İMANDAN SONRA KÜFRÜN AFETLERİ

 

   Kavlen veya fiilen küfrü gerektiren şeylerin izalesi:

   Bilinmeli ki, söz veya fiil olarak küfrü gerektiren şeylerin ilacı, devası:

   1- Önce bilmeli ki, Eliyaze billah, küfre düşen bir insanın bütün ibadet ve taatlerin hepsini ibtal edeceği mefsedetini bilmesidir. Hatta sevab almamada durumu yeniden müslüman olmuş gibi olur. Edâ etmiş ibadetlerinden hacc farizasını, eğer zengin ise yeniden yapması gerekir. Önceki haccı batıl olmuştur. Fakat kılmış oldukları namazları, tutmuş oldukları oruçları, vermiş olduğu zekâtı kaza etmesi lazım gelmez. Ancak kılmamış namazları, tutmamış oruçları veya vermemiş olduğu zekâtları kaza etmesi vacib olur. Çünkü, kâfir olması sebebiyle günahlar gitmez; defterinde kalır.

   2- Nikahı gider. İman ve nikahını tazelemeden önce doğan çocuklar veled-i zina sayılır. Nikâhın gitmesi fesih sayıldığından, yani talak hükmünde olmadığından talak adetini azaltmaz. Binaenaleyh, üçten sonra hülle gelmez. Küfre sapma kadın tarafından ise, tevbeden sonra, tekrar nikâhı kabul etmeye mecburdur. Şayet dinden çıkma erkekde ise tevbeden sonra kadın mecbur değildir. İsterse kabul eder isterse etmez.

   3- Kanı helaldır. Hatta kadının emri olmadan kasden veya hataen öldürse veya bir uzvunu kesse, hiç bir şey lazım gelmez. Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurur:

   ,,Müslümanın kanı helal olmaz ancak şu üç hal müstesna: Biğayri hak adam öldürürse, muhsane kadınla zina ederse, dinini terkederse...”

   4- Kestiği hayvanın eti yenmez. Çünkü o hayvan meytedir. Tevbeye zorlanır. Tevbesi de sade Kelime-i Şehadet getirmek değil, hangi söz, fiil veya hareketten dolayı küfre gitmiş ise onu terkedecek ve ondan nefret duyacaktır. Şayet tevbe etmezse katli vacib olur ve ebediyyen cehennemi boylar.

   5- Ebedî azaba maruz kalır. Tevbesiz ölürse ebediyyen cehennemden çıkmaz ve çıkamaz. Kişi küfre gittiğinden korkarsa veya şüphelenirse, tevbe etmesi, nikâh yenilemesi kendisine ihtiyaten emredilir.

  

   Mü’min ya hayır konuşmalı ya da susmalı:

   Küfrü gerektiren şeylerden sakınması için saniyen dilin afetlerini bilmesi ve onlardan sakınmasıdır. Dilin afetlerinden inşaallah ileride bahsedilecektir.

   Allah Resulü şöyle buyurur:

   ,,Sizlerden kim Allah’a, ahirete iman etmiş ise, ya hayır konuşsun ya da şükür etsin!” (Müslim) Bu hadis gereğince, hayır konuşamıyorsa ona vacib olan süküt etmektir.

   Ayrıca onun ilacı ve devası, lisan ve uzuvlarını hıfzetmektir. İntizam kaidelerinden haric hareket etmemesidir. Bu da ciddi olmakla, şakayı ve maskaralığı terk etmekle mümkündür. Ve bütün bunlardan sonra da dua ve tazarruda bulunmak lazım gelir ki, Allahü Zülcelal küfürden ve küfrün nevilerinden onu korusun! Hususiyle Allah Resulü’nün yaptığı şu duayı yapmalıdır:

   ,,Ey insanlar: Siz şirkten Allah’a sığının! Çünkü o, karıncanın hareketinden daha gizlidir.” (A. b. Hanbel) Ashabtan biri sordu:

   ,,Karıncanın hareketinden daha gizli olan şerden nasıl sakınırız?”   Cevabında buyurdu Allah Resulü:

   ,,Deyiniz ki, Ey Allah’ım! Biz, bildiğimiz bir şeyi ortak koşmamızdan sana sığınırız, ve bilmediğimiz bir şeyden dolayı da sana istiğfar eder, senden af dileriz.”

