Mukaddime

 

   İlâhî! Hamdini sözüme sertac ettim, zikrini kalbime mi'râc ettim, kitabını kendime minhac ettim. Ben yoktum var ettin, varlığından haberdar ettin, aşkınla gönlümü bî-karar ettin. İnayetine sığındım, kapına geldim. Hidayetine sığındım lütfuna geldim. Kulluk edemedim, affına geldim. Şaşırtma beni, doğruyu söylet, neş'eni duyur, hakikati öğret. Sen duyurmazsan ben duyamam, sen söyletmezsen ben söyleyemem, sen sevdirmezsen ben sevemem. Sevdir bize hep sevdiklerini. Yerdir bize hep yerdiklerini. Yar et bize erdirdiklerini. Sevdin habibini, kâinata sevdirdin. Sevdin de hıl'at-i risaleti giydirdin. Makam-ı İbrahim'den Makam-ı Mahmud'a erdirdin, server-i asfiya kıldın, Hâtem-i enbiya kıldın. Muhammed Mustafa kıldın. Salât ü selâm, tahiyyât ü ikram, her türlü ihtiram ona, onun âline, ahbabına, ailesine, ashabına ve etbaına Ya Rab!

 

   Bu duyguları yaşayan bu cigay(Cigay, "Divanü lügati't-Türk"te "zengin" demek olan "bay"ın karşıtı "fakir" demektir. "Kırk yıla dek hay-cigay düz olur" denirmiş. Müellif), eski müderrislerden Elmalılı hafız Muhammed Hamdi olup babasının adı Numan'dır. Onun babası Muhammed, onun babası Hacı Bekir, onun babası Hasan, onun da babası Bedreddin'dir.

 

غفر الله لهم وللمؤمنين وحشرهم مع النبيين والصديقين والشهداء والصالحين

 

   "Allah onları ve inananları mağfiret eylesin. Hepsini, Peygamberler, sıddıklar, şehidler ve iyilerle beraber haşretsin." (İbni Mâce,Cenâiz, 64)

  

   Gördüm ki; gecesi gündüzü ardarda birbiriyle döğüşüp değişip giden şu fani hayatta ebedî kalmak için bîçare insanlığın elinde hiçbir tutamak yok. Gördüm ki; onun yer ile gök arasında geçmişten geleceğe doğru kaynaşan, coşan, coşup coşup çarpışan dalgaları arasında her an kendine çağırıp duran ebedî hayatın davet çağrısının sesi çınlıyor. Her an Hak Teâlâ "bana gel" diye çağırıyor. İnsan bu çağrıya kulak tıkıyor, duymak istemiyor sanki kaçınmak için çırpınıyor. Fakat çırpına çırpına sonunda teslim olmaktan başka ne yapıyor? Halbuki sevmediğine teslim olmakla sevdiğine teslim olmak arasında ne büyük fark vardır? Demek ki insan için, hakkı sevmek, hakka hizmet etmek sonunda Hakk'ın güzelliğine (cemâline) ermekten daha büyük bir mutluluk ve zevk yoktur. Fakat hakkın zevkini duymayan onu hayal etmeye mahkümdür, gerçeği bilmeyen taklid etmeye mecburdur. Allah'ı bilmeyen dünyaya sarılır, dünyayı bilmeyen kuruntuya sarılır. Kuruntuya sarılan gerçeğe darılır. Yiğidi görmeyen ismine bayılır. Güzeli (Sevgiliyi) görmeyen resmine bayılır. Önünü görmeyen sonunda ayılır. Kanunu tanımayan kanun karşısında ayılır. Kitabı tanımayan hesapta uyanır. Kur'ân'ı anlamayan da tercemesine dolanır. Bundan dolayı memleketimizde Kur'ân-ı Kerim tercemesi ismi altında neşredilen şöyle böyle bazı yayınlar görüldü. Öyle ki, bu tercemeler arasında Kur'ân'dan değil de yabancı dillere yapılmış tercemelerden terceme edilenler de bulundu. Gerçi bunu yapanların maksatlarının ne olduğunu Allah bilir. Şu kadar varki dış görünüşe göre en büyük itici sebep, hissedilen bir ihtiyacı (Kur'ân'ı anlama ihtiyacı) bahane edinerek bazı kitapçıların ticaret sevdasına düşmüş olmaları görülüyor. Bu da bilerek veya bilmeyerek وليردوهم وليلبسوا عليهم دينهم "Hem kemlilerini helak etmek, hem de dinlerini karıştırıp içinden çıkılmaz bir hale sokmak için" (En'âm, 6/137) âyetinin ifade ettiği vadiye girmek oluyordu. Buna karşı Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından. Diyanet İşleri Başkanlığına bir vazife yüklenmişti. Bunun üzerine bir teveccüh eseri olarak benden bir tefsir ve terceme yazmam istendi. Ben, başlangıçta özür diledim. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in hiçbir dile gerçek anlamda terceme edilmesinin mümk'ün olmadığını bilmeyen kimselerden değildim. Fakat durumun gösterdiği lüzumdan dolayı mümkün olduğu kadar bir tefsir yazmaya çalışmam ve bunun bir özeti olarak bir meali arasına sıkıştırmam için ısrar edildi.

