Önemli Uyarı:

 

Tağutlar, İslam’ı isteyen ve sevenleri aldatmak için anayasalarına şöyle bir madde sokuşturmuşlardır:

“İslam şeriati, teşrinin temel kaynaklarındandır.”

Bu madde, İslam’ı isteyenleri aldatmak için konulmuştur. Halbuki arapçayı iyi bilen bir kişi, bu kanun maddesinin “şirk” olduğunu anlar. Çünkü bu maddeye göre; İslam şeriati, kanun koymak için kendisine başvurulan kaynaklardan sadece bir tanesidir. Bu söz; kanun koymak için baş vurulacak, şeriatle beraber başka kaynakların da var olduğunu ifade eder. İşte bu, şirkin ta kendisidir. İslamı isteyenleri aldatmak için konulmuş bu madde, “la ilahe illalah” şehadetine uygun olmayan ve bu şehadet kelimesinin kabul etmediği bir maddedir. Bu kanun maddesinin şeriatteki manası şudur: “Allah (c.c)’ın, hükmü alınacak temel ilahlardan biri olduğuna ve onunla beraber, hem temel hem de fer’i konularda baş vurulacak başka ilahların da olduğuna şehadet ediyorum.”

İşte bu, uluhiyyetinde Allah (c.c)’a şirk koşmaktır ve  çok açık bir küfürdür. Bunun apaçık bir şirk olduğunu, ancak Allah (c.c)’ın basiretlerini kör ettiği ve hayvanlardan daha aşağı olan kişiler bilemez.

Daha önce size, tağuta muhakeme olmanın çok belirgin bir şirk olduğunu açıklamış ve Allah (c.c)’ın şeriati dışındaki şeriatlerin birer tağut olduklarını ispat etmiştim. Buna göre bil ki, kanun koyma kaynakları ne kadar çok olursa, Allah (c.c)’tan başka ibadet edilen rablerin sayısı da o kadar çoğalır.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor.

“Birbirinden ayrı Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa herşeye hakim ve galib olan tek bir Allah mı?” Sizin Allah’ı bırakıp da taptığınız şeyler, sizin ve babalarınızın verdiği bir takım isimlerden ibarettir. (Oysa) Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm vermek yalnız Allah’a aittir. Kendisinden başkasına değil, yalnız O’na ibadet etmenizi emretti. İşte dosdoğru din budur! Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Yusuf: 39-40)

“Yoksa onların bir takım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, kendilerine dinden teşri ettiler (bir şeriat kıldılar?) (Şura: 21)

Bu anlatılanlardan sonra acaba bir muvahhid bu beşeri kanunlara, bu asrımızın yesağına (anayasaya) saygı duyabilir mi, ona boyun eğip tapanlara dost olabilir mi ya da onları sevebilir mi?

İslam’ı isteyen kişi boyun eğdiği kanunları iyice araştırsın ve iyice tanıyıp bilsin! Asla bu konuda gaflete düş-mesin ve uyumasın!

Burada çok önemli bir meseleye dikkat çekmek istiyorum: Beşeri kanunları koyan kimseler ve bunlarla insanlara hükmeden tağutlar eğer birgün İslam şeriatinin kanunlarını tatbik etmeyi düşünürlerse, bil ki bunu, hiçbir zaman İslam şeriatine boyun eğdikleri ve hükmüne rıza gösterdikleri için yapmazlar. Onlar bunu ancak, kanun koyan tağutların hükümlerine uyarak yaparlar.

Ahmed Şakir şöyle dedi:

“Putperest avrupalıdan alınan kanunların İslam ülkelerinde tatbik edildiğini görürsün. Bu kanunlar hem asıl hem de fer’i meselelerde İslam’a zıttır. Hatta bu kanunlardan bazıları İslam’a tamamen zıt, onu yıkıp yokedici kanunlardır. Bu bedihi ve açık bir durumdur. Ancak hakkı istemeyen, dini konusunda cahil olan, bilerek veya bilmeyerek İslam’a düşman olan kişi bu hakikati böyle görmez. Bu ülkelerde tatbik edilen beşeri kanunların bir çoğu belki İslam şeriatine uygundur veya en azından İslam şeriatine zıt değildir. Fakat buna rağmen bu kanunları tatbik etmek caiz değildir. Hatta İslam şeriatine uygun olan kanunları bile... (Tabiki burada kastedilen onlara itaat ederek (teşri hakkını vererek)  İslam şeriatına uygun olan kanunları tatbik etmektir. Yoksa müslüman zaten Allah’a itaat ederek İslam şeriatine uygun kanunları tatbik eder.) Çünkü İslam şeriatine uygun olan bu kanunları koyan kimseler bu kanunları, İslam şeriatine uygun olup olmadığına değil, Avrupa kanunlarına uyup uymadığına dikkat ederek koymuşlardır.”

