Güzel ahlak:

 

   İslam, bir yönüyle güzel ahlak demektir. Tasavvuf ise, güzel ahlakın ilerlemiş, kemâle ermiş, melekleşmiş bir mertebesidir. Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurur:

   ,,Güzel ahlak sahibi, dünya ve ahiretin hayrını elde etmiştir.” Çünkü, güzel ahlak sahibinin elinden de dilinden de ilahî haklar ve kul hakları emin olur ve selamet bulur. Bundan dolayıdır ki, iki kocaya varmış olan kadın, ahirette en güzel ahlaklı hangisi ise onunla beraber olacak, onunla yaşıyacaktır.

   Bir başka hadis:

   ,,AlIah, hiçbir adamın; yaratılışını ve ahlakını güzel etmemiştir ki, cehennem ona tama’ etsin!” (Ebu Hüreyre’den, Taberani Evsat’ında)

   Evet; Rabb’ülâlemin güzel ahlak sahiplerini cehenneminde yakmaz. Zira onların yaratılışını güzel ahlak kıldığı için onu insanlara sevdirir ve tabiatını güzel kıldığı için, onu insanlar da ve Allah da sever. Ve böylece bu insanlar Allah’ın da insanların da muhabbetini kemale erdirmiş olur, dolayısıyle dünya ve ahiret saadetine nail olmuş olurlar. Bir gün Allah Resulü (s.a.v.), Ebu Hüreyre’ye hitaben:

   ,,Güzel ahlaklı olmaya devam et!” demişti. Ebu Hureyre sordu:

   ,,Güzel ahlak nedir ey Allah’ın Resulü?” Allah Resulü buyurdu:

   ,,Senden alakayı kesmiş olana iltifat et (ilgilen, git ve gel, hal ve hatır sor!..), sana haksızlık yapanı sen affet! Seni mahrum edene sen ver!” (Beyhaki)

   İhya’dan nakledildiğine göre, Allah Resulü duasında şöyle derdi:

   ,,Ya Rabbi! Beni adabın en güzeliyle ve mekârimi ahlak ile süsle!”

   Sıla; ziyaret, ülfet ve ihsan ile yaklaşmak, arayı ayırmamak, demektir. Sıla yapma budur. Yani senden ayrılana, senden uzak kaçana, sana hal ve hatır sormayana bunları yapmaktır. Onun sana rağbet etmiyeceğini bilsen de yine sen ona iyi davran! Sen hiç olmazsa ecir ve sevabını alırsın! Keza; sana yakışan bir şey de haksızlığa karşı affedici olmandır. Aftetme, büyüklük şanıdır. Hele hele intikam almaya gücün yettiği halde affetme çok büyük bir fazilettir. Kur’an şöyle der:

   ,,İyilik de kötülük de bir değildir (dereceleri vardır). Sen kötülüğü en güzel hareketle karşıla! Göreceksin ki, seninle arasında düşmanlık olan kimse sanki yakın bir dost olmuştur. Fakat bu dereceye ancak sabredenler ve ancak büyük bir nasib sahibi olanlar ulaşır.” (Fussilet, 34-35)

   Evet iyiliğe karşı iyilik yapmak kolaydır. Fakat, mühim olan kötüye ve kötülüğe karşı iyi davranmaktır, ki bu, büyük insanların kârıdır. Herkes bunu yapamaz. Ama yapmaya kendisini zorlamalı, büyük insanlar arasına girmeye çalışmalıdır. Bir başka ayet-i celilede Rabb’ülâlemin buyurmuştur: ,, M üttakiler... İnsanları aftedenlerdir...” (Ali Imran, 134)

   Bir başka hadis mealen şöyle:

   ,,Kim, intikam almaya kadir olduğu halde gayzını (gazabını) yenerse Allah onun kalbine emniyet ve iman doldurur.”

   Kendisini mahrum bırakan kimseye vermesine gelince: Mal ve ilim babında yardımcı olmak veya ihtiyacını gidermek, hizmetinde bulunmak demektir.

   Allah Resulü’nün, güzel ahlakı bu üçe tahsis etmesinin sebebi, bunların ahlakın en büyüklerinden oluşu hikmetine bağlıdır.

   Tenbih isimli kitapta kaydedildiğine göre, Memun’un cariyesi, bir gün kendisine çorba getirirken ayağı kayar, çorba Memun’un üzerine dökülür. Memun cariyeye vurmak ister. Cariye, Allah’ın: ,,Gayzini yutanlar  kavliyle amel et, der. 0 dedi ki: ,,Hadi yaptım, gayzımı yuttum!..” Bunun üzerine cariye: ,,O cümlenin arkasından gelen bir ifade var. 0 da ,,insanlardan aftedenler...” ile amel et!” 0 da: ,,Hadi seni affettim!” dedi. Bunun üzerin cariye: ,,Allah muhsinleri sever...” sözü ile amel et, dedi. 0 da: ,,Sana ihsan ettim ve seni azad ettim! Artık şimdi sen hürsün!..” dedi ve onu Allah rızası için azad etti.

   Camiüssağır’in kaydettiği hadis-i şerif de bu mealde:

   ,,Faziletlerin en fazilettisi şu üç şeydir: Senden uzak kaçana senin yaklaşman, sana haksızlık edene senin aftetmen, seni mahrum edene senin vermendir.”