 

   Bunu reddetmek bana yaraşmazdı. Bilakis لتبيننه للناس "Onu insanlara açıklayacaksınız.'" (Âl-i İmrân, 3/187) âyetinin anlamı gereğince bu bir vazife idi. Kalemim kırılmış, mürekkebim tükenmiş iken Allah'ın yardımına sığınarak, rahmete ve günahlarımın affına vesile olmasını ümit ederek tefsire başladım. Sonra mefhum tarzında bir meal yazmaya başladım. Yüce Allah, kısa zamanda rızasına uygun olarak hayırlısı ile sona erdirmeyi ve katında beğenilmeyi nasib eylesin! Âmın. (Tefsirin Furkan sûresine kadar geldiği sırada idi ki mealin yazılmasını kabul etmiştim. Arzu ederdim ki bitmeden basılmasın. (Mücllif)

 

   Kur'ân-ı Kerim tercemesinin mümkün olup olmayacağı hakkında biraz sonra Fatiha Sûresi'nin âyetlerini sayarken, fasıla bahsinde bir ifade gelecek ve Bakara, Âl-i İmran ve Hûd Sûrelerinde özellikle İbrahim Sûresi'nde ve sırası geldikçe daha başka yerlerde açıklamalar yapılacak ise de; burada terceme, lefsir ve te'vil kelimeleri üzerinde tanıtım ve yorum tarzında bazı açıklamalarla Kur'ân'ın isimlerini ve bu isimlerin mânâlarını açıklamakla başlamak uygun olacaktır. Şöyle ki;

 

   Terceme: Bir sözün mânâsını diğer bir dilde, dengi bir ifade ile aynen olduğu gibi dile getirmektir. Tercemenin, aslının mânâsına tamamen uygun olması için açıklıkta, delalet ettiği mânâda, özetlemede, etraflıca açıklamada, umûmî mânâda, özel mânâda, kayıtsız ve şartsız olmada, kayıt ve şarta bağlamada, kuvvette, isabet etmede, güzel anlatmada, beyan üslubunda; kısacası ilimde, sanatta, asıldaki anlatım tarzına uygun olması gerekir. Yoksa tam bir terceme değil, eksik bir anlatım olmuş olur. Halbuki değişik diller arasında ortak noktalar ne kadar çok olursa olsun herbirini diğerinden ayıran birçok özellikler de vardır. Onun için dille ilgili bir özelliği olmayıp yalnız akıl ve mantığa hitap eden kuru ve teknik eserlerin, ilmî seviyeleri ilerlemiş olan dillere tam anlamıyla terceme edilmesi mümkün olduğu hususunda söylenecek bir söz yoksa da; hem akla, hem de kalbe yahut yalnız zevk ve hislere hitap eden ve dil açısından edebî değere ve sanat zevkine sahip bulunan canlı ve güzel eserlerin tercemelerinde başarı görüldüğü çok azdır. Bunların benzerini yazmak, onları terceme etmekten daha kolaydır. En basit bir misal olarak Türkçemizin şu beyitini ele alalım:

   Geh gözde, geh gönülde hadengin mekân tutar

   Her kande olsa kanlıyı elbette kan tutar.

   "Bazen gözde, bazen gönülde okun yer tutar.

   Her nerede olsa kanlıyı (katili) elbette kan tutar."

 

   Şüphesiz., bu mânâda buna benzer ve belki daha güzel nazireler söylenmiştir. Fakat bu beyit, aynı incelikle acaba bir dile terceme edilebilir mi? Hatta bugünkü lehçemizle "Her nerede olsa kanlıyı elbette kan tutar" denilse mısraın bir cinâsı ve telmihi acaba kaybolmaz mı? Böyle nerede olursa olsun kanlıyı iki kan arasında yakalayıp tutturmak hissini verecek eşsesli üç kelimeyi bir araya getirip bir mısraya sıkıştırmak kaç dilde mümkün olabilir?

Ünlü Türk şairi rahmetli Fuzûlî, güzel sözleri yanlış yazı ile bozan kimselere beddua ederek divânının önsözünde önce şu Arapça kıtayı söylemiştir:

 

تبت يدا كاتب لولاه ما خربت

معمورﺓ اسست بالعلم والادب

اردى من الخمر فى افساد نسخته

تستظهر العيب تغييرا من العنب

 

   Bunun nesir olarak meali şöyledir: "Elleri kurusun o kâtibin ki, eğer o olmasaydı ilim ve edebiyatla kurulan hiçbir mamur yer harab olmazdı. Yazdığını bozmakda şaraptan daha kötüdür: عنب (yaş üzüm) kelimesinde bir değiştirme yaparak . عيب (kusur) ortaya çıkarmak ister."

 

    Görülüyor ki bu anlam harfiyyen terceme gibi görüldüğü halde aslının dengi olamıyor. Nazım ahengi olmadığı için aslı gibi, yerine göre bir örnek halinde söylenebilmekten uzaktır. Onun için Fuzûlî bunu kendisi Türkçeye şu şekilde terceme etmiş ve güzel bir yadigâr bırakmıştır:

 

   Kalem olsun eli ol kâtib-i bedtahrîrin

   Ki fesâd-ı rakamı sûrumuzu sûr eyler

   Gah bir harf sükutiyle kılar (نادر)i (نار)

   Gah bir nokta kusûriyle (كوز)ü (كور) eyler.