Sonra Ahmed Şakir, İmam Şafii’in sözünü nakletti. Bu sözün özeti şudur:

“Bir müctehid bilerek ve delilleri araştırarak bir hüküm verir ve bu hükümde hata yaparsa, bir mükafat alır ve hatasında özür sahibi olur. Fakat bilmeden, delilleri araştırmadan hüküm veren kişi, doğruya isabet etse bile övülmez, ecir de almaz, suçludur.” (Ahmed Şakir Kelimetü’l Hak Kitabı)

Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, beşeri kanunların içinde İslam şeriatine uygun hükümler bulunsa bile, yine de taguti, yine de batıl kanunlardır. Anayasa ilkelerine göre İslam şeriatindeki hükümleri beşer kanunları içine sıkıştıranlar asla övülmezler. Böyle kimseler, İslam şeriatine uygun kanunları Allah (cc)’ın hükmüne uyarak değil, beşeri anayasaların ilkelerine boyun eğip itaat ederek koydukları için müşrik olmaktan kurtulamazlar. Bu sebeple beşer anayasasında İslam’a uygun olan veya İslam’a muhalif olmayan kanunların bulunması bu kanunlar üzerinden “tağut” ve “şirk” sıfatlarını kaldırmaz. Aynı, müslüman olmayan müşriklerde cömertlik, doğruluk, sözünde durma gibi İslam’a uygun hasletlerin bulunması gibi... Müşriklerde bu sıfatların bulunması onları şirk dairesinden çıkarıp, hiç bir zaman müslüman yapmaz. Ne zaman tam anlamıyla Allah (c.c)’ı birleyerek işledikleri şirkten uzak durur ve yalnız Allah (c.c)’ın şeriatine boyun eğerler, işte o zaman onların bu iyi özellik ve sıfatları övülür. Fakat bu iyi özellikleri adet, örf, heva ve hevesten dolayı gösterirlerse, kesinlikle şirkten çıkmazlar.

İblis (aleyhil lane), şeytandan korunmak için Ayete’l Kürsi’yi okumak gerektiğini Ebu Hureyre (r.a)’ye öğrettiği zaman Rasulullah (s.a.s), şeytanı kesinlikle doğrulukla vasıflandırmadı. Bilakis, onun hakkında şöyle dedi:

“Söylediği doğrudur. Fakat o yalancıdır.”

Şeytan ve benzerleri, bazı durumlarda hakka ve doğruya uygun sözler söylerken Allah (c.c)’a itaat ve boyun eğme gayesi taşımadıkları için, söyledikleri güzel sözler onları yalancılık sıfatından veya küfürden uzaklaştırmaz ve bu sıfatlar onlardan kalkmaz. Münafıkların durumu da böyledir. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“Münafıklar sana gelince: “Şehadet ederiz ki sen, Allah’ın rasulüsün” derler. Allah senin, kendi rasulü olduğunu elbette bilir ve buna şahitlik etmektedir. Fakat münafıklar yalancıdırlar.” (Münafıkun: 1)

Münafıklar Rasulullah (s.a.s) hakkında doğruyu söyledikleri halde Allah (c.c) onların yalancı olduklarını bildirmiş ve münafık sıfatını onlardan kaldırmamıştır. Bu mesele hakkında özet olarak şöyle diyoruz: Allah (c.c) muhkem kitabında şöyle buyurmuştur:

“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet.” (Maide: 94)

 Allah (c.c) ayette hiçbir zaman Allah (c.c)’ın indirdikleri gibisiyle hükmet dememiştir. Bu iki mesele arasındaki farka dikkat et ve iyi anla!

Her ne kadar yalan yere ve insanları aldatmak gayesiyle İslam şeriatini, kanun kaynaklarından birisi yapsalar da İslam ülkeleri diye tanımlanan ülkelerde gerçek kanun koyucu sadece Allah (c.c) değildir. İnşeallah bunu, sana daha önce anlatılanlardan apaçık bir şekilde anlamışsındır!

                                                                                                                                                                                                                                              

İkincisi: Yücelttikleri, Saygı Duydukları, Sınırlarına Uydukları ve Herşeyi Kendisine Bağladıkları Kitapları Allah (c.c)’ın Kitabı Değil, Asrımızın Yesaklarıdır.

 

Asrımızdaki Yesak kullarının yücelttiği, saygı duyduğu, sınırlarına uyduğu ve herşeyi kendisine bağladığı kitapları Allah (c.c)’ın kitabı değil, onların çağdaş yesaklarıdır (anayasalarıdır). Allah (c.c)’ın kitabı Kur’an’ın hüküm ve idare konusunda herhangi bir itibarı ve kıymeti yoktur. Ondan sadece insanları aldatmak gayesiyle heva ve heveslerine uygun olan hükümleri alırlar.

