ÖNDERİMİZ RASÛLÜLLAH'TIR

   Gençler!

   “Önderimiz Rasûlüllah’tır” Şiârını gerçekleştirmenin manâsının ne olduğunu biliyor musunuz?

   Bu, beşeri kahramanlıkların ve insânî olgunlukların tamamını şahsında, en üstün şekilde temsil eden, Fahr-i Kâinât’a kayıtsız şartsız uymakla olur. Fahri kâinât Muhammed Mustafâ (s.a.v.) her zaman küfrün karanlık ufuklarını, câhiliyet engellerini kaldıran ve insanlığın yolunu aydınlatan bir nûrdur. Asırlar ve nesiller geçtikçe insanlık Rasûlüllah (s.a.v.)’in şahsiyetinde en olgun önderi, en sağlam örneği, en nûrlu rehberi bulacaktır.

   “Allah elçiliğini nereye vereceğini en iyi bilendir.” (El-En’âm/124)

   Ebedî Risâletin sahibine has olan en güzel ve büyük önderlik, ister ibâdet ve zühde, bağlı olsun, ister alçakgönüllülük ve yumuşakbaşlılıkla ilgili olsun ister güç ve cesarete ait olsun, ister ince siyaset ve prensiplerde sebata bağlı olsun harkesi ve herşeyi kapsamına alır.

   Gençler!

   Geliniz; Onun ululuk denizinden ve olgunluğunun pınarından içelim de susuzluktan kurtulalım, cahiliyet kirlerinden arınalım ve halk arasında örnek olalım.

   Geliniz de, Rasûlüllah (s.a.v.)’in en üstün derecesine ulaştığı kulluk önderliğini taklit edelim. Muğîre b. Şû’be (r.a.), Buhari ve Müslüm’in rivâyet ettikleri bir Hadîsde şöyle der:

   “Rasûlüllah (s.a.v.) gece ibâdetine o kadar devam etti ki, ayakları rahatsızlandı. Kendisine:

   -Yâ Rasûlallah! Allah senin geçmiş ve gelecek günâhlarını mağfiret etmedi mi? Denildiğinde, 

   “-Rabbime şükreden bir kul olmayayım mi?” Buyurdu.

   Buharî ve Müslim’in rivâyet ettiği bir Hadiste Alkame (r.a.) şöyle nakleder:

   Aişe (R. Anha)’ya:

   -Rasûlüllah (s.a.v.) her hangi bir güne özel bir ibâdet yapar mıydı? (Yanı bazı günler fazla ibâdet yapar mıydı?) diye sordum,

   “-Hayır, Rasûlüllah’ın ibâdeti, kesintisiz devamlı idi. Hanginiz Rasûlüllah (s.a.v.)’in dayanabildiğine dayanabilir ki? Cevabını verdi.”

   İşte onun kalbi. Canab-ı Hakk’a böyle bağlı idi. Her zaman kalbi hakla beraberdi. Daima ibadet ve münâcat varlığını kaplamıştı. Gecesinde ibâdet için kalkardı. Gündüzün de bir kısmını ibadete tahsis ederdi. Namazda en üstün kulluk tadını bulurdu. Namaz gözünün nuru idi. Kendisinin yapıpta Ashabının güç yetiremiyeceği ibadetlerde onların kendisini taklid etmelerini yasaklardı. Aişe (R.Anha) şöyle der:

   “Rasûlüllah (s.a.v.) yapmayı çok istediği ibadetleri, halk yapar da üzerlerine farz oluverir endişesiyle, bazan terkederdi.”

   Rasûlüllah (s.a.v.)’in ibadetlerinde dikkatleri çeken bir nokta var ki o da, en yüksek seviyesine ulaştığı ibadetle, dünya işleri, tebliğ görevi ve cihad hareketinin arasını şaşılacak bir ahenkle bir arada yütütebilmiş olmasıdır. O, bütünüyle bir toplulukla uğraşıyor. Yeryüzünün o gün için en genç devletini idare ediyor, devlet başkanlarına elçiler göndererek onları Hak yola davet ediyor, gelen heyetleri karşılayıp ağırlıyor, seriyyeler gönderip onları yönetiyor, etrafındaki diğer din ve saltanat mensuplarıyla mûcadele ediyor, zafere hazırlanıyor, bozgundan korumaya çalışıyor, valiler tayin ediyor, zekâtları toplayıp getirtiyor, bu malın bizzat taksimatını yapıyor ve, “Ben adil davranmazsam, kim adil davranabilir?” buyuruyordu.