   Bu üç şeyi yapmak her insanın işi değildir. Zira bunlar cidden çok zor şeylerdir. Adam, burnunu dikmiş, sana selam bile vermiyecek, sen de ona yaklaşıp, hal ve hatır soracaksın!.. Aftetme; halim olmanın ve şecaatli olmanın son derecesidir. Keza; mahrum edeni mahrum etmeme ise cömertliğin en üstünüdür. Alakayı kesenlere karşı alaka göstermek ve onlarla ilgilenmek, iyilik yapmanın ve iyi davranmanın en büyüğüdür. Bunun için şöyle de denmekte: ,,Kötülüğe karşı iyilikle mukabelede bulunmak demek, insanoğlunun en mükemmeli” demektir.

   Böyle olan ahlakın semerelerindendir ki, düşman dost olmaya dönüşür veya düşman maktul olmaya dönüşür ve kudret-i ilâhiyyenin oku ona isabet eder.

   O halde; Ey İslam yolunun yolcusu ve ey dervişi! Kalbini, rezaletlerden ve kötü huylardan temizlemen, bir taraftan da güzel ahlak ve faziletlerle süslemen tavsiye edilmektedir. İşte ,,Tasavvuf”, bu iki şeyden ibarettir. Bu hikmete binaen olsa gerek ki, ,,Tasavvuf ilminin” yerinde ,,Ahlak ilmi” tabirini kullanmışlardır. Ve yine bu hikmete binaen olsa gerek ki, ,,Tasavvufî” tarif yolunda şöyle denmiştir:

   Tasavvuf, her kötü huydan çıkış, her yüce huya giriştir. Tasavvufun tarifi yolunda çok sözler daha söylenmiştir. Bunlardan birkaçına daha işaret edelim:

   Cüneyd’den El-İmam Ebu Muhammed el-Hariri şunu naklediyor:

   ,,Tasavvuf; hakkın seni, senden öldürmesi ve seni kendisiyle yaşatmasıdır.”

   Ömer b. Osman el-Mekkî’den şöyle rivayet edilmektedir:

   ,,Tasavvuf; kulun her bir vakitte ve vakit içinde kendisi için en evla olan şey ile birlikte olmasıdır.”

   Kerhi’den nakledilir:

   ,,Tasavvuf; hakikatleri almak ve halkın elindekilerden ümid kesmektir.” Nitekim Kuşeyri’de aynı şeyleri söylemekte.

   Güzel ahlak:

   Abdülkadir el-Münavî, Camiüssağır’in şerhi Feyz-i Kadir’de şunu kaydediyor:

   ,,Bazıları güzel ahlakı birleştirip şöyle dediler:

   ,,Güzel ahlak; ihsan, ihlas, isar (başkasını kendisine tercih etme), seyyienin peşine haseneyi eklemek (tabi kılmak), istikamet (dosdoğru olmak), ibadet ve meişette iktisad (orta halli olmak, yani orta bir yol tutmak), kendi nefsinin ayıp ve kusurlariyle meşgul olup başkalarının ayıplarından sarf-i nazar etmek, insaflı davranmak, bazan ruhsatları işlemek, teslim ile birlikte itikattır, inanmaktır, kendi isteğiyle fakirleşmek, israfa varmaksızın mal harcamak, namusu korumak için mal infak etmek, emr-i mâruf yapmak, şüphelerden sakınmak, beis olan şeyleri bırakıp beis olmayan şeyleri işlemek, araları açılmış olanların aralarını bulmak, yoldan geçenlere eziyet verecek şeyleri yoldan gidermek, istişareye ve istihareye riayet etmek, edepli ve saygılı olmak, faziletli insanlara, şerefli mekan ve zamanlara hürmet ve saygıda bulunmak, mü’minlere karşı güleç yüzlü olmak, terbiye ve talim ile irşad olmak ve irşad etmek, selamı çok vermek, komşulara ikramda bulunmak, isteyene vermek, hatta istemeden vermek, başkasının yaptığı bir iyiliği büyük görmek, kendisinin yaptığını küçük görmek, güleçyüzlü olmak, alçakgönüllü olmak, sık sık tevbe etmek, iyilik ve takva yolunda ve mühlet vermede yardımlaşmak, acele edilmemesi gereken yerlerde acele etmemek, evi ve geçimi tedbir ile düşünmek, kibirlenene karşı kibirlenmek, herkesi layık olduğu menzillere indirmek, yani layık olduğu derecede, yer ve hürmeti görstermek, ehemmi mühimme tercih etmek, insanların zelle ve hatalarını görmemezlikten gelmek, eziyyetlere tahammül etmek, kadere rıza ve teslimiyyet göstermek, başkalarına eziyeti terk etmek, tembelliği, insanlara düşmanlığı, güçlük çıkarma ve mücadeleyi terketmek, usancı defetmek için azaltmak, nimeti dile getirmek, kardeşleri ve yardımcıları çoğaltmak, güç şeylere tahammül etmek, güzel isimlerle çağırmak, aile ve çocuklarına karşı bol elli olmak, töhmet yerlerinden sakınmak, zulüm yerlerinden ve isabetsiz sözlerinden sakınmak, Allah’ı unutmamak ve emirlerini harfiyyen yerine getirmek, Tıbb-i Nebevi ile tabiblik yapmak, işlerde sabır ve sebat etmek, Allah’a itimad etmek, nefısle cihad etmek, iyi işleri ve maslahata uygun olan şeyleri yapmak; celp etmek, Allah yolunda sevmek ve Allah yolunda buğzetmek, yumuşak huylu ve edepli olmak, emanetleri ve ahitleri muhafaza etmek, hüsn-i zan sahibi olmak, salihlere, fakirlere, alimlere, ihvan ve misafirlere hizmet etmek, küçüklere, yoksullara, yetimlere, hastalara ve hayvanlara merhametli ve şefkatli davranmak, tefekküre ve ibret almaya devam etmek, ilim talebinde bulunmayı adet haline getirmek, şiddetler arasında namaza, duaya iltica etmek, abdeste ve teheccüde ve diğer me’sur nafile namazlara devam etmek, nefis muhasebesi yapmak, nefse muhalefet etmek, Ehl-i Beyt’e muhabbet, adil ve latife sahibi olmak, münkerden nehy, nush, nezahet ve vera gibi hasletleri yerine getirmek.