 

   "Çirkin yazı yazan kâtibin eli kalem gibi kurusun.

   Ki yanlış yazması sûr (düğün)umuzu, şur (kavga) eyler.

   Bazen bir harf eksiğiyle nadiri nar (ateş) yapar.   

   Bazen bir nokta kusuru ile gözü, kör eyler. "

 

   İşte bu kıt'a, önceki kıt'anın bütünüyle aynı değil, fakat benzeri bir ifade ile söylenmesidir. Bundan dolayı edebî bir tercemedir. Asıl mânâ itibariyle edebî değerine göre onun yerine konabilir. İlk kıt'adaki noksan yönleri, diğer bir yönden tamamlamıştır. İneb (üzüm)'i ayb (kusur), sûr (düğün)'u şûr (kavga), nadir (az bulunan)'i nâr (ateş), gözü kör etmek; bunların hepsi mânâyı aynı şekilde bozma ve değiştirmenin misalleridir. Bununla beraber tam değil, benzer bir tercemesidir. Nazire şeklinde söylendiği için denk bir terceme olabilmiştir. Edebî eserlerin terceme edilmesi için de bundan başka bir yol yoktur. Fakat böyle edebî tarzda belîğ bir eser, şiirden ibaret olmayıp aynı zamanda ilmî, hukukî ve diğer bir şekilde hükmü de kapsıyorsa o vakit bu yolla yapılan bir terceme, terceme değil, bozma olur. Çünkü önceki kıt'ada asıl maksat, şarabın şer'î cezasını açıklamak veya üzümü bozup şarap yapmanın İslâm hukukundaki cezasını anlatmak olsaydı, gözü kör etmek cinayeti asla onun tercemesi olamazdı. Çünkü hüküm ifade eden belgelerdeki sözlerin, kanunların, sözleşmelerin, anlaşmaların, vazifeleri belirleyen emirlerin, yasakların çerçeveleri metinleridir. Onun için hukuka uygun bir sözleşme ve anlaşma hakkında verilen hükümde yalnız resmî ibaresi geçerli olur. Tercemesi, olsa olsa anlamak için bir vesile olabilir, hukukî değeri olan bir belge olamaz.

 

   Bir de hangi dilde olursa olsun, bir sözle meydana gelen en basit bir gerçek hakkında bilgi verilirken yerine göre değişik tarzlarda ifade edilebilir. Mesela Zeyd ayağa kalkmış, bu bir olay olmuştur. Bunu anlatmak için Arapçada birtakım özellikler vardır. İlk önce ayağa kalkmasına önem vererek anlatılacağı zaman, قام زيد   denilir. Zeyd'e önem vererek anlatılacağı zaman, زيد قام denilir. Bu konuda tereddüt eden bir kimseye, pekiştirerek anlatılacağı zaman   قام زيد  قد "muhakkak Zeyd ayağa kalktı" veya   ان زيدا قام denilir. Bu hususu inkar eden kimseye anlatılacağı zaman, inkar etmesinin derecesine göre; ان زيدا قد قام veyahut ان زيدا لقام yahut ان زيدا لقد قام  yahut  ان زيدا قام والله yahut لقام والله ان زيدا  yahut   والله ان زيدا لقد قام   vs. denilir.

 

   Açıklama ve yorum yapmadan bu farkları her dilde göstermek mümkün değildir. Asıl olay anlatılırsa da en azından sözün inceliği kaybolur ve bundan da ters (beklenmeyen) sonuçlar çıkabilir. Mesela tercemeyi okuyan kimse, hoşlanacağı bir yerde ürker, ürkeceği bir yerde hoşlanabilir. Barış içinde olacağı yerde savaş ilan edebilir. Savaşacağı yerde anlaşma yapmaya kalkışır. Ve o vakit, Fuzûlî'nin dediği gibi sûr (düğün), şûr (kavga); nâdir (az bulunan) nâr (ateş); göz, kör olur ve öyle mütercimlere "eli kurusun" denir. Halbuki Kur'ân'ın pek çok ilimler, bilgiler, hükümler ve hikmetlerle ilgili esas maksadından olan mânâlarından başka, bir de nazmının bedii önemi vardır.

 

   Hem Kur'ân'a isminin verilmesi, özellikle nazmından dolayıdır. Çünkü önce okunan bizzat mânâ değildir, mânâsını en güzel bir şekilde anlatan nazmıdır ve bundan dolayıdır ki Kur'ân Arapça'dır. انا انزلناه قرانا عربيا "Biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik." (Yusuf, 12/2) buyurulmuştur. Şu Arapça'dır, şu Türkçe'dir denildiği zaman lafızlar kasdedilir. Çünkü mânânın belli bir dile ait olması şartı yoktur. Mânâsı itibariyle Kur'an daha çok "furkan, hüdâ, nur, ruh" gibi diğer isimlerle anılmış ve bu isimler, Arapça olmakla nitelendirilmemiştir. "El-Kitab" ve "Kitab-ı mübîn" isimleri de hem nazım, hem mânâ açısından verilen isimlerdir. Çünkü bir âyette: كتاب فصلت اياته قرانا عربيا   "...âyetleri açıklanan, müjdeliyici ve uyarıcı olan Arapça bir Kıtr'ân'dır." (Fussilel, 41/3) buyurulmuştur. Bunda ek olarak bir de yazılması hususuna işaret vardır. Bu yönden Kur'ân'ın yazısının da bir özelliği gözetile gelmiştir. Sonra Kur'ân'ın bir ismi de "Hüküm”dür. Bu da hem nazım, hem mânâ açısındandır. Onun için "Ra'd" Sûresinde حكما عربيا "Arapça hükümler" (Ra'd, 13/37) buyurulmuştur. Çünkü Kur'ân'dan hükümler çıkarmada nazmının da mânâsı gibi özel bir önemi vardır. Bilhassa Kur'an, hüküm, kitap isimlerinde Arapça kelimesi ile açıkça nitelendirilmesi bu üç isimde nazmın önemini isbat eder. Kur'ân'ın Arapça olarak indirildiği açık nassla belirtildiği için "tenzil" (indirilmiş) isminin de hem mânâ, hem nazım açısından kasdedildiğinde şüphe kalmaz. الذكر "Zikir"de böyledir. Bütün bu isimlerin içinde ise en üstünü özel adı olan Kur'an ismidir ki, kıraet ve tilavet de bunun kendine mahsus kurallarıyla okunmasıdır. Kur'an, okunandır denilmesi de bunun içindir ve bu Arapça'dır.