   Allah’ın dinini halka tatbık ediyor, vahyin öz olarak temas ettiklerini açıklıyor, kapalı olanlarını açıyor, tatbik şekillerini belirtiyor, temel kaidelerden tali meseleleri çıkarıyor, Allah’ın bildirmediği hususları, Allah’ın bildirdiklerine muracaatla belirtiyordu. Bütün bu hususlarda, dünyanın en dayanıklı insanının bile yorulacağından daha çok çalıştığı halde günlük işlerini aksatmadan yerine getiriyor, bütün bu meşguliyet ve sıkıntılara rağmen manastırlara ve dağ başlarına çekilenlerden daha fazla Allah’a bağlı kalarak gece gündüz ibadetlerini aksatmamakta güneş gibi ortaya çıkıyordu.

   Din ve dünya’yı böyle bir arada yürütebilmesiyle, kahramanlar kahramanı sallâlahü aleyhi vesellem, insanlık tarihinde, eşi bulunmaz bir örnek durumundadır.

   Rasûlüllah (s.a.v.) nasıl ibâdetin (kulluğun) en yüksek mertebesinde olmasın ki O, Allah’ın emrettiği her çeşit gece namazını, her çeşit ibâdeti, tesbihi, zikri ve duâyı eksiksiz yerine getiriyordu.

   “Ey elbisesine bürünen Habibim, gecenin birazı hariç olmak üzere (namaz ve ibâdet için) kalk. (Gecenin) yarısı miktârınca, yahut ondan birazını eksilt. Yahut (o yarının) üzerine (ilâve edip) artır. Kur’an’ı da açık açık, tane tane oku. Hakikat Biz sana ağır bir söz vahyediyoruz. Gerçekten, gece (yatağından ibâdete) kalkan nefs (yok mu?) o, hem uygunluk itibariyle daha kuvvetlidir, hem kıraatce daha sağlamdır.”  (El-Müzzemmil( 1-6) 

   “Gecenin bir kısmında da uyanıp, sırf sana mahsûs fazla (bir ibâdet) olmak üzere onunla (Kur’ân ile) gece namazı kıl. Ümîd edebilirsin, Rabbin seni bir Makam-ı Mahmûd’a (şefaât makamına) gönderecektir.” (El-İsrâ/79)

   “Sabah akşam Rabbinin adını an. Gecenin bir kısmında Allah’a secde et (namaz kıl) Gecenin uzun bir bölümünde de O’nu tesbîh (ve tenzîh) eyle.” (Ed-Dehr/25-26)

   Geliniz, Rasûlüllah (s.a.v.)’in en üstün mertebesine ulaştığı zühd hayatını örnek alalım.

   Abdullah b. Mes’ûd (r.a.) şöyle anlatır: Rasûlüllah (s.a.v.)’in yanına girdim. Bir hasır üzerine uzanmış buldum. Hasırın sertliği teninde izler bırakmıştı. Ben:

   -Yâ Rasûlallah! Senin için hasırla vücüdün arasında, seni onun sertliğinden koruyacak bir minder edinsek, dedim.

   Rasûlüllah (s.a.v.):

   -Dünyadan ve onun rahatlığından bana ne. Dünyada ben, bir ağacın gölgesinde biraz eğlendikten sonra kalkıp orayı terkederek giden bir yolcu gibiyim.” Buyurdu.

   Aynı zamanda O şöyle buyurdu:

   “Allah’ım, Muhammed’in ailesinin rızkını ihtiyâçlarına yetecek kadar kıl.”

   Rasûlüllah (s.a.v.) nasıl zühdün en üstün seviyesinde olmasın ki O, Allah’ın kendisi hakkında irâde ettiğini ve istediğini yerine getirmiştir:

   “Elbette Ahiret senin için dünyâdan hayırlıdır.” (Ed-Duhâ/4)

   “Kâfirlerden bir sınıfa, sırf kendilerini fitneye düşürmemiz için, faydalandırdığımız bu dünya hayatına ait zînetlere ve debdebelere sakın iki gözünü dikme. Rabbinin rızkı hem daha hayırlı, hem daha süreklidir.” (Tâhâ/131)

   Gençler!