Tağut alimlerinin, insanları aldatmak ve saptırmak gayesiyle, günümüzde İslam’a nispet edilen ülkelerin yürürlükteki beşeri mahreçli kanunlarının İslam’a muhalif olmadığına dair söyledikleri sözlerinin seni aldatmaması için bazı kanun alimlerinin bu konuyla ilgili görüşlerini ve asrımızın yesağının bazı maddelerini nakledeceğim. Bunları naklettikten sonra, bir zamanlar İslam ülkesi olan yerlerde bugün yürürlükte olan kanunların Allah’ın şeriati dışında yeni bir şeriat olduğunu, bu ülkelerin Allah (c.c)’ın şeriatini, kanun koyucu tek kaynak olarak kabul etmediklerini ve beşeri anayasada ilk sözün de son sözün de heva ve hevesine göre anayasayı belirleyen şahsa ait olduğunu görecek ve anlayacaksın.

Dr. Seyyid Sabri şöyle dedi:

 “Anayasa kanunları temel olan kanunlardır. Bu, halkın egemenliğini gösterir. Bu kanunları koyan kurum, temeli koyan sultadır. Temel anayasadan sonra yapılan bütün yasalar, yürütmeler ve yargı buna bağlı olur. Bu kanunlar normal konulan kanunlardan daha üstün ve daha önceliklidir. Teşri sultası (parlemento) bu anayasaya riayet ederek ve ona saygı göstererek kanun koyar. Hatta teşri sultası bile bu kanunları (anayasanın temel kanunlarını) değiştiremez, iptal edemez. Sadece o kanunların sınırları dahilinde ve o kanunlara muhalefet etmeden kanun koyar, teşride bulunur.

İngiliz parlementosunda var olan esnek anayasalar bundan farklıdır. Çünkü İngiliz anayasasında sabit anayasa yoktur. Parlemento serbesttir. Belli ve sabit bir anayasaya bağlı değildir. Bu yüzden istediği kanunu koyabilir. İngiliz parlementosuna bu özelliği sebebiyle şöyle denmiştir: “Kadını erkek, erkeği kadın yapmaktan başka herşeyi yapar.”

Sabit (esnek olmayan) anayasalarda ise (Cengiz Han’ın koyduğu Yesak böyleydi….) teşri sultasının (parlementonun) görevi, temel anayasaya zıt olmayan, onun sınırları dahilinde basit kanunlar koymaktır.

Temel anayasayı koyan sulta; teşri, yürütme, yasama, yargı sultasıyla ilgili kanunları da koyar. Teşri sultası bir kanunu değiştirmek istediğinde, temel anayasada belirlenen sınır ve kaidelere uymak mecburiyetindedir. Teşri sultası (parlemento) temel anayasanın kanunlarını değiştirmeye kalktıştığı zaman belli şartlara uymak zorundadır. Bu şartlar, basit kanunlar konusunda uymaları gereken şartlardan başkadır. Temel kanunları koyan sulta, bu teşri sultasına bazı kanunları değiştirme engeli koyabilir.”                      (Medhal Düsturi Kitabından Naklen.)

Beşeri kanununların maddi kaynakları hakkında Dr. Fuad Abdulbaki, “kanun teorisi” kitabında şöyle diyor:

“Maddi kaynaklardan kasıt; kanun koyarken baş vurulan ve kendisinden kanun maddeleri alınan kaynaklardır. (Yani; kanunun ham maddesidir.)

Maddi kaynaklar çok ve değişiktir. Bazen kanun maddesi, çoğu zaman olduğu gibi halkın ihtiyaçlarından çıkar. Örneğin; “ülkemizin durumundan dolayı her bir şahıs ancak 200 dönüm ekilmiş arazi sahibi olabilir, bundan fazlasına sahip olamaz” şeklinde bir kanunun çıkması gibi... Böyle kanunlar, vatanımızın ve insanların ihtiyaçlarından çıkmıştır.

Kanun maddesi geçmiş ümmetlerin tarihinden veya yabancı bir ümmetin tarihinden de alınabilir ve bu kaynaklar, tarihi kaynaklar olarak isimlendirilir. Bizim, Mısır kanunlarındaki hükümlerin çoğu Fransız kanunlarından, çok azı ise İslam şeriatinden alınmıştır. Buna göre Fransız kanunu ve İslam şeriati, anayasamız için tarihi kaynaklardan sayılırlar.

Teşri koyan, bazan kanun maddesini, mahkemelerin tecrübelerinden alır. O zaman kanunun maddi kaynağı yargı olmuş olur. Yeni medeni kanunumuz bunun örnekleriyle doludur.