   Bilinen şirkin şirk-i celi, bilinmeyen şirkin de şirk-i hafi olduğu zikredilmiştir. Bu dua diğer bir rivayette de müfred sığasıyla irad buyrulmuş ve sonunda da ,,Hiç sübhesiz ki, sen her şeyi hakkıyla bilensin” cümlesi ilave edilmiştir. 0 zaman duanın manası şöyle olur: ,,Allah’ım! Hiç şüphesiz ki, ben bildiğim şirkten sana sığınırım, bilmediğimden dolayı da sana istiğfar ederim. Hiç şüphesiz sen herşeyi hakkıyla bilirsin!” Bir başka rivayette de ,,Her gün üç kerre” ilavesi varmış. 0 halde mü’min bu duayı iki şekilde de yapmalı ve hem her gün en az üç kerre tekrar etmelidir.

   Küfrün en büyük mefsedeti:

   Gördünüz; küfrün bir çok zararları yanında en büyük zararı da cennete girmekten mahrum edişi ve ebedî azablarla muazzeb oluşudur. Bu kat’î naslarla sabittir ve Ehl-i Sünnet’in icmaı da budur. Çünkü, küfür cinayetlerin en büyüğüdür. ,,Elcezaü min cinsilamel” fehvasınca, yani ceza, yapılan suçun cinsinden olmalı ve ona denk bulunmalıdır ki, adalet tahakkuk etsin! Küfür, en büyük bir cinayet ise onun azabı da ebedi cehennemde kalıştır. Kur’an şöyle der:

   ,,Kötülüğün cezası, onun misli bir cezadır.” (Şura, 40)

   Bir de meseleyi şu yönden ele alabilirsiniz: Onun niyyeti yaşadığı müddetçe inkâra ve küfre devamdır, devam etmektir. Ebediyyen yaşasa da. Ebedi bır suçun cezası da müebbed olmalıdır ki, suç cezaya ceza suça mutabakat etsin!

   Meseleye bir de şu açıdan bakalım: Mülk Allah’ındır. Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder ve yaptığından sorulmaz. 0 halde Allah hakkında zulüm tasavvur olunamaz. Kaldı ki, Allahü Azimüşsan zulmü kendi zatından nefyetmiştir ve demiştir ki: ,,Allah, kullarına zulmedici değildir.” (Fussilet, 46)

   Adüdiyye Akaidi’nin şerhindeki kayde göre, cehennemde ebedi kalma hadisesi ancak muannid olan kâfirler içindir. Amma gücü yettiği kadar gayret gösteren kâfir için ebedi cehennemde kalma yoktur şeklindeki ifadeye iltifat edilmez, kabul görmez. Çünkü, icma-ı ümmet buna ters düşer. Ve hadis-i serif’lerle teyid edilmiş naslara muhaliftir, uymaz.

   İmanın sebepleri:

   Hükmen küfrün sebeplerini gördünüz. Küfrün zıddı olan imanın da elbet de sebepleri vardır. İmanın sebebi ise, nazar ve teemmüldür. Nazar ne demektir? Nazar demek, bilinen şeyleri mâlum bir şekilde tertib ederek bilinmeyen şeyleri bilmektir; Yani bilinen mükaddimeleri basamak yaparak bilinmeyen neticelere çıkmaktır. Tıpki matematikde olduğu gibi: Yumurtanın sayısı belli: 20 adet, fiyatı da belli: 30 fenik. Ama parasının ne tuttuğu belli değil. Ama siz yirmi ile otuz feniği çarptığınızda çarpım, yani netice ortaya çıkacaktır ki, o da 600 fenik eder, yani altı mark. Bunun gibi: Duman çıkmaktadır. Her duman çıkan yerde ateş vardır. Öyle ise orada ateş vardır. Burada da iki bilinenden bir bilinmeyeni çıkardınız. İki bilinenin bir dumanın çıkması diğeri de her nerede duman çıkarsa orada ateş vardır, mükaddimesi ki, bu da bilinmektir. Bilinmeyen şey ki, o da orada ateş var hükmüne varmaktadır ki, işte o da ortaya çıkmış oldu.

   Eserden müessire intikal:

   Kâinat bir eserdir. Her eserin bir müessiri vardır. Öyle ise kâinatın da bir müessiri vardır. 0 da Allah’tır.

