrata varmaya götürür. Allah şöyle der:

   ,,Ey Ehl-i Kitab! Dininizde ifrata varmayın!”

   Halbuki İslam’da ne ifrat var ne de tafrit. Bunlar İslam’ın nehyettiği şeylerdir. Evet ifrat ne yapar? İnsanı yorgunluğa ve usanmaya götürür de hayır ve ibadetlerin devamına engel olur.

   Allah Resulü şöyle buyurur:

   ,,Ey nas! Salih ve ibadetlerde gücünüzün yettiğini alınız! Zira Allahü Teala, siz usanmadıkça, 0 usanmaz. Çünkü Allah amellerin devamlı olmasını sever, az da olsa!”

   Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, amel az da olsa devam ettiği müddetçe kesintili olup çok olmasından daha hayırlıdır. Zira az da olsa amel ve ibadetin devamı, taatın da zikrin de rahat ve ihlasla olmasına vesile olacaktır. Bu da kulun her an Rabb’isine yönelmesine ve her an O’na teveccüh etmesine yol açar. Ve aynı zamanda ibadetin çokluğunu ve dolayısıyla sevabının çokluğunu da sağlar. Çünkü şurası muhakkaktır ki, yukarıda da geçtiği gibi, bir şeyin az olup devamlı olması çok olup kesintili olmasından evladır. İşte Buhari ve Müslim’de bulunan ve Hz. Aişe tarafından rivayet edilen ,,İbadetlerin Allah indinde daha sevimli olanı az da olsa devamlı olanıdır!” mealindeki hadis-i şerif buna işaret etmektedir.

   Müslim’in kaydettiği diğer bir hadis de şöyle:

   ,,Amelden gücünüzün yettiğini alınız. Allah’a yemin ederim ki, siz usanmadıkça Allah usanmaz.”

   Yani Allah yorulmaz ve usanmaz. Olsa olsa yorulma ve usanma sizden olur. Onun için Allah’ın rıza ve taviyesi yorulmadan ve usanmadan devam edebileceğiniz amel ve ibadetlerdir. Ve bunlar da mümkündür. 0 halde İslam müslümanlara ifrat ve tafrit değil, iktisad ve itidalî, aşırı gitmeği değil, yapabileceklerini telkin ve tavsiye etmektedir.

   İtidâle riayet:

   Mâlum, İslam mutedil bir dindir; onda ifrat ve tafrite yer yoktur. Bu hikmete binaendir ki, ibadette bile İslam itidalı tavsiye eder. Farz, vacib ve müretteb sünnetler ve müstehabların dışında ifrata varılmamasını tenbih ve tavsiye eder. Hz. Ali (kerremallahü veche) der ki:

    ,,Kalpleri rahatlandırın (ibadetlerin getirdiği yorgunluğu mübah olan  bazı fiil ve hareketlerle gidermeye çalışın)! Bir saat zikir yaparsanız, bir saat de istirahat ediniz!”

   Ebu’d-Derdâ da şöyle der:

   ,,Ben, caiz ve mübah olan oyunlarla nefsimi dinlendiririm! Zira bu yapacağım ibadet (ve ilmi çalışmalarda) zevk ve neşemi artırır.”

   Bir gün Peygamber (s.a.v.)’in yanında, Kur’an mı, şiir mi diye zikredildi. 0 sırada Hz. Ebu Bekir geldi ve dedi ki:

 ,,Kur’an mı, şiir mi?” Allah Resulü buyurdu: ,,Bir saat Kur’an, bir saat şiir!”

   Hadisin şerhinde diyorlar ki: İnsanlar zikir babında bir kaç tabakaya ayrılırlar. Öyleleri var ki, zikre devam eder, yorulur, gaflet basar ve huzuru karışır. Bu ise nefse zulümdür. Bir başka ifade ile; öyleleri var ki zikre devam eder. Ondaki marifet yükselir, yükseldikçe yükselir. Çünkü kullarına Allah’ın rahmeti geniştir; nefsine hoş gelir de zikre devam eder. Bir takım sırlara vakıf olur. Ve bu, zikir babında orta hallilerin halidir. Bir de yakîn ehli vardır ki, onlar sabıkundur. Yani her meşhur sahada ileriki safta yerlerini alırlar ve onların bu seviyede dereceleri vardır.