Bazen kanun, fakihlerin (beşeri kanunların alimlerinin) fikirlerinden alınır. O zaman kanunun maddi kaynağı kanun alimlerinin fikirleri olmuş olur.

Söylediğimize özet olarak şunu eklemek istiyorum: Kanunların maddi kaynağı çok ve değişiktir. Bu kaynaklara baktığımızda, anayasayanın kanunlarını bilmemize yardımcı olmaz. Çünkü maddi kaynaklardaki kaideler ancak kanun koyma yetkisi elinde olan (hükümdar) onu zorunlu kıldığında kanun olabilir.”

Dr. Fuad Abdulbaki kanun koyarken baş vurulan resmi kaynaklar hakkında şöyle diyor:

“Resmi kaynaklardan kasıt; kanununun kendisinden zorunluluğunu yani sultasını aldığı kaynaktır. Ancak ve sadece resmi kaynaklara başvurularak kanun yapılabilir. Şöyleki; şayet belli bir kanun kaidesi için madde sağlanır, fakat bu maddeyi zorunlu kılan bir sulta olmazsa, o madde ruhsuz bir madde olmuş olur, sanki bu madde yok gibidir. Kanuni kaidelerin var olup olmadığını öğrenmek için sadece resmi kaynaklara başvurulur, maddi kaynaklara başvurulmaz. Ancak resmi kaynak, buna işaret eder, ondan alındığını söylerse, işte o zaman anayasanın kanunlarının manasını daha iyi anlamak için maddi kaynaklara bakılır. Aksi halde anayasanın kanunlarını bilmek için maddi kaynaklara bakılmaz. Çünkü anayasanın kanun ve kaidelerinin anlaşılmasını sadece resmi kaynaklar belli eder.

Bizim Mısır anayasamızın resmi kaynakları sırasıyla şöyledir: Anayasa, örf (adet), İslam şeriatinin temel prensipleri, tabi kanunlar, adalet kaideleri...

Bu kaynaklar önem bakımından eşit değildirler. Anayasa, en önemli ve en önce gelen resmi kaynaktır. Diğer kaynaklar ise ihtiyati kaynaklardır. Anayasada meseleyle ilgili kanun bulunmadığında bunlara sırasıyla başvurulur.

Kanuni kaideler, resmi kaynağa göre geliştirilebilir. Bazı kanuni kaidelerin kaynağı örf olabilir. Sonra da bu kaidenin kaynağı anayasa olur. Bu durumda örf, maddi bir kaynak iken daha sonra kanuni kaideler için resmi bir kaynak olmuş olur. Örneğin; eski medeni kanunda örfe göre şahsın soyadı çocuklarına verilirdi. Bu örfe göredir ve anayasada bu kanun vardır. Yeni medeni kanunda da 38. madde olarak geçmektedir. Kanuni kaidenin resmi kaynağının değiştirilmesi bu kaidenin uyulma konusunda zorunlu olmasını etkilemez, ancak zorunluluk derecesini etkiler. Kanunlaşmış örf kaidesi, her iki halde de uyulması zorunlu bir kaidedir. Ancak anayasaya intikal etmesi, ona birinci derecede uyulma zorunluluğu getirir. Halbuki anayasada olmadan önce ikinci derecede uyulması zorunlu bir kaide idi. (Eğer, resmi bir kanun kaynağı olarak İslam şeriatinden bir kanun kaidesi alınır ve anayasadaki kaidelere dahil olursa, o zaman bu kaide üçüncü dereceden birinci dereceye yükselir. Çünkü artık üçüncü kaynakta değil birinci kaynak olan anayasada bulunmaktadır. Buna göre İslam şeriatinin kanunları, birinci derecede kanunlar değil, ancak ihtiyaç duyulduğunda baş vurulacak üçüncü derece tali bir kaynaktır. Şayet ondan anayasa için bir kaide alınırsa ancak o zaman birinci derecede uyulması zorunlu bir kanun olur.)

Resmi kaynak olan anayasa, örf, İslam şeriati ve tabi kanunlar genel kaynaklardır. Yani kanunlar onlardan alınır. Fakat bunun yanında müslüman(!) mısırlılara has evlenme, boşanma ve miras gibi konularda sadece İslam şeriati kaynak olarak alınır. Bu durumda İslam şeriatinin resmi kaynak olma özelliği sınırlıdır.

Dr. Fuad Abdulbaki, anayasa hakkında şöyle diyor:

     “Anayasa, zamanımızda kanunun resmi ve hakim olan kaynağıdır. Teşrinin kanun kaynağından kasıt; anayasanın yetki verdiği kişilerin kanuni kaideler koymalarıdır. Kanun kaynaklarından teşri (anayasa), en büyük öneme sahip olandır. Kanuni kaidelerin çoğu ona dayanır. Bu sebeple diğer kaynakların etkisi azalmış hatta çok az öneme sahip olmuştur. Ancak teşride (anayasada) eksik olan, bulunmayan bazı meselelerde onlara başvurulur. Bunlar ise çok nadir meselelerdir. Bu durum, sadece Mısır’da değil, diğer modern devletlerde de böyle-dir.