   İmanın sebebi:

   Yukarıda da gördüğümüz gibi, her şeyin bir sebebi olduğu gibi, imanın da elbette sebebi veya sebepleri vardır. 0 da Bari Teala’nın varlığına ve kemal sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğu na delalet ve şehadet eden tekvini ve semav? delillere nazar etmek ve onlar üzerinde teemmül ve tefekkür etmektir.

   Bu ifadelerin tahlilini yapacak olursak:

   “Nazar” demek bilinen şeyleri usulüne uygun bir şekilde tertip edip, bilinmeyen neticeye varmak demektir. Bu, mükellefe ilk vacib olandır, yani her şeyden önce büluğ çağına ermiş bir insana farz olan, bilinen delillere bakarak, henüz bilinmeyen Rabb’isini bilmektir.

   “Teemmül” de aynı manadadır. Bu kelime aynı zamanda tefekkür ve tedebbür manasında da kullanılır.

   ,,Delalet” ise, o öyle bir ifadedir ki, onu bilmekten bir başka seyi bilmek lazım gelir. Mesela: Âlemin hudusunu veya imkânını bilmekten muhdisini bilmek, yani ihdas edenini bilmek neticesine varılır. Buna ,,Eserden müessire intikal” ismi verilir. Nitekim Kur’an şöyle der:

   ,,Allah’ın ayetlerindendir; gece ve gündüz, ay ve güneş!..”

   ,,O’nun ayetlerindendir; lisanlarınızın ve renklerinizin ve diğer vasıflarınızın ihtilaf etmesi...”

   ,,Ayet” kelimesi de delil, alamet, emaret gibi manalara gelmektedir. İnsanoğlu gece ve gündüze, ay ve güneşe bakıp bunların yaratılış ve hareketleri hakkında fikir yütüttüğünde şu kesin neticeye varır: Bunların elbette bir yaratıcısı vardır; yoksa bunlar kendi kendilerine olmaz ve olamaz.

   Keza yerler ve gökler ve aralarındaki sayısız varlıklar, Rabb’ülâlemin’in varlığına delalet ettikleri gibi, O’nun kemal sıfatlarına da delalet etmektedir. Kemal sıfatları ise; ilim, kudret, irade, hayat, semi, basar ve benzeri niteliklerdir. Nitekim ileride bunları tafsilatıyla göreceğiz. Yine bu varlıklar, Allah Teala’nın noksan sıfatlardan münezzeh ve müberra olduğuna da delalet etmektedir.

   İmanın sebeplerinden biri de Hz. Muhammed’in peygamberliğine delalet eden mucizelerdir. İnsan, peygamberlik iddiasında bulunan zatın elinde ve etrafında bir takım harikulâde haller gördüğünde bunlara bakarak der ki: Bu zat peygamberdir ve iddiasında doğrudur. Baksana bunun göstermeğe kadir olduğu hadiseleri bir başkası gösterememektedir.

   Ve nihayet imana gelmenin sebeplerinden en büyüğü de ebediyyen cehennemde kalmaktan kurtulma ve cennete gidip ebediyyen orada kalma ve ilelebed mesud ve bahtiyar olmadır. Allah, bize de size de böyle bir akibeti nasib eylesin! (Amin!)

   Çünkü 0, kerimdir, fazıl ve kerem sahibidir. Ve çünkü 0 gâfurdur; cennete girmeye mani olan günahları affeder.

   Altıncısı; bid’atlara inanmaktır:

   Altmış ahlak-i zemimeden altıncısı da o bid’atlara itikad etmektir. Nitekim heva ve hevesine uyanların itikadları gibi.

   Bid’at nedir, şeklinde sorulan bir suale verilecek cevap şudur:

   Bid’at demek, Peygamber’den ve O’nun sahabesinden sonra ortaya atılan ve aynı zamanda dinde olmayan bir uydurmadır. Ve bu öyle bir afettir ki, onun üstünde ancak küfür afeti vardır.

   Bid’atın sebepleri ise:

Nefs-i emmarenin şehvetinden ibaret olan heva ve hevese tabi olmak, sırf akla itimad edip şeriat-ı garra’ya riayet etmemektir. Husün ve kubüh meselelerini akla dayandıran aklı kasır felasife ve mutezile gibi.

   İkinci sebebi de fikrini güzel görüp ona güvenmek ve ona itimad etmektir.

   Üçüncüsü ise, başkalarını taklid edip onun arkasından körü körüne gitmektir.