 

   Şüphesiz Arapça olan da nazımdır. İşte bu Arapça nazmın başka bir dilde benzerini yapmak mümkün olsaydı Kur'an terceme edilebilmiş olurdu. Yalnız o terceme Arapça olmayacağı için Kur'an olmaz da Kur'ân'ın tercemesi olurdu.

 

   Fakat Kur'an nazmı nasıl bir nazımdır? Herkesin bildiği harflerin, seslerin en güzellerinden, yerine göre en güzel nağmelerinden, bütün Arapların bildiği ve dolayısıyla bütün insanların anlayabileceği kelimelerin en güzellerinden seçilerek, Allah'tan başka kimsenin yapamayacağı canlı bir dokuma ile dizilip dokunmuş, lâfız mânânın, mânâ lâfzın aynası halinde sonsuz beyan parıltılarıyla parlatılmış; "Haydi bunun Allah'dan indirildiğinde şüpheniz varsa Allah'dan başka bütün güvendiklerinizi çağırarak ve hatta insanlar ve cinler bir araya gelerek de bunun, hatta bir sûresinin benzerini yapınız. Fakat imkanı yok, yapamazsınız." (İsrâ, 17/88) diye bütün cihana meydan okuyan gayet basit bir teklif ve gaibden haber vermek suretiyle gözle görülen bu aleme gelmiş, her âyeti kolay ve sade görüldüğü halde, bulunup söylenmesi ve taklidi zor bir söz olan öyle "i'câz"lı bir nazımdır ki, hiç Arapça bilmeyen bir kimseye bile okunduğu zaman tatlı ve güzel bir söz olduğunu duyurur. Biraz Arapça bilen bir kimse bir âyeti işittiği zaman derhal bir mânâ anlar ve anladığını zanneder, ben de söyleyebilirim gibi hayal eder, bir de bakar ki anlamamıştır. Çünkü nazmının her noktasında birçok mânâlar fışkırmağa başlar. Onu taklid etmeye özendikçe yükselir, derinleşir, ölçüsü, ölçeği bulunamaz. Âyetten âyete birleştirmeye geçildikçe zevki kat kat artar. Hayal sırrı gibi sonsuza giden sırlarının kuşattığı mânâlar insan kuvvetinin üstünde kalır. Eğer öyle olmasaydı bu basit teklife karşı paralar harcayarak, silahlar çekerek, ordular toplayarak asırlardan beri Kur'ân'ı kaldırmak için savaşıp duran inkarcı insanlık bu zahmetleri çekecek yerde onun bir benzerini yapıvermez miydi? Fakat yapamamıştır ve yapamaz Kur'ân'ın verdiği haberleri kimse yalancı çıkaramaz.

 