   Bütün bunlar ayet ve hadislerin muhtevalarındandır. Bunların hıfz olunması yerinde olur, hatta vacip olur ve her yerde ve zamanda korunması gerekir.

   Ahlak-ı zemiyme:

   Geçen yazılarda ahlaktan, ahlakın iki kısım olduğundan ve ahlakın öneminden bahsedilmiş ve hatta ,,Tasavvuf’un güzel ahlaktan ibaret” olduğu bile söylenmişti. Nasıl söylenmesin? ,,İslam dini, bir yönüyle mekarim-i ahlaktan, yani güzel ahlaktan ibarettir” denmiştir, denebilmiştir. ,,Ben mekârim-i ahlakı tamamlamak üzere gönderildim!” diyen Allah Resulü (s.a.v.) olmuştur.

   Ve bu arada ahlakın biri hamide diğeri de zemime olmak üzere iki kısım olduğunu görmüştük. Mekârim-i ahlaktan yeteri kadar herhalde bahsettik. Onların bellenmesi, hıfzedilmesi ve yaşanılması gerektiğini ve ancak insanoğlunun bu surette manevî sahada yol alabileceğini de ilave etmiştik. Ve nihayet bu sahada ayet ve hadisleri de sıraladık...

   Bundan böyle de ahlak-ı zemimeden, yani kötü ahlaktan söz edeceğiz ve etmeliyiz. Çünkü, mevzular zıtlarıyla daha iyi tanınır, daha iyi anlaşılır. Güzel ahlakın yanında kötü ahlaktan da bahsedilirse insanımız bu iki ahlak arasındaki mukayeseyi yapma imkânına sahip olur; kötü ahlakın zararlarını, güzel ahlakın ise faydalarını müşahade eder, dolayısıyla güzel ahlaktan ayrılmaz, ona sarılır, onu kendisine şiar edinir, kötü ahlakı yanına, yöresine yaklaştırmaz ve bu suretle ucuz kahramanlardan değil, hakiki tasavvuf erbabından olur ve binnetice iman ehli olmanın yanında takva ehli de olur ve Yunus suresinin ,,Haberiniz olsun ki, Allah dostlarının üzerine ne bir korku vardır ne de onlar üzülürler. Onlar ol kimselerdir ki, iman etmişlerdir ve (emirleri gereği gibi yerine getirmenin yanında kötü şeylerden ve kötü ahlaktan son derece sakınmışlar ve bu surette) takva ehli olmuşlardır,” mealindeki ayet-i kerime’lerin sırrına mazhar olmuşlardır. Daha başka bir ifade ile; Allah dostu olmanın iki şartından ibaret olan iman vasfına da takva vasfına da sahip olmuşlardır. Rabb’imizden dua ve niyazımız odur ki, bizleri de bu iki vasfa sahip olan dostları arasına kabul buyurmasıdır. Kabul buyursun! (Amin!)

   Bu girişten sonra; ahlak-ı zemimenin tarifinden, mefsedetinden ve zararından, nasıl tehlikeli bir hastalık olduğundan, ilaç ve tedavisinin ne şekilde olacağından söz etmek istiyoruz: Önemine binaen, ahlakın tarifini, kısımlarını ve kısımlarının tariflerini tekrar görelim:

   Ahlak:

   Ahlak kelimesi ,,Huluk” kelimesinin cemi sığasıdır. Türkçe’de buna ,,Huy” denir ve şu şekilde tarif edilir:

   ,,Ahlak, öyle bir melekedir ki, öyle bir vasıf, öyle bir kabiliyyet, öyle bir sabit ve kalıcı bir keyfiyyettir ki, (itikad, söz, fiil ve hareketler) gibi nefsanî fiiller kendisinden kolayca sudur eder, meydana gelir.”

   İki kısma ayrılır:

   1- Nefs-i insaniden kolayca sudur eden inanış, söz, fiill ve hareketler aklın ve şer’in güzel addettiği cinsten ise, ona “Ahlak-i hamide” yani güzel ahlak denir.

   2- Nefs-i insaniden kolayca sudur eden bu filler, aklın ve şer’in kötü gördüğü cinsten iseler, onlara da ,,Ahlak-i zemime” yani kötü ahlak ismi verilir.

   Demek oluyor ki, ahlakî ve insanî değerlerin ölçüsü dindir; İslam’dır. Ne olursa olsun, İslam’ın güzel gördüğü, takdir ve tebrik ettiği şeyler güzeldir, güzel ahlaktandır. İslam’ın güzel görmediği, kabul etmediği, hatta reddettiği şeyler de ahlak-i zemimedir, çirkin ahlaktır. Daha açık bir ifade ile: Güzelliğin de çirkinliğin de ölçüsü İslam’dır, Kur’an’dır, şeriat’tır.,, Emredilen, tavsiye edilen herşeyde bir güzellik vardır; nehyedilen, terkedilmesi evla görülen herşeyde de bir çirkinlik vardır,” hükmü bir usul kaidesidir. Ve zamanla bu kaide değişmez, kıyamete kadar geçerlidir. Siz şeriat’ı, dolayısıyla ahlakı zamana uyduramazsınız, mahalli örf ve adete uyduramazsınız. Tersine zamanlar, örf ve adetler İslam’a, İslam’ın ahlakına uyacaktır ve uyma zorundadır. “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkar edilemez” şeklindeki Mecelle kaidesi, cahil cühelanın anladığı manada değildir, genel değildir. Şeriat’ın zamana bağlı olarak getirdiği hükümlere mahsustur. Zamanın değişmesiyle elbette o hüküm değişecektir. Yine de bu değişmeye karar veren insan değildir, şeriat’tır. Binaenaleyh, devam ve sebatına karar veren de değişmesine karar veren de İslam’dır, şeriat’tır.