   Heva ve hevese tabi olma ise, bu kalbin afetlerinin yedincisidir. 0 kalb ki, diğer beden uzuvları ona tabi olmaktadırlar. Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurur:

   ,,Bilin ki, bedende bir parça et vardır. 0 salih oldu mu, beden de salih olur. 0 fesada gitti mi beden de fesada gider. Ve işte o parça et, kalbdir.” Bundan sonra heva ve hevese tabi olmanın çok kötü şey olduğunu isbat etmek üzere delillere temel teşkil eden nass’lardan bahsedeceğiz:

   Ayetler:

   ,,Hevaya tabi olmayın, sonra adaletten ve haktan ayrılırsınız (veya hevaya uymayın ki, adalet etmiş olasınız...) Şehadeti eğer bükerseniz veya ondan yüz çevirirseniz, şüphesiz ki, Allah, bütün yaptıklarınızı bilir.”

   ,,Sakın heva ve hevesinize uymayınız, sonra onlar seni Allah’ın yolundan saptırır.”

   ,,Ama o kimse ki, Rabb’isinin makamından korktu da nefsini heva ve hevesinden menetti. İşte cennet onun makamıdır (meskenidir).”

   Şimdi bak gör: Allah Teala heva ve hevesini terk eden nefse muhalefet etmeyi mutlaka cennete gireceğine sebep ve illet kıldı. İşte bundan dolayıdır ki, nefse karşı çıkmak ibadetin başıdır. Nitekim:

   İmam-i Kuşeyrî’ye İslam’dan sorulduğunda şu cevabı vermiştir:

   ,,Muhalefet kılıcıyla nefsi kesmektir.”

   Zinnun da şöyle der:

   ,,İbadetin anahtarı tefekkürdür. İsabetin alameti de nefse muhalefettir. Nefse muhalefet ise, onun arzularını terketmektir.”

   İbn-i Ata da bu hususu şöyle dile getirmiştir:

   ,,Nefis, edepsizlik üzere meyyaldir, kul ise edebe riayet etmekle sorumludur. Nefis, tabiatiyle muhalefet meydanında cereyan eder. Kul ise bütün gücünü kullanarak onu menetmeye çalışır. Kim onun yularını salıverirse fesat ve fitne çıkartmakla ona ortak olur.”

   ,,Sen o kimseyi gördün mü ki, ilâhını, yani mâbudunu heva ve hevesi kılmıştır. Yani onun mâbudu nefsidir ve ona ibadet eder, yani nefsi neye heveslenirse onun arkasından gider, daha açık bir ifade ile; o nefsine itaat eder, dinini de onun üzerine bina kılar; ne delil işitir ve ne de görür; körü körüne gider. 0 hevasına tabi oldu da dünyayı tercih etti ve kavminin rızasını Allah’ın rızasına üstün görüp ayetlerin ve Peygamber’in ve peygamberlerin emir ve tavsiyelerinden yüz çevirir.

   Bu ayetler, geçen sayfalarda da görüldüğü üzere, Bel’am b. Baura isminde bir şahıs hakkında nazil olmuştur. Bu şahıs İsrailoğulları ulemasından olup Tevrat’ı okumuş ve o hususta söz sahibi idi. Fakat ne yazık ki, kavminin ısrarına dayanamıyarak, Musa Aleyhisselam ve onun ordusunun mağlub olması için dua etti. Ama duası geri teperek aleyhine çevrildi de dili göğsüne kadar uzadı ve neticede ilmi kendisine fayda vermedi, bilakis dinden çıktı ve kâfirlerden oldu.

   İşte Rabb’ülâlemin, böylelerinin hayvanların en adisinin en çirkin haline benzeterek şöyle diyor:

   ,,Onun misali, köpeğin misali gibidir; üzerine gitsen de solur, terketsen de solur...”

   Ulemayı kınamada en şiddetli ayet budur, denmektedir. 0 ulema ki, Allah kendisine ilim versin de oda o ilmi kötüye kullansın ve cübbe ve sarığın kendisine verdiği saygınlığı dinin ve İslam’ın aleyhinde kullansın; dine ve dindarlara yardım edeceği yerde dinsizlere yardım etsin ve onların davulunu çalsın!.. Bu hiç olacak şey mi? Ama olmuştur, olmaktadır ve böyleleri kıyamete kadar da çıkacaktır. Rabb’im cümlemizi böyle bir duruma düşürmesin ve böylelerinin şerrinden de cümle Ümmet-i Muhammed’i muhafaza eylesin! (Amin!)