   İslâm ve kâinât peygamberinin nefsini zühd, kanaat ve yeterince yaşamaya alıştırmakla, kendine ve ailesi halkına, Allah’ın kulları için yarattığı nîmet ve rızıkları haram kıldığı manâsını çıkarmayın. Rasûlüllah (s.a.v.) böyle hareket etmekten tamamen uzaktır. Çünkü kendilerine evlenmeyi, et yemeyi, oruçlu gezmeyi, dünya nîmetlerini tadmayı haram kılan bazı Ashâbın bu hareketlerini kınayan O’dur.

   Yine O’nun zâhidliğinin fakirlikten, elinin darlığından, yiyecek azlığından kaynaklandığını zannetmekten de sakının. Çünkü, şâyet O, hayatın güzelliklerini, nîmetlerini, zînetlerinden yararlanmayı isteseydi dünya O’na koşa koşa gelirdi. Ancak O zühdü ve iffeti, en önemlilerini size  anlatacağım bazı sebeplerden tercih etti:

   a) Zühd ve takvasıyla, gelecek müslüman nesillere sevgiyi, cömertliği ve diğergâmlığı öğretmek istedi.

   Beyhâkî, Aişe (r.anhâ)’nın şöyle dediğini rivâyet etmiştir:

   “Rasûlüllah (s.a.v.) üç gün üst üste karnını doyurmamıştır. İsteseydik biz de karnımızı doyururduk. Ancak Rasûlüllah (s.a.v.) başkalarını kendi nefsine tercîh ederdi.”

   Rasûlüllah (s.a.v.) fakirlikten korkmayan birinin ihsânda bulunduğu gibi, iyilik yapar, ihsânda bulunurdu.

   b) Kanaatkâr ve idâreli bir yaşayışla müslüman nesillere örnek olmak istedi.

   Rasûlüllah (s.a.v.), dünya zînetlerinin ve bunların fitnesinin müslümanları davet ve cihâd vazifesinden alıkoymasından, nîmet ve bolluğa dalarak şımarmalarından ve Allah’ın ismini yüceltmekten kaçınmalarından çekiniyordu. Dünya refahının artarak, daha önceki milletlerin helâk olmaları gibi, kendi ümmetinin de helâkine sebep olmasından çekiniyordu.

   Buharî ve Müslim rivâyet ederler ki, Ebû Ubeyde (r.a.) Bahreyn’in zekâtıyla gelirken Ensarlı’lar, sabah namazından sonra onu karşılamaya çıktılar. Onların bu halini görünce Rasûlüllah (s.a.v.) tebessüm etti ve şöyle buyurdu:

-         Zannediyorum ki, Ebû Ubeyde’nin Bahreyn’den bir şeylerle döndüğünü duydunuz.

   Ensarlı’lar:

   - Evet yâ Rasûlallah öyle oldu, dediler. Bunun üzerine:

   - Sevinin ve sizi sevindiren şeyleri ümitle bekleyin. Allah’a yemin ederim ki, sizin için korktuğum şey fakirlik değildir. Ancak dünyanın sizden önceki ümmetlere olduğu gibi sizin de önünüze serilmesinden, bunu elde etmek için onların yarış ettiği gibi sizin de yarışmanızdan, netice de onların helâk olduğu gibi sizin de helâk olmanızda korkuyorum, buyurdu.”

   c) Kalblerinde hastalık olan münâfıklara, misyonerlere ve diğer İslâm düşmanlarına, insanlara yaptığı tebliğ karşılığında mal toplamak, fanî ihtişâm elde etmek, gelip geçici dünya saltanatına, alâyişine kapılmak, dini istismar ederek dünyaya hâkim olmak gibi emellerinin olmadığını anlatmak istedi.

   O tek olan Allah’dan sevap beklemeyi, mülkiyetinde hiç bir dünyalık olmadan Rabbine kavuşmayı arzu etmiştir. Dünyadan elde ettiği sadece gününe yetecek kadar az bir yiyecek ve vücudunu örtecek kadar bir elbisedir. Vefat ettiğinde evinde kalan bir kaç ev eşyasıyla bir kaç kuruş fakirlere sadaka olarak dağıtılmıştır. Onunda diğer peygamberlerin durumu budur:

   “Ey kavmim! Bu tebliğlerin sebebiyle sizden hiç bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım Allah’dan başkasına aid değildir.” (Hûd/29)

   Gliniz, Rasûlüllah (s.a.v.)’in en yüksek derecesine ulaştığı afivkârlığını ve yumuşak başlılığını örnek edinelim. O bedevîlerin kabalıklarına karşı afivkârlık ve yumuşaklık gösterdiği gibi, zafer kazanıp güçlendikten sonra bile kibirli düşmanlara karşı insanca davranmıştır.