Teşrinin türleri:

1 – En üstte, Dusturi Teşri (anayasa). Bazen temel teşri olarak da isimlendirilir.

2 – Adi Teşri (normal teşri). Bu teşri parlementodan çıkar. Yani bu teşri, parlementonun koyduğu kanunlardır.

3 – Fer’i Teşri; yürütme sultasının (yürütme işine seçilmiş, hükümet kurmuş kişilerin) koyduğu kanunlar. Bunlar; bildiriler, belli kararlar, merasim (resmi işlemlerle ilgili düzenlemeler)dir.

Bu teşri türleri, yukarıdaki sıralanışa göre önem arzeder. Yani, ikinci sıraya göre konulan teşri, birinci sıradakine zıt olmamalıdır. Daha açıkçası, parlementonun çıkardığı kanunlar anayasaya zıt olmamalıdır. Yürütme sultasının koyduğu kanunlar da anayasa ve parlemento kanunlarına zıt olmamalıdır.

Yürütme sultasının koyduğu kanunlardan kasıt şudur:

Yürütmeyi elinde bulunduran (ülkeyi yönetme işine seçilmiş) kişiler, anayasa kanunlarını veya millet meclisinin çıkarttığı kanunları bozmadan ve değiştirmeden, o kanunları nasıl uygulamaya geçirecekleri konusunda planlar hazırlarlar. İşte buna yönelik olarak alınan karar ve bildirilere “Fer’i Teşri” denir. Örneğin; trafikle, halkı rahatsız eden, gürültü yapan, sağlığa zarar veren müesseselerle, besinle, seyyar satıcılarla v.s konularla ilgili kanunların hazırlaması gibi...”

Dr. Fuad Abdulbaki, diğer teşri kaynaklarından olan örf, İslam şeriati ve adalet kanunları hakkında şöyle diyor:

“Eğer ihtilaf edilen bir mesele, hüküm vermesi için hakime sunulursa, hakim, bu ihtilafı çözmek için öncelikle teşri (anayasadaki) kanunlarına bakar. Teşri kanunlarında bu olayla ilgili bir kanun bulunursa, bu kanunlara göre hüküm verir. Başka kanun kaynaklarına başvurmaz. Şayet bu meseleyle ilgili kanunları teşri kanunlarında bulamazsa işte o zaman bu meseleyle ilgili hükümleri diğer kaynaklarda arar. Tabii ki sırayı takip ederek, önce örfe, sonra İslam şeriatine, sonra adalet kanunlarına bakar. Eğer teşri kanunlarında kendisine arz edilen mesele ile alakalı bir hüküm bulursa, bu hüküm kapalı olsa bile diğer kaynaklara başvurmaması, bu kapalılığı çözüp açıklığa kavuşturması gerekir. Yani; arzedilen bu meselenin hükmünü bulursa onunla hükmeder, başka kaynaklara başvurmaz. Ama teşri naslarını açıkladıktan sonra, bu hükümlerin arzedilen meseleyle ilgili olmadığını görürse, ancak o zaman diğer kaynaklara sırasına göre başvurur.

Örfe gelince; bu teşriden (anayasadan) sonra gelen yedek bir kaynaktır. Örfe ancak, teşri naslarında (anayasadaki kanunlarda) arzedilen meseleyle ilgili hükümler bulunmadığı zaman başvurulur. Hakim kendisine bir mesele arzedildiğinde, ilk olarak teşri naslarına (anayasadaki kanunlara) bakmak mecburiyetindedir. Eğer bu meseleyle ilgili bir nas bulursa o nassın hükümlerini uygular, örfe başvuramaz. Şayet arzedilen meseleyle ilgili bir nass bulunmazsa işte o zaman örfe başvurur. Örfte bu meseleyle ilgili hükümler bulduğunda İslam şeriatine ve adalet kanunlarına başvurmamalıdır. İslam şeriatine ancak örfte hüküm bulamadığında başvurmalıdır. Bu durumda örf, teşrinin (anayasanın) ilk yedek kaynağıdır.”