    Minhac isimli kitapta diyor ki:

   ,,Dikkat et ve gör ki, ulema hakkında bile nefis ne yapıyor? Onu nasıl çığrından çıkarıp nasıl şeytanın peşine takıyor ve onu cehenneme götürüyor?!.”

   Nefse tabi olma en büyük felaket:

   Bir gün, Mekke’nin ileri gelenleri şöyle bir teklif getirdiler ve dediler ki, ,,Ya Muhammed! Biz seninle oturup sohbet etmek isteriz. Fakat senin etrafını bizim ayak takımı dediğimiz kimseler sarmış. Şayet sen bunları yanından kovarsan, biz gelip seninle otururuz, seni dinler ve sana iman ederiz. Ve ayrıca biz iman edince bizim hatırımızı sayanlar da sana imana gelir ve seni dinlerler...” Al­lah Resulü (s.a.v.): ,,Hayır, olmaz!..” dedi. Onlar ikinci bir teklif getirdiler ve dediler ki: ,,Gün tayin et; bir gününü onlara ayır, bir gününü de bize ayır. Zira biz onlarla oturup kalkmayız...”

   Buna da ,,Hayır!..” cevabını alınca son tekliflerini yaptılar ve dediler ki: ,,Aynı gün toplandığımızda yüzün bize doğru olsun, arkanda onlara doğru olsun!..” Bunun üzerine Allah Resulü düşünür gibi oldu. Şu ayet-i kerime’ler geldi:

   ,,Sabah ve akşam rızasını diliyerek Rabb’lerine yalvaranlarla beraber nefsini sabırlı tut. Dünya hayatının süsünü isteyerek, gözlerin onlardan başkalarına sapmasın. Bizi anmaktan kalblerine gaflet verdiğimiz; (nefsinin) arzusuna uyan ve işi taşkınlık olan kimselere de itaat etme! De ki: Gerçek (Kur’an) Rabb’inizden gelmiştir. İsteyen inansın, isteyen inkâr etsin! (İnanmıyanlar zalimlerin tâ kendileridir!) Şüphe yok ki, biz, (kâfir olan) bu zalimlere, duvarları kendilerini kuşatan bir ateş hazırladık. Eğer onlar (susuzluktan feryatla) yardım isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardım edilir. Ve orası ne fena yaslanıp oturulacak yerdir.” (Kehf, 28-29)

   İşte dehşet saçan ayetleri gördünüz. Taviz verme kapısını öyle kapamış ki, en ufak bir aralık bile bırakmamıştır. Çünkü, taviz verme de en büyük felaketlerden biridir. Gelen talep ve teklifler mühimdi; hem birçok ileri gelenlerin imana gelmesine sebep olacak hem de bunlara bakarak veya bunların emir ve tavsiyelerine uyarak Mekke halkı müslüman olacaktı. Vaziyet bunu göstermekte idi. Fakat buna rağmen İslam buna müsaade etmedi ve Peygamber’i bunların arzu ve isteklerine, heva ve heveslerine uymaktan şiddetle menetti ve ,,Onlara asla itaat etme. Zira onlar nefislerine uymuş ve gaflete düşmüşlerdir. Bununla beraber, hak gelmiştir ve ortadadır. İsteyen inansın isteyen inkârla karşılasın! İman ederlerse yakayı kurtarırlar. Yok eğer iman etmezlerse kâfirler için hazırlanan azabı çekerler. Binaenaleyh, kendileri bilir.”

   Peygamber’in hamd etmesi:

   Taviz kapısını kapatan bu ayetler gelince Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

   ,,Ol Allah’a hamdederim ki, öyle insanlar bulundurdu ki, ben onlarla beraber olmakla emrolundum bulunmaya ve ne pahasına olursa olsun, sabretmemle mükellef kılındım.”

   ,,Doğrusu, zulüm etmiş olanlar heva ve heveslerine, hem de ilimsiz olarak uymaktadırlar. Allah’ın dalalete düşürdüğüne kim hidayet verebilir? Onun için yardımcı yoktur.” (Rum, 29)

   Nefse muhalefet:

   İnsanın başarısının sırlarından biri nefse muhalefet etmektir. Zira Allah ile kul arasını perdeliyen en büyük şey nefistir.