   Netice itibariyla şunu da söyleyebiliriz ki herşey ,,Edille-i Şer’iyyeye” bağlıdır. Bunlar da dörttür: Kitap, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha. Gerçi şer’î delillerin sayısını ulema otuzbeşe çıkarmışlarsa da aslında onlar bu dört delilden birine dayanmaktadır. ,,İstihsan, istishab, teharri, mesalih-i mürsele, kura, örf ve adet” bunlardan birkaçıdır.

   Kötü ahlakın sayısı:

   Güzel ahlakın sayısı çok olduğu gibi, kötü ahlakın sayısı da çoktur. Bazı alimler bunların sayısını altmışa kadar çıkarmışlardır. Yani diyebiliriz ki, kötü ahlak altmış civarındadır. Hususiyle benim sofu kardeşim bunları da bir bir bellemeli. Bellemeli ki, bunlardan birine kendini kaptırmasın, bunlardan birine yem olmasın!..

   Küfür:

   1- Eliyaze billah, Allah’ı inkar etme, O’nun varlığını ve birliğini kabul etmeme!..

   Günahların en büyüğü, ahlaksızlığın en şenii budur. Küfür; ahlaksızlığın en şenii olduğu kadar da insan için de hem dünya hem de ahirette öldürücü en büyük darbedir. Çünkü, dünya hayatında malı da canı da hederdir, dokunulmazlığı yoktur. Ahirette ise ebediyyen cehennemliktir. ,,El cezâü min cinsil amel: Yani ceza suçun cinsine ve miktarına göredir” hükmü bir hukuk kaidesidir. Kâfir-i billah olan kimse de suç ve cinayetin en büyüğünü irtikab etmiştir. Ömrü boyunca, her ne kadar kendisine deliller gösterilmiş, uyarılar yapılmış ise de bildiğinden şaşmamıştır. İnkârında ve küfründe devam etmiş ve bu minval üzere ölüp gitmiştir. Kendisine sonsuz ömür verilseydi, ömrünü hep küfür ve inkar içinde geçirecekti; küfründen vazgeçip imana gelmiyecekti. Sonsuz ömrünü imansızlık içinde sürdürecekti...

   Demek oluyor ki, küfür üzere ölen bir insan ne yapmış oluyor ve nasıl bir suçlu olmuş oluyor? Keyfiyetçe en büyük, kemiyyetçe de sonsuz bir suç işlemiş oluyor. Evet; böyle bir suçlunun cezası da keyfiyet ve kemiyyetçe suça denk olacaktır ki, adalet tahakkuk etsin! İşte o ceza da cehennem cinsindendir ve ebedidır, sonsuzdur. Kur’an şöyle der:

   ,,Kötülüğün karşılığı onun dengi bir kötülüktür...” (Şura, 40)

   Küfür nedir?

   Târifi: Küfür demek, inanılması, tasdik ve kabul edilmesi hal ve şanından olan bir hakikatı veya hakikatları inanması şanından olan kişinin red ve inkar etmesi, demektir. ,,Herşey zıddıyla bilinir” fehvasınca küfrün zıddı iman, imanın zıddı da küfür olduğuna göre; İmanın kısaca tarifi şöyle: Hazreti Muhammed’in, Allah tarafından getirip haber verdiği şeylerin doğru olduğuna inanmak, dil ile ikrar edip kalbiyle tasdik, etmektir. Demek oluyor ki, imanın oluşmasında iki unsur var. Bunlardan biri kalp ile tasdik, diğeri de dil ile ikrar. İmanda aranan bu iki şarttan biri olmadı mı yani ikrar var ama tasdik yoksa veya tasdik var ama normal zamanda ikrar yoksa iman yoktur, dolayısıyla küfür vardır, inkar vardır ve dolayısıyla böyle bir duruma düşmüş veya böyle bir durumdan çıkmamış, çıkamamış kimse de kâfirdir.

   Küfrün kısımları:

   Küfür; cehlî, cühüdî ve hükmî olmak üzere üç kısma ayrılır.

   Küfr-i cehlî:

   Küfr-i cehlî’nin sebebi şudur: Kevnî ve Kur’anî delillere bakmıyor, Allah’ın varlığı ve birliği hakkındaki Kur’an ayetlerini dinlemiyor, okumuyor, yerlere ve göklere, canlı-cansız varlıklara ve bu arada kendi vücuduna ve vücut yapısına bakıp da düşünmüyor, teemmül ve tefekkür etmiyor, ibret alıp mütenebbih olmuyor, olmak da istemiyor. Elhasıl: Ne aklî delillere bakıyor ne de naklî delillere. Körü körüne gidiyor...

   Basiretsiz ve idrâksız avamın saplandığı küfür bu cinsten bir küfürdür. Yani küfr-i cehlîdir.

   Cehl:

   Cehl demek, bilmemek demektir. Cehalet de aynı manaya gelir. Burada cehl veya cehaletten maksat küfre de ve başkalarına da şamil olan bir keyflyettir. Yani bilinmesi vacip olan şeyi bilmemektir. Başka bir ifade ile; bilme şanından olan bir kimsenin bilinmesi şanından olan bir şeyi bilmemesi demektir. Yani şöyle de diyebiliriz: Cahil kelimesiyle kâfir kelimesi arasında umum-husus-mutlak vardır; her kâfire cahil denir ama, her cahile kâfir denmez.