   Ne kadar yüksek olursa olsun, edebî şahsiyet kazanmış herhangi bir şahsın ifade üslubu, yazıla yazıla az çok taklid edilebilir ve benzeri yazılabilir. Fakat Kur'ân'ın inmesi anından itibaren bütün Arap edebiyatçıları ve belagat ustaları Kur'an belagatını kendi dillerine örnek edinmiş, bu sayede Arap dili ve edebiyatı açısından yükselmiş oldukları halde Kur'an nazmını taklid etmeye ve benzerini yazmaya yanaşabilen kimse ortaya çıkmamıştır. O halde kendi dilinde bile taklidini yapmak ve benzerini yazmak mümkün olmamış olan Kur'ân'ın nazım ve üslubunu diğer bir dilde taklid etmek ve benzerini ortaya koymak elbette mümkün olamaz. Mümkün olamayınca da aynen terceme edilemeyeceği gibi benzetmek suretiyle hiç terceme edilemez. Çünkü benzetme yapılamadıktan başka ilmî değeri değiştirilmiş, bozulmuş ve Kur'ân'da olmayan şeyler Kıır'ân'a katılmış olur. Gerçi Kur'ân'da mânâsı bulunmayacak hiçbir kelime yoktur. Fakat mânâsı çok derin olan kelimeler bulunduğu gibi, bir kelime etrafında birçok mânâların toplandığı ve bazı ifadelerin -hepsi de doğru olmak üzere- birçok yönlerin, ihtimallerin yığıldığı (toplandığı) yerler de çoktur ki, bunlar yorum ve te'vile bağlıdır. Ve bazılarını doğrudan doğruya terceme etmek mümkün olsa bile hepsini bütün yönleriyle tercemeye sığdırmak mümkün olmaz. Bunları olduğu gibi almak veya edebî mânâsı feda edilerek te'vil ve tefsir tarzında ifade etmek lazım gelir. Ve bu açıdan Kur'ân'ı anlamak için yalnız dili bilmek yetmez. Olayların sahibinden rivayet etmeye veya olayların gelişmesine bağlıdır. Onun için bazen bir olay karşısında Kur'ân'ın âyetlerinden o vakte kadar hissetmediğiniz bir mânâ anlarsınız. Ve o anda o âyetin o olay için inmiş olduğunu sanırsınız ki bu da Kur'ân'ın hayret verici yönlerinden biridir. Tercemesi bunları tam olarak içine alamıyacağmdan o mânâ yitip gidecektir. Bu cümleden olmak üzere Âl-i İmrân Sûresi'nin baş tarafında geleceği şekilde âyetlerin bir kısmı "muhkem", bir kısmı da "müteşabih"dir. Bazen bir âyette hem muhkem, hem de müteşabih yönlerin bir arada olduğu da görülür. Müteşabih âyelleri ise وما يعلم تأويله الاالله "Allah'tan başka kimse onun te'vilini bilmez." (Âl-i İmran, 3/7) Bunlar, terceme edilemeyeceği gibi, tefsir ve te'vil de edilemezler. Bundan dolayı bunlar için bir meal de gösterilemez. Olsa olsa aynı lafızların olduğu gibi korunmasıyla duyulabildiği kadar kapalı bir anlama işaret olunabilir ki, bu nokta çok tehlikelidir. Onun için meal olarak ifade etmemiz bile sakıncasızdır denilemez.

 

   Şimdi insaf ile düşünelim. Bu şartlar altında Kur'ân'ı terceme ettim veya ederim diyenler yalan söylemiş olmaz da ne olur? Doğrusu Kur'ân'ı ciddi bir şekilde anlamak, incelemek isteyenlerin onu usulüne uygun olarak Arapça yoluyla ve rivayet tefsirlerinden anlamaya çalışmaları zaruridir. Kur'ân'ın falan tercemesinde şöyle denmiş diyerek ahkâm çıkarmamalı ve problem tartışmasına kalkışmamalıdır. Bunu, imanlı kimseler yapmaz, kendini bilen insaf sahibi de yapmaz. Kur'ân'dan bahsetmek isteyenler, onu hiç olmazsa harekesiz olarak yüzünden doğru olarak okuyabilmelidir. Bununla beraber öyle kimseler görüyoruz ki Kur'ân'ı harekesiz olarak şöyle dursun, harekesiyle bile doğru okuyamadığı halde, onun hükümlerinde ve mânâlarında ictihad etmeye kalkışıyor. Öylelerini görüyoruz ki Kur'ân'ı anlamıyor ve tefsirlere müfessirlerin yorumları karışmıştır diye onlara da önem vermek istemiyor, eline geçirdiği tercemeleri okumakla Kur'ân'ı incelemiş olacağını iddia ediyor. Düşünmüyor ki okuduğu tercemeye âlim müfessirlerin yorumu değilse; cahil mütercimin görüşü, yorumu, hatası ve noksanı karışmıştır. Bazılarını da duyuyoruz ki Kur'ân tercemesi demekle yetinmiyor ve "Türkçe Kur'ân" demeye kadar ileri gidiyor.

 

   Türkçe Kur'ân mı var be hey şaşkın?

 