   Bir hikaye:

   İbrahim b. Şeyban diyor ki, ,,Ben kırk sene bir tavanın altında geceledim. Canım bir mercimek istiyordu, ama elime geçmedi. Bir ara mercimek getirildi ve ben ondan aldım. Dışarıya çıktığımda şişeler gördüm. Onların sirke dolu olduğunu zannettim. Onlar şaraptır dendi. Ben şarabı döktüm. Meyhaneci, benim bu işi yaptığımı sultanın emriyle olduğunu sanmış. Durumu bilince beni İbn-i Tolun’a götürdü. Bana yüz sopa vurdu ve hapse attı. Bir müddet sonra Ebu Abdullah Mağribi’nin şefaatiyle kurtardım. Beni görünce, bir mercimekle doymuş olman ve ikiyüz sopa yemekle ne yaptın dedi? ,,Meccanen kurtuldum” dedim.”

   Bir başka hikaye:

   Sırri der ki: Nefsim benden otuz-kırk sene pekmeze lokma batırmamamı istedi ve fakat ben ona itaat etmedim.

   Yusuf b. İsam el-Beihî, Hatim-i Asamm’e bir şey tevcih etti. 0 da onu kabul etti. Onu niçin kabul ettin denildiğinde şu cevabı verdi: Onu almakta benim zilletim, onun izzeti vardı ve fakat reddetmede benim izzetim, onun zilleti vardı. (Tafsilat Risale-i Kuşeyri’de).

   Dört şey:

   Mühlikât:  üç, münciyat: üç, keffaret: üç ve derecat: üç.

   Mühlikât (helak ediciler):

   1- İnsanların kendisine itaat ettiği cimrilik,

   2- Kişinin kendisine tabi olduğu heva,

   3- Kişinin kendisini beğenmesidir.

   Kişinin nefsini beğenmesi demek, nefsini güzel görmesi, ayıplarını görmemesi ve nefsini kâmil bir insan addetmesi, demektir.

   Kendini beğenmenin afetleri:

   Gazali der ki: Kendini beğenmenin afetlerinden biri hatta birincisi tevfık-i ilahî’den mahrumiyyete sebep olmasıdır. 0 halde helâke ondan daha süratlisi; yani helakâ götürmekde ondan daha süratlisi yoktur. İsa Aleyhisselam (va’z ve nâsihatinde) şöyle demişti: Ey Havariler! Nice nice lambalar var ki, rüzgar onları söndürmüştür ve nice nice abidler (dervişler) var ki, kendisini beğenmesi onun ibadetini fesada vermiştir.

   Üç münciyata gelince:

   Gazab ve rıza halinde adalet etmek, zenginlik ve fakirlik halinde iktisatlı davranmak, gizli ve aşikârda Allah’tan korkmaktır.

   Üç keffaret ise: Bir namazdan sonra ikinci namaza hazır olmak, şiddetli soğuklarda bile abdesti kâmil bir vaziyette almak ve eksik etmemek, cemaata gitmektir.

   Üç dereceye gelince: Yemek yedirmek, selamı çok vermek, tanısa da tanımasa da. İnsanlar uyurken kalkıp namaz kılmak. Teheccüd namazı gecenin içinde insanların gaflet halinde ve uyku lezzetinde daldıkları zamanıdır. İşte bu, safa vaktidir. Rahmet yağmurunun indirilmesi zamanıdır, nurların aydınlanmasının zamanıdır. Bazı kitapların kaydettiğine göre: Mele-i a’la, yani yüce cemaat yani meleklerden yüce cemaat dört yüz sene bu meselede tartıştılar da halledemediler. Sonunda Cenab-ı Hakk’a arzettiler: Cevab şöyle zuhur etti: Bekleyin, müşkilatları halledecek zat gelinceye kadar. Ahir zaman Peygamber’i gelince hallini ondan istediler. Allah Resulü (s.a.v.), Mi’rac Gecesi dönüşünde melekler kendisine bü meselenin hallini sordular. 0 da bu dört şeyin cevabını; yani mühlikât, münciyat, keffârat ve derecatın nelerden ibaret olduğunu onlara anlattı.

   İki haslet:

Allah Resulü şöyle buyurur:

   ,,Üzerinize en çok korktuğum iki şey vardır: Bunlardan biri heva ve hevese tabi olma, diğeri de tül-i emeldir,” yani ömrünün uzun olmasını isteme ve bekleme. Zira hevaya uyma, insanı haktan uzaklaştırır. Tül-i emele gelince o da dünyayı sevdirdikçe sevdirir. Dünyayı sevmek ise, her hatanın başıdır. Yukarıdaki hadisi İbn-i Ebi’d­dünya kaydetmiştir.