   Basit ve mürekkeb:

   Cehalet iki kısımdır: Biri basit, biri mürekkeb.

   Cehl-i basit: Sahibi, kendi bilgisizliğini biliyor ve gerçeğe uymayan bir inanç da taşımıyor. Daha açığı; bilmiyor ama bilmediğini biliyor, ama bilme imkanı var, öğrenme imkanı var, öğrenebilir, anlayabilir, idrâk edebilir. Fakat bu kabiliyyetlerini ve bu imkânlarını istimal etmediğinden cehline kurban gidiyor ve inkar içinde boğulup gidiyor.

   İşte böyleleri hayvanlar gibidir. Kur’an’ın tabiriyle hayvanlardan daha aşağıdır. Çünkü, Allah bunlara akıl vermiş, zeka vermiş, imkan vermiş, ama bunları hakda, doğruyu bulmada ve bilmede değil, batılda, şeytanlıkta kullanmış ve şeytanlaşmıştır. Allah’ın verdiği nimetlerde su-i istimal etmiş, onları kemalât yolunda harcamamıştır.

   Yine İslam’da bir kaide: ,,Bilinmesi vacib olanın cehli haramdır. İtikad ve farz-ı ayın’lar hakkında olduğu gibi. Farz-ı kifaye kabilinden ise bilinmesi vacib. Fakat bir kısım insanın bilmesiyle diğerlerinden haramlık sakıt olur. Ve fakat hiç biri bilmiyorsa hepsi aynı zamanda haram işlemiş olur. İlmi vacib olmıyanın cehli haram değilse de kemâlatından kaybetmiş olur.” İşte bu, ilim ve cehil babında birer esastır.

   Cehlin ilacı:

   Cehil, yani bilmemek bir nevi hastalıktır. Cehil hastalığının ilaç ve tedavisi de ilimdir, ilim öğrenmektir.

   Hayret, şek, tereddüt ve tevâkuf:

   Ahlak-ı zemimeden birincisinin Allah’ı inkârdan - Allah’a sığınırız -ibaret olduğunu gördük. Bu arada küfür kelimesinin târifini ve taksimini de gördük. Üç kısımdan ibaret olan küfrün birinci kısmını teşkil eden küfr-ü cehliyi ve sebebinin neden ibaret olduğunu, ilaç ve tedavisinin ne suretle olacağını da kaydettik. Cehlin öyle bir kısmı da var ki, ona hayret, şek, tereddüt veya tevakkuf adı verilir. Sebebi ise, delillerin taarruz hali de, yani birbirleriyle görünüşte çelişir halde olmasından meydana gelir ve bu durum karşısında insan hangisiyle amel edeceğini şaşırır, hayretler içinde kalır.

   Tedavi şekli:

   Cehlin ilacı genelde ilim olduğuna göre, bu çeşit cehlin tedavi ve ilacı da o babdaki kanun ve kaideleri iyi bellemek, rabt-ü zabt etmektir. Hayrette kalmak, tereddüde düşmek gibi cehalet cinsinden hasıl olan hastalıkların tedavisi de mantık gibi ve benzeri gibi meani, usul, cedel, kelam, hikmet gibi aklî ilimleri tahsil etmektir.

   Şurası da mutlaka bilinmelidir ki, Allah kelamında, Peygamber sözünde çatışma, çelişme olmaz, olması mümkün değildir. Çünkü, bir kişinin iki sözü arasında tenakuzun bulunmasının sebebi o kişinin cehlidir, cehaletidir. Allah (c.c.) ile O’nun elçisi (s.a.v.)’in sözleri arasında bazen görünüşte tenakuz olduğu görülürse de aslında ve hakikatta tenakuz ve taarruz yoktur. 0 iki söz arasında mutlaka bir çıkış yolu vardır. İşte o çıkış yolunu bilmek ve bulmak lazım. Bunun da tek çıkış yolu vardır. 0 da ilimdir, ilim tahsilidir. İlgili ilimleri tahsil etmektir. İşte bu noktadan hareketle: İki delil arasında gözüken tenakuzu gidermek, bu iki delilin arasını telif etmek için, mantık, cedel, kelam gibi ilimleri tahsil edip usul ve kaidelerini bilmek ve yeri geldiğinde onları tatbik etmektir.

   Mesela iki ayet arasında veya iki hadis arasında veya ayet ve hadis arasında bir çelişme görüldüğünde önce bunların nüzul ve vürud tarihlerine bakılır. Birinin önce diğerinin sonra geldiği tesbit edilirse, ikincinin nasih, birincinin mensuh olduğu kanaatine varılır, ikinci ile amel edilip, birinci ile amel terkedilir. Bu da yine ilme bağlıdır; tarihi bilmenin yanında nesih meselesini de bilmelidir. Keza; Usul-i Fıkıh kitaplarında zikredildiğine göre nüzul ve vürud tarihleri bilinmediği takdirde bir kurtuluş yolu aranır. Hüküm, zaman ve mahal yönünden o iki delilin araları mümkün olduğu kadar cem ve telif edilir ve ikisiyle de mehma imkan amel edilir.

   Şayet bir çıkış yolu bulunamazsa ve ikisiyle de mehma imkan amel etme mümkün olmazsa, terketme yoluna gidilir. Mesela: Şöyle bir yol takip edilir; Ayetler arasında telif mümkün olmazsa, sünnet’e gidilir, sünnet’ler arasında telif mümkün olmazsa, sahabenin sözlerine gidilir, sahabenin sözleri arasında telif mümkün olmazsa kıyasa gidilir ve iki kıyas arasında bir telif imkanı olmazsa ozaman da kalbin şehadetine ve tercihine bakılır. Bu da mümkün olmazsa, o iki delil yok farz edilir.