   Bedevîlerin kabalıklarına karşı afivkârlık ve yumuşaklık göstermesine iki örnek verelim:

a)    Buharî, Abdullah (r.a.)’den rivâyet eder:

   “Huneyn’de zafer kazanılıp ganîmet paylaşıldığı gün Rasûlüllah (s.a.v.) bazı kişilere fazla mal vermeyi tercih etti. Akra’ b. Habîs (r.a.)’e yüz deve, verdi. Uyeyne (r.a.)’e de aynı miktar verdi. Bazı kimselere de böyle verdi. Bir adam:

   - Vallahî, bu taksimde âdil davranılmadı ve bununla Allah’ın rızası gözetilmedi, diye dedikodu yaptı. Ben kendi kendime: “Vallahî bunu Rasûlüllah (s.a.v.)’e haber verceğim” dedim. Varıp haber verdim. Rasûlüllah (s.a.v.):

   - Allah ve Rasûlü âdil davranmazlarsa kim âdil davranabilir ki?... Allah Musâ’ya rahmet etsin. Bana yapılandan daha çok eziyet gördü, ama sabretti, buyurdu.”

b)    Buharî ve Müslim, Enes (r.a.)’den rivâyet ederler:

   “Rasûlüllah (s.a.v.) ile beraber yürüyordum. Üzerinde kenârları kalın, sert bir Necran kaftanı vardı. Bir bedevî ona yetişti ve kaftanını şiddetle çekti. Gördüm ki, onun şiddetle çekmesinden Rasûlüllah (s.a.v.)’in boğazında kaftan iz bırakmış. Bedevî:                   

   - Yâ Muhammed! Emrette bana, senin nezdindeki Allah’ın malından versinler, dedi.

   Rasûlüllah ona baktı ve güldü. Sonrada ona ihsanda bulunulmasını emretti.”

   Güç ve zafer kazandıktan sonra bile kibirli düşmanlara insanca davranması:

   Bu konuda fetihten sonra Mekke’lilere karşı davranışına bakmamız yeterlidir. Halbuki Mekke’liler ona eziyette ileri gitmişlerdi; Aşırı işkence etmişlerdi. Öldürülmesi için plânlar hazırlamışlardı. Aleyhinde dedikodu etmiş, yalan söylemiş ve iftira etmişlerdi.

   Onun âfivkârlık ve güzel muâmelesinin aynasında şerefli, kerîm şahsiyeti bütün güzelliğiyle gözleri kamaştırır. Arap yarımadasının eşini görmediği, Mekke’yi dolduran, atlıların ayak basacak yer bulamadığı büyük bir ordunun fatih kumandanı olarak ona bakınız... O’nun âfivkârlığıyla yeryüzü dopdolu olduğu zaman ona dikkat ediniz. Kibrinden yeryüzünde nereye bastığını bilmiyecek derecede gururlanan ve Rasûlüllah (s.a.v.)’e ellerinden gelen kötülüğü yapmaya çalışan Mekke uluları iyilikle, ihsânla cezalandırıldılar, af ile, güzellikle karşılık gördüler. Halbuki o devrin devlet başkanları kafa kesmekten başka bir şey bilmiyorlardı... Rasûlüllah (s.a.v.) Mekke halkını topladı, onlara güven ve teminat verdi ve şu ebedî sözünü söyledi:

-         Size nasıl muâmele edeceğimi zannediyorsunuz?

-         Şerefli kardeş, şerefli kardeş oğlu, hayırla muâmele edeceğini umarız, dediler.

   -   Gidiniz, hepiniz serbestsiniz, buyurdu.   

   Nasıl olmasın ki, Cenab-ı Hak yüce kitabında şöyle buyurmuştur:

   “Habibim sen, afve sarıl, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.” (El-A’raf/ 199)

   “Şimdilik sen aldırış etme, (onlara karşı güzel muamelede bulun.” (El-Hicr/ 85)

   Geliniz, Fahri Kâinatın hem cahiliyet döneminde, hem İslâm döneminde en büyük örneğini verdiği kahramanlığına, cesaretine uyalım.