Dr. Fuad Abdulbaki, İslam şeratinin kanunları hakkında şöyle diyor: “İslam şeriatinin prensipleri, medeni kanunda ilk resmi kaynak olarak değil, ikinci derecede öneme sahip bir kaynak olarak zikredilmiştir. Hazırlanmış olan yeni medeni kanun tartışmaya sunulduğunda, öğretmenimiz Senhuri (Senhuri, bir makalesinde şöyle diyor: “Mısır anayasası, İslam şeriatini 3. mertebeye koymakla ona büyük ve adaletli bir değer vermiştir.), İslam şeriatinin Mısır kanunları için resmi bir kaynak olmasını teklif etti. Yani, örften sonra ve tabii kanundan önce, üçüncü mertebede olmasını önerdi ve bu öneri kabul edildi. Böylece, ikinci fıkranın birinci maddesi şöyle oldu:

“Eğer hakim teşride (anayasada) bir hüküm bulamazsa örfle hükmeder. Eğer örfte bir hüküm bulamazsa İslam şeriatinin temel prensiplerine göre hüküm verir. Tabii ki medeni kanuna uygun olan İslam’ın temel prensipleriyle hüküm verir. Üstelik bir mezhebe de bağlı kalmayacak… İslam kanunlarında birşey bulamazsa tabii kanunlara ve adalet kaidelerine göre hüküm verir.

Bu kanun, medeni kanun kabinesine ve millet meclisine arzedilince; “Tabii ki medeni kanuna uygun olan İslam’ın temel prensipleriyle hüküm verir. Üstelik bir mezhebe de bağlı kalmayacak” cümlesi fazla bulundu ve kaldırıldı. Bu ibare, nastan (kanun maddesinden) anlaşılmaktadır. İslam şeriatinin kanunları, ancak teşride meseleyle ilgili hükümler bulunmadığında uygulanacaktır. “Bir mezhebe bağlı kalmak” ibaresi gereksizdir. Zaten İslam şeriatinin genel hükümlerine başvurulur ve bu konularda da mezheb farkı yoktur.

İslam şeriati anayasanın ikinci dereceden yedek kaynağıdır. Dikkat edilirse resmi kaynak, sadece İslam şeriatinin genel kurallarıdır. Yani İslam şeriatinin temel tafsili hükümlerine resmi bir teşri kaynak olarak itibar edilmez.”

Dr. Fuad Abdulbaki, Mısır kanunlarında dinin etkisi hakkında şöyle diyor:

“Mısır kanunlarında Mehmed Ali Paşa gelinceye kadar din etkiliydi ve İslam kanunları Mısır’da hakimdi. Mehmed Ali Paşa gelinceye kadar İslam şeriati hayatın her yönünde Mısırlılara hükmederdi. Mehmet Ali Paşa zamanında Fransızlara ait özellikle ticaret ve cezayla ilgili kanunlar girdi. Fransız kanunları girmeye başlayınca İslam şeriatinin etkisi azalmaya başladı. Ta ki, İsmail zamanı gelinceye ve yeni Mısır kanunları çıkıncaya kadar... Bu kanunların çoğu Fransız kanunlarından, çok azı da İslam şeriatinden alınmıştı.

İşte böylece, İslam şeriatinin etkisi Mısır kanunlarımızdan kalkmıştır. Fakat bu konulan anayasa, şahsi meselelerle ilgili hükümleri ayrı tutmuştur. Bu konularda dinin etkisi devam etmiş, hükümleri değiştirilmemiştir. Bu meseleler, anayasanın 15/2 maddesinde ayrı tutulmuştur. Bu maddede İslam şeriatinin, örften sonra gelen yedek resmi kaynak olduğu belirtilmiştir. Böylece Mısır kanunlarında şeriat, sadece şahsi meselelerde etkili kalmıştır. Tabii ki bu, müslümanlar için söz konusudur. Diğer din mensubu Mısırlılar’dan her biri kendi dinlerinin kanunlarına bağlıdır. Şahsi meselelerde de şeriatin dışında hükümler konmaya başlanması, şeriatin etkisini azalttı. Örneğin; miras, vasiyet ve hibe konularında İslamla alakası olmayan yeni kanunlar çıktı. Bunlarda dinin, resmi bir kaynak olarak etkisi yoktur. Çünkü bu kanunların kaynağı İslam şeriati değil, teşri (anayasa) olmuştur.  

Kuveyt ceza kanununu şerheden El Vasıt kitabının 11. sayfasında şöyle geçmektedir:

“İslam dini geçmişte hayatın her yönüne hükmederdi. Bu yüzden o, bütün hayati faaliyetlerin kaynağı niteliğindeydi ve uygulanan kanunlar bu İslami kaidelere uymaktaydı. Buna göre her kim İslami değerlere saldırırsa mevcut olan kanuna göre ceza alırdı. Aynı şekilde farzları yerine getirmeyen kimseye de ceza verilirdi.