   İşte Allah Resulü’nün: “Bir saat o, bir saat da o,” diye buyurması; yani bir saat zikre ve bir saat da nefse ayır, şeklindeki ifadesi şu hikmete binaendir: Kalp yoruldu mu, o yorgunluk onun için bir perde olur, dolayısıyla mizaca, yani latifeye ve istirahata ihtiyaç hisseder. Bak gör! Allah Resulü (s.a.v.) Mirac Gecesi Sidre-i Münteha’ya ulaştığında, örten örttü ve nur kapladı. Ve işte o zaman altından bir döşek kendini gösterdi. Sidre zebercek ve yakuta tahavvül etti. Çünkü ne zaman ki, gözler nura tahammül etmeyince, tahammülünü ve gücünü artırmak için manzara değişti. İstikrar hasıl olsun diye mizac arız oldu. Kalbi bir an altın ve zümrüt döşeklerle meşgul olsun da, tahammül gücü artsın ve karar kılsın!..

   Münavi de şöyle der:

   ,,Zihni yorgunluktan dinlendirmek gerekir. Çünkü zihin yoruldu mu, donar ve durur, çalışmaz hale gelir. Onu şiirle, hikaye anlatmak suretiyle dinlendirmek, canlandırmak ve binnetice onun dinleme ve çalışma zevkini artırmak ve yenilemek kaçınılmazdır.”

   Nitekim eserde öyle varid olmuştur:

   ,,Kalp bir şeye zorlanırsa kör olur. Körlüğü gidermek yolu da onu istirahata çekip dinlendirmekten ibarettir.”

   İbrahim (a.s.)’ın sayfalarında yazılı olduğu rivayet edilmekte:

   ,,Kul için üç saat vardır: Birinde Rabb’isine münacaatta, yani ibadette, zikirde ve duada bulunmalı; birinde de nefsini hesaba çekmeli, üçüncüsünde de nefsini mübah olan şeylerle eğlendirmelidir.”

   Bir de bu hususta İmam-ı Gazali’yi dinleyelim:

   ,,Kişinin ibadette (ve ilmi çalışmalarda) yorulur ve neşesi kaçarsa uyumakla veya meşayih ve ulemanın menkıbeleriyle, hikâyeleriyle veya latifelerle onu dinlendirmek, canlandırmak gerekir. Zira yorgun ve isteksiz namaz kılmaktansa, istirahat etme daha efdaldir. Çünkü namazdaki hikmet; kalp huzuru, Allah’ın azamet ve heybetini tefehhüm etmek; azabından korkup, rahmetini rica etmektir. Kalbin huzuru da kalbi masivallahtan çekip almak, Allah’ın dergâhına yönlendirmektir.”

   Okuduğunun hem lafzını, hem de manasını düşünmek ve fehmetmek gerekir. Bir başka ifade ile; İbadette işin kıvamının husulü; tâzim, heybet, ümit, hüşü, recâ, hayâ gibi şeylere dikkat etmektir.

   Tazim:

   Kalbin levhinden Allahü Teala’nın azamet ve kibriyasını; kulun ise musahher ve merbub, yani kul köle olduğunu müşahede etmesidir.

   Hüşü:

   Tazimden hasıl olur.

   Heybet:

   Celalin marifetinin zaviyesinden bir korkunun meydana gelmesidir ki, korku ondan azalara dağılır. Şayet-reca (ümit) olmayacak olursa, onu taşımaktan azalar yorgun düşerler. Çünkü korkmayan kimse heybetli diye isimlenmez. Basit ve değersiz şeylerden korku, heybet diye isimlenmez.

   Reca (Ümit):

   Allah’ın lütfunun ve O’nun kereminin ve nimetlerinin nevilerinin (türlerinin) ve onun istiğnasının (kanaat etme, tok gözlü olma hali) marifetinde nazari serbest bırakmaktır.

   Haya:

   Nefsinin hakirliğini, nefsin dahlinin hasisliğini, nefsin halis oluşu ve ihlasının azlığına ve şimdiki hazza meyliliği bilmesiyle beraber Allahü Teala’nın hakkını eda etmekten kusurunda nazarî harekete geçirmekle olur. Bu ise (sonuç ile) birlikte olmaz.