   Sizlere onun kahramanlık ve cesaretinden bazı örnekler verelim ki, ona uyasınız. Dolayısıyla hak, hidayet ve dosdoğru yol üzerinde bulunduğunuz sürece zalimlerden, tağutlardan ve İslâm düşmanlarından korkmayasınız. “Rasûlüllah (s.a.v.) hayatı boyunca cesareti konusunda tecrübe edildi. Hiç bir zaman onda pısırıklık ve zaaf eseri görülmedi. Bu cesaret doğumundan itibaren onun ayrılmaz bir sıfatı idi. Gerek vahiy gelmeden önce, gerek vahiy gelmeye başladıktan sonra kahramanlıkta güneş gibiydi.

   Daha çocukken kendisine Lât ve Uzza’ya yemin etmesi istenmişti de, “Bu ikisinin adını anarak bana bir şey sorma. Vallahi, bu ikisine duyduğum nefret kadar hiç bir şeye nefret duymuyorum.” Demişti.

   Bu çocuk bu cesareti Mekke’lilerin ilâhlarına karşı gösteriyor, cezalandırmalarından korkmuyordu.

  Gençler!

 O günleri hatırlayınız ki Kureyş, Rasûlüllah (s.a.v.)’e çeşit çeşit eziyetler ediyor, O’nu elemden leleme sürüklüyorlardı. Onların köpeklikleri o dereceye vardı ki, onu taşlamaktan, başına toprak dökmekten geri kalmadılar. Bu son hakaret üzerine kızı Fâtıma (r. Anhâ) gelmiş, bir taraftan babasının mübârek başını yıkıyor, bir taraftan da ağlıyordu. Onun yüce kalbine kızının gözlerinden yaş damlalarının düşmesinden daha ızdırap verici bir şey olamazdı. Kalbi kızına sevgi ve merhâmetle dolu idi zaten.

   Kalbindeki bu sevgi ve izzet nefis duygularını birlikte harekete getiren önemli durumda yüce Peygamberimiz Efendimizin ne yaptığını zannetiyorsunuz? Hiç bir şey yapmadı sadece kızına şöyle demekle yetindi:

   “Hayır, yâ Fâtıma! Allah mutlaka babanı onlardan koruyacaktır. Vallahî, Kureyş, Ebû Talîb’in vefâtına kadar bana hoşlanmıyacağım bir şey yapamamıştı.”

   Hepinizde amcasıyla arasında geçen olayı biliyorsunuz. Kureyş amcası Ebû Talib’e müracaât ettiğinde O, amcasının kendisini onlara teslim edeceğini, onu küçük düşüreceğini veya ondan yardımını esirgeyeceğini zannediyordu. İşte bu noktada biraz duraklıyalım da, tertemiz bir kalbden fışkıran hakk ve imân sözlerini dinleyelim, risâlet sahibinin dilinde tekrarlanan prensipler üzerinde sebât ibarelerine kulak verelim. Ve bunu dünyaya haykıralım da gerçek iman ve sebât nasıl olurmuş, gerçek er ve gerçek kahraman nasıl olurmuş görsünler. O amcasına şöyle demişti:

   “Allah’a yemin ederim ki, ey amca! Bu dini tebliğ etme işini terketmem karşılığı olarak güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar risâlet görevimi bırakmıyacağım. Allah beni üste çıkarıncaya kadar davamdan vazgeçmiyeceğim.”

   Sonra kalktı ağlıyarak yürüdü. Amcası onun kırılmaz azmini ve sağlam yıkılmaz kararlılığını görünce.

   “Yeğenim, git ve istediğini söyle. Vallahi seni hiç bir şekilde onlara teslim etmem.” Diye haykırdı. Ve şu şiiri okudu:      

   “Vallahi hepsi toplansalar da sana dokunamazlar.”                 “Amcan toprağa başını koyuncaya kadar.”

   İnancı ve prensipleri yolunda hangi sebat bundan daha yücedir? Hangi imtihan imanı yolunda bundan daha büyüktür?