Bu durum, Birleşmiş Milletlerin insanlara ibadet, fikir ve rey hürriyeti veren insan hakları kanununu 1948’de ilan etmesine kadar devam etti. Birleşmiş Milletlerin bu kanunu arap ülkelerinde hemen benimsenip kabul edildi ve uygulamaya geçirildi. Cezalar artık bu kanuna göre verilmeye başlandı. Ceza kanunları sadece cinai suç işleyenlere hükümler vermekte, bunların dışında kalan fikirlere ve dini muhalefetlere ise cezalar vermemektedir. Ancak işlenen suç toplumun emniyetini bozduğu veya çoğunluğun din şuurunu zedelediğinde böyle konularda işlenen suçlara cezalar verilir. Bunun dışında dini ibadetlerini yerine getirmeyen, dinin yasaklarına muhalefet eden kimseye ceza verilmez. Çünkü ceza kanunlarında onlara uygulayabilecekleri bir kanun bulunmamaktadır.”

Şimdi sana, bütün hayatın ona göre düzenlendiği, bütün kanunların ona göre çıkarıldığı ve çok yüceltilen asrımızın yesağının (beşeri anayasanın) bazı maddelerini sunacağım. Bu asrımızın yesağı (anayasa) öyle yüceltilmiştir ki, onunla hükmeden devletlerin idaresine her tayin edilen yeni kişi; ister kral, ister cumhurbaşkanı, ister bakan, isterse milletvekili olsun, görevine başlamadan önce bu asrımızın yesağını yücelttiğini, ona saygı duyduğunu belirten yemini yapar. İşte bu sebeble yapılan bu yemin “Anayasa Yemini” olarak isimlendirilir. Biz ise yapılan bu yemini; “tağuta boyun eğerek şirke girme yemini” olarak isimlendiriyoruz. Zira beşeri sistemlerde görev alan kimseler, görev alacakları zaman bu beşer anayasasına saygılı ve bağlı olacaklarına dair yemin ederek onu yüceltirler ve ona göre kanunlar koyarak insanlara hükme-derler.  

Mısır 1971 anayasası madde: 79’da şöyle deniyor:

“Cumhurbaşkanı görevine başlamadan önce senato ve parlementoya karşı şu şekilde yemin yapmalıdır: “Anayasaya ve Mısır milletinin kanunlarına saygılı olacağıma ve vatanın istiklalini ve toprağını muhafaza edeceğime dair yüce Allah’a yemin ediyorum.”

Mısır 1923 anayasası madde: 6’da şöyle deniyor.

“Ancak kanunun belirlediği şeyler suçtur. Ve ancak kanunun belirlediği cezalar uygulanır.”

Bu maddenin aynısı Mısır’ın 1971 anayasasında 66. madde olarak geçer.

Mısır 1923 anayasası madde: 31’de şöyle deniyor:

“Değişik mahkemelerin hükümleri kanuna göre çıkar ve kanuna göre uygulanır.”

Bu madde 1971 anayasasında 165. madde olarak geçer.

1923 anayasası madde:125’de şöyle deniyor:

“Hakimler serbesttirler. Kanunun maddeleri dışında hiç kimseye, hiçbir şeye bağlı değildirler.”

1971 anayasasında bu madde 166. madde olarak geçer.

Ürdün anayasası madde 103’de şöyle deniyor:

“Medeni mahkemeler, krallıkta uygulanan kanuna göre hüküm verir ve bu hüküm uygulanır. Fakat ticari, hukuki ve yabancıların şahsi meseleleriyle ilgili konularda uluslar arası kanuna uygun olarak verilen hükümler anayasanın belirttiği şekilde uygulanır.”

Ürdün anayasası madde 84’de şöyle deniyor:

“Gerek senato meclisi ve gerekse millet meclisinde çıkarılacak olan bir kanun, şayet anayasada buna muhalif bir kanun yoksa çoğunluğun kararına göre çıkarılır.”

Ürdün anayasası madde 18’de şöyle deniyor:

“Kanunun belirlediği kimseler dışındakiler, vergiden veya muamele harçlarından muaf tutulamazlar.”

Ürdün anayasası madde: 15’de şöyle deniyor:

“Kanunun belirlediği sınırlara riayet etmek şartıyla bütün Ürdünlülerin, gerek söz, gerek yazı, gerek fotoğraf ve gerekse başka üsluplarla görüş bildirme hürriyeti vardır.”

Kuveyt anayasası madde: 60’da şöyle deniyor:

“Emir, görev almadan önce şu yemini yapar: “Anayasaya ve devletin kanunlarına saygılı olacağıma dair Allah adına yemin ediyorum.”

Madde 63’e göre emirin naibi, madde 126’ya göre başbakan ve bakanlar da aynı yemini yapar.

Kuveyt anayasası madde 19’da şöyle deniyor:

“Millet vekilleri şöyle bir yemin yaparlar: “Vatana ve emire ihlaslı olacağıma, anayasaya ve devletin kanunlarına saygılı olacağıma dair yüce Allah’a yemin ediyorum.”