   Ve yine usul ilminde kaydedildiğine göre taarruz halinde olan iki delilin nüzul ve vurud tarihleri bilinmediği takdirde bakılır: İki delilden biri haram hükmünü, diğeri mübah hükmünü ifade ediyorsa, haram hükmünü ifade eden delil, nasih kabul edilip onunla amel edilir. Çünkü aslolan ibahettir.

   Keza; haram hükmünü getiren delil, mübah, mendub ve kerahat hükmünü ifade eden delillere tercih edilir. Vücub hükmünü getiren delil mendub hükmünü getiren delile tercih edilir. Had cezasını defeden delil, vacib kılan delile tercih edilir; hafif hüküm ifade eden delil, ağır hüküm ifade eden delile tercih edilir. Hakikat, mecaza, sarih kinayeye, nehiy emre, emir ibaheye, ihtimali az olan ihtimali çok olana, mecaz müştereke, lügaten müstamel, şer’a müste’male tekidli olan tekidsize, tahsis görmemiş ammî, tahsis görmüş amme, mükayyed mutlaka, mutlak-ı takyid, mukeyyedi tevile, 1am ile muhalla cemi sığasını ve ism-i mevsuli 1am ile muarref olan ism-i cins üzerine, icma delilini nass üzerine, haber-i meşhur ahada, mütevatir meşhura, fıkıhla mâruf olanın haberi fakih olmayanın haberine, rivayetle mâruf olanın rivayeti böyle olmayanın rivayetine, müsned mürsele; tabiinin mürseli tebe-i tabiinin mürseline, isnad yönünden üstün olanın rivayeti alçak olanın rivayetine, Peygamber’e kadar ulaşan ananeli müsnedin mâruf kitablara ihale edilene, sıhhati meşhur ve mâruf kitaba dayandırılan rivayetin, böyle olmayan kitaba, bilittifak müsnedin ihtilaflı olana, şeyhe okunan rivayetin şeyhin okuduğu rivayete, Peygamber’den işiten ravinin rivayeti işitip işitmemiş olmasında ihtimal olana, ravisi sika, zeki, takva ehli, zabta sahib olanın rivayeti böyle olmayanın rivayetine, hadisin vürudu ile ilgili ravinin rivayeti ilgili olmayan ravinin rivayetine, başka delille teyid edilenin teyid görmeyen delille, Medine ehlinin ameline muvafık olanın olmayana, Halife’lerin ameline muvafık olanın olmayana, illeti zikrolunanın olmayana, sebebi has üzerine varid olan ammın böyle olmayana, vürud sebebi zikrolunanın zikrolunmayana tercih edilir.

   İki kıyas arasındaki tercih sebepleri diğer deliller arasındaki tercih sebepleri gibidir.

   Ya tercih sebepleri taarruz ettiği takdirde nasıl amel edilir? Bakılır: Tercih vasfı zati olan arizî olana tercih edilir.

   Mezheb tanımayıp da ,,Ben bulduğum ayet ve hadisle amel ederim” diyen yeni müctehidler (!) taarruz ve tercihle alakalı meseleleri çok iyi okusunlarki, ilmi seviyelerini bilip boylarının ölçüsünü bir alsınlar!..

   Hükümde Tevafuk:

   Bütün bu tercih yolları arandı ve tarandı da bir çıkış yolu bulunamadı, o zaman tearuz hüküm sürer. Ve işte o zaman şek ve tevakkuf kendini gösterir. Bundan dolayıdır ki, bazı müctehidler bazı meselelerde tevakkuf etmişlerdir; ,,Evet veya hayır” şeklinde bir hüküm beyan etmemişler, sükutu ihtiyar etmişlerdir. Mesela:

   Merkeb (eşek)in ve anası merkeb olan katırın suyunun artığı hakkında üç imamımız (Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed, Allah kendilerine rahmet etsin) tevakkuf etmişler, şek etmişler, ,,Temizdir veya değildir” diye kesin konuşmamışlardır; temizliği ve temizleyiciliği hakkında şüphe etmişlerdir ve neticede bunların suyunun artığına ,,Ma-i meşkuk” demişler: ,,Başka bir su bulunmadığı takdirde hem su ile abdest alacak hem de teyemmüm edecektir,” demişlerdir. Neden? Çünkü, eşeğin etinin temiz olup olmaması hakkında varid olan deliller taaruz halinde, birbirleriyle çatışıyorlar. Haberler çelişkili, kıyas mümteni.

   Hz. Enes’in iki rivayetinden birinde ,,Evcil eşeklerin etlerinin yenmesi yasaklanmış oluyor, diğer rivayetinde ise ,,Şu eşeklerden başka benim malım kalmadı,” sualine cevaben Allah Resulü (s.a.v.) şöyle demiş oluyor: “Malın semizinden ye!”

   Diğer iki rivayet de çelişkili: Abdullah b. Ebi Evfa’nın rivayeti şöyle:

,,Hayber günü evcil eşeklerin etleri haram kılındı.” Galib b. Ebcer’in rivayeti de şöyle: ,,Peygamber, eşeklerin etlerini mübah kıldı.”

   Eşeklerin etleri hakkında vaki olan bu çelişkili haberler su artıkları hakkında da tereddüt ve şüphe getirmiştir. Nitekim: Bu hayvanların su artıkları; İbn-i Ömer’in rivayetinde necis olmasına rağmen İbn-i Abbas’ın rivayetinde temiz olduğu zikredilmektedir.