   Nitekim bazıları onu şöyle dediler: Hakikatte ise bu, yani neşat sağlaması için mübah şeylerde hevaya ittiba etmek, şeriat’a ittibadır. Kesin olarak hevaya ittiba değildir. Biraz önce geçen hadisten ötürü böyledir. Yine Buhariden rivayet olunan Zeyneb’in kıssasına dair şu hadis vardır:

   ,,O ipi çözünüz, atınız. Sizden birisi huzurlu, istekli iken namaz kılsın. Yorulduğu zaman otursun!”

   Nitekim bu da yukarıda geçtiği üzere kesin hevaya ittiba değildir. ,,Eşbah isimli eserde: Mübah şeylerle, taat üzerine kuvvet bulmayı veya taata tevessül etmeği kasdettiği zaman ibadet olur. Yemek, uyumak, mal kazanmak gibi.”

   Nitekim mevzu ile ilgili Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki:

   ,,Mü’minin niyyeti amelinden hayırlıdır.” İşte bunun üzerine Resulullah (s.a.v.)’in şu hadisi hamlolunur:

   ,,Alimin uykusu, cahilin ibadetinden hayırlıdır!”

   Taklid:

   Altmış kadar mazmum şeyden biri de takliddir. Bu da kalp âfetlerinden biridir. Taklid ise, delilsiz mücerred hüsn-ü zana dayanarak uymaktır. Başkasına uyması ister akide de olsun, ister amelde olsun ve isterse sözde olsun!..

   Şeriat dilinde ise taklid, kitap ve sünnet’den ve icma-i ümmet’den mesnet ve delilini bilmeden başkasına uymaktır. Taklid, itikadî mevzularda caiz değildir. Öyle mevzularda nazar-ı sahih lazımdır. Bu ise, mâlum delilleri serdedip, mechul olan mevzuları tesbit etmektir:

   Yani bilinenleri, usulüne uygun bir şekilde sıraya koyup, bilinmeyenleri bilmeye gitmek demektir.

   Kur’an hakikat delilleriyle doludur. Ezcümle:

   Allahü Teala Peygamber’ine hitaben buyurur:

   ,,De ki: Göklerde ve yerde neler bulunduğuna bakınız!” Onları, onlardaki sanat ve ahengi, nizam ve intizamını düşününüz, neler neler göreceksiniz! Sanii’nin, Halik’inin, Yaratıcı’sının ve Sahib’inin varlığına intikal edeceksiniz! Allah vardır diyeceksiniz. Arab’ın dediği gibi:

   ,,Devenin gıgılı devenin varlığına delalet eder de, bir ayak izi oradan birinin geçtiğini gösterir de, yerleriyle gökleriyle ve bunlardaki dağ ve dereleriyle, ay ve güneşleriyle ve vesairesiyle lâtif ve hâbir olan Allahü Zülcelâl Hazretleri’nin varlığına, onun kemaline, noksan sıfatlardan beri olduğuna delâlet ve şehâdet etmez mi? Kim buna hayır diyebilir?!.”

   İşte bu ve benzeri ayet-i kerime’ler delâlet ve şehadet eder ki, hususiyle itikadî mevzularda akıl yürütmek, aklını çalıştırmak; körü körüne söylenenleri taklid ve takib etmek doğru olmaz. Belki bazı mevzularda isabeti olursa da, bazı mevzularda da isabetli olmaz. Onun için müslüman, hele hele tasavvuf erbabı mutlaka aklî delillere de nazar etmeli, mantığını da çalıştırmalıdır ve naklî delillerin verdiği haberlerin doğruluğunu ve bir de aklî ve ilmî delillerle isbat etmelidir. Ve netice itibari ile delili birden ikiye çıkartmalıdır. Hakkı bilmede ve bulmada aklî ve naklî delillerden istifade etmelidir.

   Kur’an-ı Kerim, aklî delillerle istidlâl edenleri medh ve senâ ettiği gibi, akıl ve mantığını çalıştırmayıp körü körüne başkalarının arkalarından gidenleri de zemmetmiştir.

   ,,Onlara: Geliniz Hakk’a tabi olunuz dendiğinde onlar derler ki:

   ,,Şüphesiz ki, biz babalarımızı bir ümmet (bir din) üzerine bulduk. Biz ise onların arkasından gitmekteyiz.” Onlara cevaben denir ki:

   ,,Ya onların babaları hiç bir şey akletmez, doğru yolu bilmez olurlarsa da mı?”