Kuveyt anayasası madde 35’de şöyle deniyor:

“Yargı görevi, anayasanın sınırları dahilinde, emir adına mahkemelere verilmiştir.”

Kuveyt medeni anayasası madde 1’de şöyle deniyor:

“Bir mesele hakkında, anayasada herhangi bir hüküm bulamayan hakim, örfe göre hüküm verir. Örfte de o meseleyle ilgili bir hüküm bulamazsa İslam fıkhı hükümlerinden ülkenin durum ve maslahatı için en uygun olanını seçerek onunla hükmeder.” (Bu kanunlara dikkat et! Allah (c.c) bunları yok etsin! Bu kanunlara göre beşeri  kanunlar asıldır. Bu ülkelerdeki insanlar, beşeri kanunlarla hükmetmekte ve muhakeme olmaktadır. Eğer karşılaştıkları yeni bir meseleyle ilgili anayasalarında bir nas bulamazlarsa, o meseleye kendi batıl ve cahili adetlerine (örflerine) göre hüküm verirler. Eğer söz konusu meseleyi örfe göre çözümleyemezlerse, işte ancak o zaman İslam’ın fıkhi hükümlerine bakarlar ve ondan tercih ettikleri bir hükme göre meseleyi çözmeye çalışırlar. Üstelik İslam şeriatini hiç bilmeyen bu hakimler, İslam fıkhından seçim yaparlar.

     İslam şeriatinin, baş vurulacak en son kaynak yapılışına dikkat et! Ancak anayasaları ve örfleri bir mesele hakkında aciz kalırsa, işte o zaman İslam şeriatine başvururlar.

     İşte bu kimseler İslam’dan aldıkları hükümlerin, “insanlarının durumuna, ülkelerinin maslahatına uygun olma” şartını koşmakla alçaklık sınırını aşarak Allah (c.c)’a ve şeriatine nasıl da karşı gelmektedirler. Allah (c.c) onlar ve onlar gibi olanlar hakkında şöyle buyurmuştur:

 “(Bir takım kimseler) “Allah’a ve rasulüne iman ve itaat ettik” derler. Sonra da onlardan bir grup bunun ardından yüz çevirir. Bunlar mü’min değildir. Aralarında hüküm verilmesi için Allah’a ve rasulüne davet olundukları zaman, yine onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer hak kendilerinden yana olursa, ona boyun eğerek gelirler. Kalblerinde bir hastalık mı vardır, yoksa şüpheye mi düşmüşlerdir ya da Allah’ın ve rasulünün kendilerine haksızlık yapacaklarından mı korkmuşlardır? Hayır (hiçbiri değil); bunlar, zalim olan kimselerdir.” (Nur: 47-50))

Kuveyt cezai kanunları madde 1’de şöyle deniyor:

“İşlenen bir fiilin suç olduğuna dair kanunda bir nas yoksa o fiile ceza vermek yasaktır.”

İşte bu küfür olan kanun maddesi ile, Allah (c.c)’ın kitabında ve rasulünün sünnetinde suç olarak bildirdiği suç ve cezalara itibar edilmemektedir. Bu kanun maddesine göre anayasa bir fiili suç olarak görürse ancak o fiil suç olur. İsterse Allah’ın kitabı ve rasulünün sünnetinde o mesele suç olarak belirtilsin, önemli değildir, o suça ceza verilmez. Örneğin; Allah (c.c)’ın suç olduğunu bildirdiği irtidat (İslam’dan dönme) ameli, beşeri anayasada suç değildir. Çünkü beşerin koymuş olduğu anayasa bu ameli suç olarak kabul etmemektedir.

Son olarak, rasulün bile yetkili olmadığı fakat beşer anayasasının kendi yöneticilerine yetki verdiği af konusu üzerinde duralım:   

Ülke yöneticisi işlenmiş suçlar için dilediği zaman genel bir af çıkarabilir ve bu af beraat hükmü gibidir. Beşeri anayasasının ülke yöneticisine verdiği; işlenen suç ne olursa olsun, sabit olsa bile, bu suçları ve bu suçlara verilecek hadleri kaldırma yetkisini ne bir rasul ne de bir nebi kendinde görmüştür.

Daha önce de belirttiğimiz gibi beşer anayasasının kanunlarında Allah (c.c)’ın hakkı ve kulların hakkı diye bir ayırım yapılmaz. Sadece ülke yöneticisinin hakkı söz konusudur. Bu sebeble ülke yöneticisi, kulların hakkı olan meselelerde de Allah (c.c)’ın hakkı olan meselelerde de yetki sahibidir ve serbesttir.

Başa Dön  Devam