   Kur'ân Arapça'dır. Çünkü انا انزلناه قرانا عربيا "Biz, muhakkak hu kitabı okuyup anlamanız için Arapça bir Kur'ân olarak indirdik." (Yusuf, 12/2) nassıyla açıkça belirtilmiştir. Düşünmeli ki Kur'ân'ı tefsir etmek üzere Peygamberin buyurduğu hadislere bile Kur'ân denemez, denirse küfr olur. Hülâsa terceme, Kur'ân'dan mütercimin anlayabildiği kadar bazı şeyleri anlatabilirse de gerçek anlamıyla anlatamaz. Anlattığı şeyler de Kur'ân hükmünde ve değerinde olamaz. Bununla beraber, şunu da unutmamak gerekir ki Kur'ân anlaşılmaz bir kitap değildir. Hatta; ولقد يسرناالقران للذكر فهل من مدكر "Muhakkak biz, bu Kur'ân'ı düşünülüp ibret alınsın diye kolaylaştırdık. Hiç düşünen var mı?" (Kamer, 54/17) buyurulduğu üzere mânâsını en kolay ve açık bir şekilde anlatan ve zorlamasız, yapmacıksız, su gibi akan, nur gibi parlayan apaçık bir kitaptır. O, kendisini bütün insanlığa duyurmak ve anlatmak için inmiş ve duyurmuştur. Ancak onun mânâları tam olarak anlaşılıp bitirilemez. Bir mânâsı meydana çıkınca arkasından bir mânâ daha, arkasından bir mânâ daha yüz gösterir. Nurunun açık parlaklığı içinde gizlilik ortaya çıkar. Mümine hitap ederken kâfire bir korkutma fırlatır, kâfiri korkuturken mümine bir müjde nüktesini uzatır. Halka hitap ederken ileri gelenleri düşündürür. Âlime söylerken cahile dinletir. Cahile söylerken âlime dokundurur. Geçmişten bahsederken geleceği gösterir. Bugünü tasvir ederken yarını anlatır. En basit gözlemlerden en yüksek gerçeklere götürür. Müminlere gaybı (geleceği) anlatırken, kâfirleri şimdiki zamandan usandırır. Ve bütün bunları duruma, makama, yere, zamana ve konuya göre en uygun, en güzel kelimelerle anlatır. Mesela taşın çatlayıp su çıkardığını anlatırken ينشق veyahut يتشقق demekle yetinmez ve لما يشقق "lemâ yeşşakkaku" diyerek çatlayışın, akışın bütün fışırtısını, şakırtısını, takırtısını duyurur. Böyle tabiî delaletlerle dağınık olan lafızları, hâssı, âmini, müştereki, hakikati, mecazı, sarihi, kinayesi, zahiri, nassı, müfesseri, muhkemi, hafisi, müşkili, mücmeli, müteşabihi, ibaresi, işareti, delaleti, iktizası, mutabakatı, tazammunu, iltizamı gibi birçok yönüyle ayrı ayrı mânâları bir yere toplayıp anlatıverir. Sonra bunları, değişik değerlendirmelerle açıklar. كتاب أحكمت اياته ثم فصلت "Bu Kıır'ân, âyetlerinin hükmü baki kılınmış ve sonra geniş olarak açıklanmış bir kitaptır." (Hûd, 11/1). Sonra bunları anlayanların anlamayanlara açıklamasını da vazife kılmıştır. Bu açıklama vazifesi, tebliğ ve tefsir vazifesini teşkil eder. Güzel Arapça bilenler de bu tefsir ihtiyacından kurtulmuş olamazlar. Tefsir ihtiyacından müstağni kalamadıklarından dolayıdır ki önce tefsir, Arapça bilenler için Arapça olarak yapılmıştır. Ve bu tebliğ ve tefsir vazifesini önce bütün usulü ile ihtiyaca göre Peygamber (s.a.v.) yapmış ve değişik dillere göre onu neşretmeyi ve herkesin istifadesine sunmayı ümmetine emretmiştir.

 

   İşte bu vazifenin yönlendirmesi dolayısıyla ben de dilimin dönebildiği kadar bir tefsir ve meal tarzında bu eseri yazmaya çalıştım. Mealin mümkün olduğu kadar sade ve kısa olmasına gayret ettim.

 

   Bununla beraber şimdiye kadar yerleşmiş olan, edebiyatımızda kullanıla kullanıla dilimizin öz malı olmuş kelimeleri, klişe haline gelmiş bazı terkibleri veya çoğulları gereğine göre kullanmakta taassuba sapmadım. Mesela "hamd"e "hamd", "rahmete "rahmet", "hidayet"e "hidayet" dedim. "Zulmet"e "karanlık" dedimse, "nur ve ziya" yerine "aydınlık ve ışık" demek için ısrar etmedim. "Gök" yerine "semâ"yı tercih ettiğim yerler oldu. Çoğunlukla "Gökler ve yer" dedimse, bazen de "Semâvât u Arz" demek daha hoşuma gitti. "Güneş ve Ay" dedim. Fakat "güneşi" ve "ayı "diyemediğimden dolayı "şemsi" ve "kameri" tercih ettim. Bütün halk "Rabbülâlemin"i tanırken "âlemlerin Rabbi" demekte faydadan ziyade zarar gördüm. "Sırat-ı müstakim" yerine müstakim sırat diyemedim. "Doğru yol" dediğim zaman da sırattaki ince mânâ ile istikametin zevkinden bir şey kaybolduğunu hissettim.

 

   Edebiyatımızın yüksek ve büyük miktardaki numunelerinden olan iktibas, darbı mesel, mülemma (bir kısmı Türkçe, bir kısmı Arapça veya Farsça söylenmiş olan manzume) gibi güzel sanatlarından pek az olmakla beraber yerine göre arasıra faydalandım.

 

   Özetle; nassın esas mânâsından mümkün mertebe uzaklaşmamak için aslında Arapça ve Farsçadan alınmış kelimeler kullandım. Fakat bunları Arab'ın ve Farslının kullanışına göre değil, Türkçemizin malı olarak ve bizim kullandığımız mânâ ve tarzda kullandım. Dilimizde karşılığını bulamadığım veya başka mânâsı olduğunu gördüğüm kelimeleri, tefsirine başvurmak suretiyle olduğu gibi aldım. Türkçe söylenen bir sözün, açıklamaya ve yoruma ihtiyacının olmaması lazım geleceği iddiasında bulunmadım. Gökte bir yıldızı göstermek için bütün içindekileri ortaya dökmek lazım geleceği görüşünde olmadım. Ben halis Anadolulu, öz Oğuz, Yazır Türk'üyüm. Onbeş yaşımda İstanbul'a geldim. Ne Arabistan'a gittim ne Türkistan'a. Ne İran'ı gördüm ne Avrupa'yı. Öğrendiğimi bu vatanda öğrendim. Yazır'ın Kayı, Kınık, Bayındır, Eymir, Avşar gibi büyük Oğuz kabilelerinden biri olduğunu da Arapça'dan; "Divanü Lügati't-Türk"ten öğrendim. İran'da çıkan yünden, Avrupa'da bükülen ipten, Türk tezgahında dokunan halıyı Türk malı tanıdım. Bir binanın mimarisinin Türk olması için bütün kerestesinin yerli olması lazım değildir diye işittim. Afrika madenlerinden çıkmış bir altının üzerinde bir Türk sikkesi gördüğüm zaman ona Afrika'nın değil, bizim altınımız dedim. Bağdatlı Ruhî'nin

 

   Sanma ey hâce ki senden zer ü sim isterler.