   Tirmizi’nin kaydettiği bir hadis de şu mealde: ,,Akıllı o kimsedir ki, nefsine galib gelir (onu hesaba çeker, ilâhi emirleri yerine getirmede ona hükmeder...) Ve ölümden sonra için çalışır. Aciz de o kimsedir ki, nefsinin hevasına uyar. Allah’a karşı vakitlerini temennilerle geçirir.”

   Hadisin şerhinde ulema şöyle der:

   Münavi, İbn-i Arabî’den naklen şu ilaveyi yapar: Büyükler nefislerinin hesabını yapar, söz, fiil ve hareketlerinin defterini tutarlardı. Yatsı vaktinde ise, yani yatmadan önce, defterlerini açar, nefislerinin yaptıklarının bir bir hesablarını yaparlar, kusur ve hatalarına tevbe ve istiğfar ederken ibadet ve taatlerinin üzerine de Rabb’lerine şükrederlerdi: Yani ,,hesaba çekilmezden önce kendilerini hesaba çekiniz” düsturundan hareket ederlerdi.

   Tayyibi’de şöyle dermiş:

   Aciz, üzerine nefsi galib olan ve nefsine, iştahının çektiği şeyi veren kimsedir.

   Keyyis, yani zeki insanlar; akibeti gören kimselerdir. Ahmak ise ondan kör olan kimsedir. Ve ahmakın hücceti şehvetler ve gafletlerdir. Aciz kişiler işlerinde kusur eden, nefsinin hevasına uyan ve nefsini şehvetlerden alıkoymayan, onu haramlardan ve lezzetlerden men etmiyen ve Allah’a karşı temennide bulunan kimsedir.

   Münavî de buna ilave olarak: Taatında kusurlu olanların ve şehvetlerine ittiba etmesiyle birlikte hazırlık yapmayan ve özür dilemeyen bilakis ısrar ile, tevbe ve istiğfarı terk ile birlikte Allah’a karşı affı ve cenneti temenni eden kimsedir, demektedir.

   Ümid ve korku:

   Hasan şöyle anlatmaktadır: Bir kavim ki, onların ilâhları kuruntulandır. Dünyadan çıkıncaya kadar böyle kuruntular içinde yaşarlar. İyilikleri yoktur. Ve hatta onlardan birisi şöyle diyordu: ,,Ben Rabb’ime hüsn­ü zann ettim.” Halbuki bunu söylerken yalan söylüyordu. Çünkü o, hüsn-i zann etse, elbette güzel amel işlerdi. Bu, sizin Rabb’inize zan ile iman etmeniz, sizi helâk etti ve siz ziyana uğramışlardan oldunuz.

   Haber şunu ifade etmektedir ki, temenni mezmumdur. Reca ise mahmuddur. Çünkü temenni sahibini tenbelliğe götürür. Reca ise böyle değildir.

   Gazali de ümit ve reca hakkında şunu söylemektedir: Reca için bir asıl vardır. Fakat temenni için ise böyle bir asıl yoktur.

   Nefis; tabiatiyle, yani haricî engellerden hali olduğu takdirde; daha başka bir ifade ile kendisiyle basbaşa kaldığı zaman şerre fazlasıyla meyledicidir, kötülükle daha çok emredicidir. Allah Teala’nın razı olmadığı bir şeyi iştahının çekmesiyle sahibine zarar veren çok fit vericidir.

   Gazali, Minhac isimli eserinde naklen şöyle anlatmaktadır:

   Nefis; bir masiyyet işlemeyi kasdettiği ve bir şehvet için kalktığı zaman, şayet ona Allah Teala ile, sonra Resulü’yle ve bütün Nebi’leriyle ve kitaplarıyla ve gelip geçmiş herkesle şefaatçı göndersen ve onun üzerine ölümü, kabri, kıyameti, cennet ve cehennemi arzetsen, göstersen inkıyad etmez, itaat etmez, şehveti terketmez, sonra bir çöreği vermekle onu karşılasan sakin olur ve şehvetlerini terkeder. Nefsin hevesine uyması kişiyi, şeksiz ve şüphesiz dünyada ve ahirette helâk eder.

 

Başa dön Devam