   Kıyasta mümteni:

   ,,Kediye kıyas edip su ile abdest alınabilir,” diyemiyorsunuz. Çünkü, eşek kedi gibi ,,Tavvafinden” değil; ,,Köpeğe de kıyas edip suyunun artığı ile abdest olmaz!” diyemiyorsunuz. Çünkü zaruret var. Şöyle ki, merkeblerin insanlarla haşir neşir olmaları köpeğinkinden daha çok.

   İmam-ı Azam’ın Tevakkufu:

   Rivayete göre İmam, sekiz meselede tevakkuf etmiştir; evet veya hayır şeklinde cevab vermemiştir. Bunlardan bir kaçı:

  a) Kâfirlerin küçük yaşta ölen çocukları: Cennette mi, cehennemde mi?

   b) Çocukların sünnet olma vakti:

   Hangi yaşta?

   c) Dehir kelimesi:

   Belli bir müddetten mi ibaret, yoksa ,,Ebedi” mi demektir.

   d) Kabir azabı:

   Ruha mı bedene mi?

   e) Melekler ile peygamberler arasındaki efdaliyet:

   Melekler mi yoksa peygamberler mi daha efdal?

   f) Cellalenin yani necis yiyen hayvanın: Etinin temiz olması için kaç gün hapsedilmesi lazım?

   g) Av köpeğinin yetişmesi:

   Ne zaman ve nasıl yetişmis olmalı ki, avladığı hayvanın eti yensin?

   Sebep takva ehli olmak:

   Bütün bu tereddüt ve tevakkufların ve kesin karar verememenin tek sebebi vardır. 0 da takvadır, Allah’tan korkmadır; fetva vermenin, şeriat adına konuşmanın ağırlığını idrâk etmedir.

   ,,Cahil cesur olur; dine karşı laubali olanlar, Allah’tan korkmayanlar cüretkâr olur, ilimden yoksun olanlar hafif olur,” gibi sözler birer darb­ı mesel haline gelmiştir.

   İşte günümüzün yeni müctehidleri (!) işte ucuz kahramanlar, işte ham sofular! Dikkat edin! Bir tarafta İmam-ı Azam ve emsali zevat ve onların sahip oldukları ilim, takva ve ihtiyatlı davranmaları, kesin kanaat izhar etmeyip duraklamaları, bir tarafta da bunları beğenmeyen, bunların ictihadlarına hor bakan, kitablarına tenezzül etmeyen, dolayısıyla kendi mezhebini terkedip üç-beş kuruşa tenezzül ederek başkalarının meddahlığını yapan, on iki ilimden haberi olmayan, Allah’tan korkup Ümmet-i Muhammed’den utanmayan, üstelik allame kesilip ahkâm çıkarmaya cüret eden ve nihayet başından büyük haltlar karıştıran kendini bilmez cühelanın, ilimden irfandan haberi olmayan ucuz kahraman sofuların arz-ı endam etmelerini gözden geçirin! Geçirin de bu ümmetin ne hale gelmiş olduğunu bir görün!..

   0 büyük müctehidler, o muazzam dahiler, o her biri birer deniz mesabesinde olan alim ve allâmeler, o bildiğini bilen ve gereğini yerine getiren, bilmediği veya tereddüt ettiği yerde de susmasını ve ,,Bilmiyorum!” demenin de ilimin yarısı olduğunu bilen fazilet ve takva ehli gitmiş de vadiyi boş bulan tilkiler, valiliklerini ilan etmişlerdir!..

   Herhalde Allah Resulü (s.a.v.) şu sözleriyle bu echel-i cüheladan tecehhül etmiş cahilleri tasvir etmekte:

   ,,Allah, insanların (göğüslerinden) ilmi çekip almaz. Lakin alimleri almak suretiyle alır. (Ortada) Alim kalmayınca, insanlar cahilleri başa geçirirler. Onlar da kendilerine sorulanlar hakkında ilimsiz fetva verirler. Hem kendileri delalete düşerler hem de başkalarını delalete düşürürler. (Yani hem dall hem de mudil olurlar.)” (İbn-i Mace, Mukaddime 8)

   Dini meselelerde acele etmemek ve ihtiyatlı davranmak:

   Mâlum, dini meselelerde konuşmak demek, Allah adına, şeriat adına konuşmak demektir. Kesin bilmediği mevzularda ya susmalı ya da bilmiyorum demelidir. Bilmiyorum demek peygamberlerin, hatta meleklerin adetlerindendir. Dürr’ül Münteka’da kaydedildiğine göre, Allah Resulü (s.a.v.)’e “Yeryüzünün en eftal yeri neresidir?” diye soruldu. ,,Bilmiyorum; Cebrail Aleyhisselam’a sorayım” demişti. Sordu; 0 da ,,Bilmiyorum, Aziz ve Celil olan Rabb’ülâlemin’den sorayım...” diye cevap vermişti. Rabb’ülâlemin de cevap verdi:

   ,,Yeryüzünün en eftal ve en hayırlı yeri mescidlerdir, mescidlerin en hayırlı sakinleri de mescide en önce giren ve en sonra çıkandır. Şerlisi de en sonra giren ve en önce çıkandır.”