   "Yevme lâ-yenfeu" de "kalb-i selim" isterler.

   " Sanma ey hoca ki senden altın ve gümüş isterler

   Hiçbir şeyin fayda sağlamayacağı günde temiz gönül isterler."

 

sözünü duyduğum zaman bunu Türkçe'den başka bir dilin edebiyatına kaydedemediğim gibi, Türkçe'nin en güzel sözlerinden biri olarak tanımakta tereddüt etmedim. Yerine göre kurultay dedim. Bazen de yerine göre ültimatom demekten çekinmedim. Yazı dilimizde pek yaygın olmayan bir "öne alma" ve "sonraya bırakma" yaptımsa muhakkak konuşma dilinde bulunduğu için yapmışımdır. Eğer az kullanılan bir kelime kullandım ise öyle yerde az sayıda kelime bulunmasından dolayı kullanmışımdır. Bir zaman olur "Şu kuşa bak." deriz. Diğer bir zaman da olur, "Bak şu kuşa." deriz. Sırası gelir, "Bahar geldi." deriz, bir sırası da gelir "Geldi bahar." deriz. Fakat nesir (düz) yazılarımızda çoğunlukla ilk cümleleri yazarız diye gerektiğinde nazımda (şiirde) yaptığımız gibi ikinci şekli seçtiğimizden dolayı dilin şivesine aykırı zannedilmemelidir, nüktesi aranmalıdır. "Çamlıca'nın manzarasına bayıldım." demeyip de "Bayıldım manzarasına şu Çamlıca'nın." dediğimiz zaman hata etmiş değil, bir nükte kullanmış oluruz. Bu, bazı yerlerde belki iyi olmamıştır. Fakat âyetleri altüst ederek karıştırmadan her âyetin mealini kendi yerinde göstermek için birçok yerde gerekli olmuştur. Bazı meallerin manzum gibi rast geldiği yerler de vardır ki okunursa belki hoşa gider. Bütün bunlardan maksat, Kur'ân'ı biraz duyurmaya çalışmaktır. Bir iki âyetin mânâsına ait bir fikir edindikten sonra, Kur'ân'ı tekrar okuyan şuurlu bir kimsenin, Allah'ın kelâmı ile insan sözü arasındaki farkı anlamaması imkansızdır. Ümit ederim ki yanlış bir mânâ yazmamışımdır, fakat eksiklerim çoktur. Bir kelimede, bir veya iki mânâyı anlatabildimse, duyduğum veya duymadığını birtakım mânâlar da anlatılamamıştır. Bundan dolayı okuyanlardan tekrar tekrar rica ederim ki Kur'ân'ı, bu yazdıklarımla ölçmeğe kalkışmasınlar.

 

   Tefsire gelince: Bir kere her tefsirde esas gibi olan ve Arapça kuralları ilgilendiren kelimelerle ilgili tahliller çok eksik denecek kadar azdır. Kelimelerden çok mânânın açıklanmasına ve tefsirine çalışılmıştır. O da her âyette değil, bazı yerlerde böyle yapılmıştır. Dikkat edilirse âyetlerin, sûreler arasındaki ilişki ve bağlantıları anlatmak hususunda birçok yerlerde apaçık bir hizmeti vardır. Âyetlerin nüzul sebeplerine, nâsih ve mensuha, bazen öğüt ve ahlâka, iman ve amellere,.gerçeklere ve hükümlere ait açıklamalar bulunur. Zamanımızı ilgilendiren ilimler ve sanatlar, hikmet ve felsefe ile ilgili bilgiler ve birçok konular bulunur. Bilhassa bu yönlerden başka tefsirlerde bulunmayacak veya pek güç anlaşılabilecek şeylerin de bir özelliğinin olması gerekir. (Tefsir yazmam için düzenlenen) Anlaşma metninde verilen program şu idi:

 

   Yazılış şekli: Önce âyet-i kerimeler yazılarak altına meâl-i şerifi ve bundan sonra tefsir ve açıklama yazılacaktır. Tefsir ve açıklama kısmımla aşağıdaki hususlar gözönünde bulundurulacaktır:

 

   1-     Ayet-i kerîmeler arasındaki ilişkiler.

   2-     Ayetlerin iniş sebepleri.

   3-     Kırâet ki aşereyi (on kırâeti) geçmemesi gerekir.

   4-     Gereğine göre kelimeler ve terkiplerin dil açısından açıklamalarını yapmak.