   Bir başka ayetin meali:

   ,,Senden önce herhangi bir karyeye (bir beldeye) bir uyarıcı (bir peygamber) gönderdiğimizde oranın varlıklı şımarık kimseleri derler ki: Biz atalarımızı bir din üzere bulduk, onların arkasından gideriz.”

   Bütün bu ve benzeri ayetler nazar ve istidlâlin vacib olduğuna delâlet etmektedirler. Taklitçiliği körü körüne başkalarına uymayı zemmettikleri ve tehlikeli gördükleri gibi icma-i ümmet de taklitçiliği zemmetmiştir.

   0 halde itikadî meselelerde Maturidî mezhebine göre mukallidin imanı sahih ise de taklitçilik günahtır, haramdır. Sahih rivayette de Eşari’nin görüşü genelde böyledir.

   Amelde taklit:

   Amelde ve füruatta taklit caizdir. Bir şartla: 0 da taklit edilen kişinin ehil ve adil olması şarttır. Çünkü fasık bir kimsenin haberine itimad edilemez. Taklide ehil ve adil kimdir, şeklindeki sualin cevabı yolunda denir ki, büyük günahlardan salim olacak, yani sakınmış olacak, küçük günahlarda da ısrarı olmayacaktır. Diğer bir tarife göre de taklide ehil olmak için, üç vasfa sahip olmalıdır: Hikmet, Şecaat ve İftet.

   Mezhebe intisab etme:

   Aslında henüz Ehl-i Sünnet vel Cemaat mezheblerinden herhangi birine bağlanmamış bir kimse, dört mezhebten birini seçebilir, caizdir. Bunda ihtilaf yoktur. Fakat birine intisab ettikten sonra, bir zarurete binaen veya ortada bir zaruret olmaksızın bir başka mezhebe geçebilir mi? Şu anda hemen kaydedelim ki, ortada bir zaruret olmadan bir mezhebten bir başka mezhebe geçmek hatalı olur ve kötü neticelere götürür. Hatta bazı fıkıh kitaplarımızda şehadeti muteber değildir; hatta tâzir cezası ile cezalandırılır. Bu meselenin teferruatını, ,,Mezhepler” isimli kitabımızda okuyabilirsiniz.

   İctihad hareketinin durması:

   İctihad hareketi Asr-ı Saadet’ten itibaren başlamıştı. Gerek Efendimiz (s.a.v.) ve gerekse sahabe ictihad yaparlardı. Bu hareket dördüncü asra kadar sürdü. Ve ondan sonra ictihad hareketi durdu. Esasen ihtiyaç da kalmadı; hemen hemen her mevzua el atıldı, insanımızın muhtaç olduğu meseleler kitap ve sünnet’in dışında da ictihad ve kıyas yoluyla hal ve fasledildi, kitaplara dercedildi. Bugün ihtiyaç duyulan mevzuların yeri ve kaynağı mevcuttur. Ancak tek tek hadiseler zuhur ederse mesele gündeme getirilir, söz sahibi ulema tarafından müzakere ve muhasebesi yapılır, bir karara varılır. Bu karar basın ve yayın vasıtasıyla diğer ulemanın ittilâına arz edilir, bir müddet verilir, gelen itirazlar tekrar gözden geçirilir ve kesin karara varılır. Ve bu suretle hadise hükme bağlanmış olur.

   Tarikat-ı Muhammediye ve şerhlerinde şu satırları okumaktayız:

   ,,Uzun zamandan itibaren ictihad yapılmadığından mukallid, müctehidin mezhebini bilmede iki yol vardır. Bunlardan biri ulema arasında elden ele dolaşan muteber ve musahhah bir kitabın nakline ve bir de ilminde ve amelinde kendisine güvenilen adil kişinin haber vermesine inhisâr etmektedir. 0 halde; âlimlerin dışındaki insanlara itibar etmek ve ulemadan itimad edilmeyenlerin itibarına iltifat olunmaz. İstihraca kadir olması demek; meselenin manalarını anlayabilmek demektir.

   Böylece o kimseler (âlim denebilecek takva ehli olanlar) müctehidin kavlini haber verir, o da onun haberine itimad eder.

 

Başa dön Devam