   Bu babda söylenenlerde müftülere büyük bir tenbih dersi vardır. Şöyle ki, sorulan suallerde şayet bilmiyorsa ,,Bilmiyorum” demekten çekinmemelidir. Zira şer’i meselelerde tahmin yürütmek caiz değildir; Allah’a, şeriat’a iftira olur ki, bunun vebali de çok büyüktür. Irakayn’nin yani Basra ile Kufe müftüsü Şabi’ye bir mesele soruldu. 0 da ,,Bilmiyorum” cevabını verince, iki Irak’ın müftüsü olduğun halde ,,Bilmiyorum demekten utanmıyor musun?” dediler. 0 da şu cevabı verdi: ,,Niye utanayım; Mukarreb melekler bile bilmiyoruz dediler. Ben kim oluyorum...” diye karşılık verdi. Keza; İmam Ebu Yusuf’a bir mesele sorulmuştu. 0 da bilmiyorum demişti. Cevap verdiler ve dediler ki: Beytülmaldan günde şu kadar yersin de bilmiyorum dersin? Öyle mi? 0 da şu karşılığı vermişti: ,,Ben ilmim kadar yiyorum. Eğer cehlim kadar yani bilmedikterim kadar yeseydim dünyanın malı da bana yetmezdi...” Bir örnek daha: Ebu Bekir El-İyaz’a minberde iken bir mesele soruldu. 0 da ,,Bilmiyorum” cevabını verdi. ,,Orası cahillerin yeri değil, orası yüksek yerdir, oraya alimler çıkar!..” dediler. 0 da şu karşılığı verdi: ,,Ben ilmim kadar yükseğe çıktım. Eğer cehlim kadar yükseğe çıksaydım, başım göğe değerdi.” Yine bir başka misal daha: İmam-i Malik Hazretleri’ne kırk mesele soruldu da o sadece dört meselesine cevap verdi, otuz altısına ,,Bilmiyorum” dedi. Bu şekilde cevap verişi onun müctehid oluşuna münafi değildir. Çünkü, araştırması ve düşünmesi gerekli idi. Ve son bir örnek de şu: Bir âlimden bir mesele sorulmuştu. 0 da ,,Bilmiyorum” diye cevap vermişti. Adamın birisi ona dedi: ,,Orası cahillerin yeri değil, âlimlerin yeridir!..”Alim, cevap verdi ve dedi ki: ,,Şu bulunduğum yer bilebildiğini bilen ve bilemediğini de bilmiyenlerin yeridir. Ama herşeyi bilen ve fakat hiç bilmediği olmayanın yerine gelince 0, mekândan münezzehtir (c.c.).”

   Herhalde bu kadarı ucuz kahramanlara ders ve nasihat yönünden yeter de artar da!..

 

   Cehli Mürekkeb:

   Cehaletin ikinci kısmı cehli mürekkeb’dir

   Cehli mürekkeb demek, bir şeyi o şekilde biliyor ve o şekilde itikad ediyor ki, o şey gerçekde hiç de öyle değil. Felsefecilerin ve sapık fırkaların seriat’a muhalif inanış ve itikadları gibi. İnsanlar bu yönden dört kısma ayrılırlar:

   1- Bilir, bildiğini de bilir. İşte bu âlimdir. Buna uyun!

   2- Bir adam ki, bilir. Ve fakat bildiğini bilmez. Bu da uyuyor. Bunu uyandırın!

   3- Bir adam ki, bilmiyor ve fakat bilmediğini biliyor. Buna öğretin!

   4- Dördüncü bir adam da var ki, bilmiyor ve fakat bilmediğini de bilmiyor. Bu ahmak bir insandır. Bundan sakının!

   İşte cehli mürekkeb dördüncü sıraya giren insandır. Yani bilmiyor ve fakat bilmediğini de bilmiyor. Bundan sakınmak gerek. Çünkü bu, cehli basitten daha şerli ve daha zararlıdır. Cehli basitte cehalet bir, bunda ise ikidir. Yani bu katmerli cahildir. Bunu uyarmak ve buna bir şey vermek çok zordur. Çünkü, bu çeşit cehalet müzmin bir hastalık gibidir ki, doktorları da yorar, tedavisi mümkün değildir. İsa Aleyhisselam’ın dediği gibi: ,,Ben anadan doğma gözsüzleri tedavi ettim, alaca hastalıkları iyileştirdim ve ölülerin dirilmesine biiznillah sebep oldum ama, katmerli cehalet hastalıkları beni yordu.”

   Sebep ise, böyle katmerli bir cehalete sahip olan insan, bu şekildeki cehlini ilim ve kemal zanneder, dolayısıyla deva ve ilacını aramaz ve arama ihtiyacını asla duymaz. Siz onu uyardığınız ve tedavi için üzerine gittiğiniz zaman, o size bilgiçlik taslar ve size öğretmeye yeltenir. Neticede ona bir şey veremezsiniz ve bir şey kabul ettiremezsiniz. Örnek mi istiyorsunuz: Günümüzün particileri!.. Günümüzün dervişleri ve günümüzün yeni müctehidleri, bir kelime ile ucuz kahramanları!..   

   İşte böylelerine öğüt ve nasihat kâr etmez. Çünkü, katmerli bir cahildir. Bilmez, bilmediğini de bilmez. İki kat cahil, hastalığı iki kat! Öyle bir hastalığa yakalanmış ki, o hastalığın dehşet ve şiddetinden kendisinin hasta olduğundan bile haberi yok, kendisini sapasağlam zannediyor!.. Bilmiyor ve bilmediğini de bilmiyor. İşte İslam’da parti yoktur, İslam’da taviz yoktur, İslam’da uzlaşma yoktur, İslam’da hangi isim altında olursa olsun, İslamî olmayan sistemlerin yeri yoktur, dersiniz, kaynaklar gösterir, deliller getirirsiniz, misaller verirsiniz, yine de o ,,İlla da odunumun parası!..” der durur. Çünkü, adamda şuur yok, araştırma yok, izan ve insaf yok!.. Sadece bir şey var. Oda söz benim olsun!

 Başa dön Devam