   Yine bilirsiniz ki Mekke müşrikleri, onu davetinden alıkoymak, risâlet vazifesini bıraktırmak için çeşit çeşit yollar, metodlar denediler. O bunların hiç birinden etkilenmedi, boyun eğmedi, teslim olmadı. Aldatmaya, yanıltmaya çalıştılar boyun eğmedi, gevşemedi. Baskı ve zor kullandılar yılmadı. Alay etme, yüz çevirme, küçük düşürme, iftira etme yollarını denediler aldırmadı. Kendisine ve kendisine yardım edenlere genel boykot uyguladılar, oralı olmadı. Son olarak aldatmaya çaliştilar, kanmadı.

   Medine’ye hicret ettikten sonra da onu davasından çekip almak, Ashabından koparmak için hücüm üstüne hücüm ettiler, yıpratıcı savaşlar yaptılar ama bütün bunlar onun, Allah’ın dinini yüceltme yolunda, İslâm risâletini dünya’ya tebliğ uğrunda daha da hırslanamsından başka bir netice vermedi.

   Rasûlüllah (s.a.v.) İslâm yolunda mücadeleye aralıksız devam etti. Bu din yolunda cihadı hiç bırakmadı. Bu uğurda akla gelebilecek her çeşit işkenceye ve sıkıntıya göğüs gerdi. Ama sonunda insanlar gurup gurup, kabile kabile, ülke ülke İslâm’a akın etti.

   Sonunda zaferi İslâm kazandı, İslâm’ın devleti, hâkimiyeti kuruldu. Bütün bunlar, bu davetin sahibinin cihadının faziletiyle, kararlılığıyla, yıkılmazlığıyla ve azmiyle kazanıldı.

   Rasûlüllah (s.a.v.) bu sebat ve kararlılık sıfatıyla nasıl gözler önünde parlamasın ki, Cenab-ı Hakk Kur’ân.ı Kerîm’de şöyle buyururken:

   “Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan (Allah’ın) elçiliği görevini tebliğ etmemiş, yerine getirmemiş olursun.” (El- Maide/ 67)

   “O halde Habibim, peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettikleri gibi sen de sabret.” (El- Ahkâf/35)

   “Ey mü’minler, yoksa siz, sizden önce geçenlerin hali başınıza gelmeden Cennet’e girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattı ve (çeşitli belâlarla) sarsıldılar ki, hattâ peygamberleri beraberindeki mü’minlerle birlikte: “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyordu. Gözünüzü açın: Allah’ın yardımı yakındır muhakkak.” (El-Bakara/214) 

   İşte size “Önderimiz Rasûlüllah (s.a.v.)’dir” parolasının anlamından biraz sunduk. Bu yazdıklarımız, Rasûlüllah (s.a.v.)’in büyüklüğü yanında denizden bir damla kabilindendir. Onun hayatının darbı mesel olan örneklerini, ahlâk denizinin genişliğini daha iyi kavramak isteyenler tarihçilerin yazdıklarına, muhaddislerin rivâyetlerine baş vursunlar. Orada derdlerine şifa olacak, susuzluklarını giderecek malümatı bulacakalardır.

   Gençler!

   İslâm ve kâinat peygamberinin şahsında canlı bir vücüt haline gelmiş insanî olgunluğu örnek edinmek istiyorsanız azminizi pekiştiriniz, gayretinizi artırınız. İşte bu sizin her konuda diğer insanlardan ayrı ve üstün olmanızı sağlar; ibadette, zûhd ve takvada, tevazuda, hikmette, sebatta, güzel ve yerli yerince konuşmada... bütün kemal sıfatlar ve güzel ahlâkta...

   Gençler!

   “Önderimiz Rasûlüllah (s.a.v.)’dir.” Parolasını gerçekleştirdiğiniz takdirde söz söyleyenler değil iş yapanlar, iddia edenler değil uygulayanlar olduğunuzu göstermiş, ispatlamış olacaksınız.

   İşte o zaman halk size güvenecek, davetinize uyacak, sözlerinizden etkilenecek, kanatlarınız altında toplanacak ve hedeflerinizi gerçekleştirmekte size yardımını esirgemeyecektir. Çok geçmeden İslâm nizamı, övünülecek yönüyle, güç ve şerfiyle diğer nizamlardan üstün olduğunu bütün dünya ya gösterecektir.

   İşte o zaman mü’minler, Allah’ın verdiği zafere sevinecektir. Allah zaferi dilediğine verir. O Azizdir, merhamet sahibi Rahimdir.    

              (Bu yazı Prof. Abdullah Ulvan’ın GENÇLERE isimli kitabından alınmıştır. Allah kendilerinden razı olsun)