   5-     İnanç açısından ehl-i sünnet mezhebine ve amel bakımından Hanefî mezhebine riâyet edilerek âyetlerin ihtiva ettiği dinî, şer'î, hukukî, sosyal ve ahlakî hükümleri; işaret ettiği veya ilgili bulunduğu hikmet ve ilme ait konuları açıklamak. Özellikle tevhid, ahireti hatırlatma ve öğütlerle ilgili âyetlerin mümkün olduğu kadar uzunca açıklanması, aralarında ilişki bulunan İslam tarihi olaylarına işaret edilmesi.

   6-     Avrupalı müelliflerce yanlış veya maksatlı olarak bozmaya yönelik bazı şeylerin araya sokuşturulduğu görülebilen yerlerde uyarıyı içeren not.

   7-     Baş tarafa önemli bir önsöz yazmak suretiyle Kur'ân gerçeklerinin ve Kur'ân'la ilgili önemli meselelerin açıklanması.

 

   İşte ben de bu esaslar üzerine yürümeğe çalıştım. Onun için bu tefsir, Arapça belirli bir tefsirin tercümesi değildir. İhtiyaca göre birçok tefsirlere müracaat olunmuştur. Ebussuûd, Kadı Beydâvi, Keşşaf, Fahri Râzî'nin büyük tefsiri, Cessâs Ebû Bekr-i Râzî'nin Ahkâmü'l-Kur'ân'ı, Ebû Hayyân'ın Bahr-ı Muhît ismindeki büyük tefsiriyle Nehr-i Mârid ismindeki özeti, İbnü Cerîr'in Tefsîr-i Kebîr'i, Nisâburî'nin tefsiri, Alûsî'nin büyük tefsiri; hadisten Kütüb-i Sitte ve İbnü'l-Esîr'in en-Nihâye'si daima yanımda bulunan kaynaklardandı. Bunlardan başka gerektiğinde İstanbul kütüphanelerinde bulunan birçok tefsire, ve diğer ilimler ve sanatlarla ilgili kitaplara da başvurulmuştur. İhtilaflı olduğunu naklettiğim yerleri, birleştirilmesi caiz olmayacak problemlerden ise okuyucuyu tereddüt içinde bırakmamak için umumiyetle bir çözüm ve tercih ile sonuçlandırmaya çalışmışımdır. Meşhura aykırı olan bir görüşü veya bir iddiayı ortaya koyduğum zaman nakil ve rivayete bağlı olan hususlarda kaynağımı göstermişimdir. Her zaman doğrusunu söylemeye özendim. Tefsirlerin çoğunda meşhur ve yaygın olan her mânâ ve konuda kaynağını zikretmeye gerek görmedim. Belki bazı yerlerde kendimi alamayarak sözü uzatmış isem; bu da ya konunun önemine veya faydası umumî olsun diye yalnız ilmî terimlerle yetinmeyip sözün nerelere kadar dayandığını anlatmak için bir örnek vermek gayesiyle veyahut ayıklama yapmak için zaman bulamamaktan ileri gelmiştir. Yoksa birçok yönler kısaltılmıştır. İnşaallah tamamlama müyesser olur da tekrar bir daha ele alınarak incelenirse belki biraz daha olgunlaşır, herhalde istenen Allah'ın rızasıdır. Burada Allah'ın kelâmı (sözü) ile vahy hakkında bir önsöz yazmak isterdim. Fakat Kur'ân'ın ve tefsirin içinde değişik yerlerde bunlar hakkında açıklama geleceği için onunla yetindim.

  

   Kur'ân: Yüce Allah tarafından, elçisi büyük Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) efendimiz hazretlerine Arapça olarak indirilip bize tevatür yoluyla naklolunan kitabın ismidir. Lügatta Kur'ân, gufran ölçüsünde okumak mânâsına gelen bir masdar idi. Bu indirilmiş kitabın hükümleri ve ayırıcı özelliklerinden birisi de وقرانا فرقناه لتقراه على الناس على مكث "İnsanlara sindire sin-dire okuyasın diye biz Kur'âıı'ı kısımlara ayırdık." (İsrâ, 17/106), لتتلو عليهم الذى اوحينا اليك "Sana valıyettiğimizi onlara okuyasın diye.." (Ra'd, 13/30), ورتل القران ترتيلا Şu "Kur'ân'ı ağır ağır, tane tane oku." (Müzzemmil, 73/4) âyetlerinden anlaşıldığı üzere ağır ağır, tertil ve tilâvet ile okumak olduğu için, buna Kur'ân ismi verilmiştir. Bakara Sûresinde: قل من كان عدوا لجبريل فانه نزله على قلبك باذن الله مصدقا لما بين يديه وهدا وبشرا للمؤمنين "De ki: Kim Cebrail'in düşmanı ise, bilsin ki, geçmiş kitapları tasdik eden, müminler için bir müjde ve hidayet olan Kıır'ân'ı Allah'ın izniyle senin kalbine o indirmiştir." (Bakara, 2/97), Nahl Sûresinde: قل نزله روح القدس من ربك بالحق "Ey Peygamber.' De ki: Kur'ân'ı Ruhu'l-Kudüs (Cebrail) Rabbinin katından hak olarak indirdi." (Nahl, 16/102), Şuarâ Sûresinde de: نزل به الروح الآمين على قلبك "Bu Kur'ân'ı (açık bir Arapça lisaniyle) senin kalbine Rûhu'1-emîn olan Cebrail indirmiştir. " (Şuarâ, 26/193) buyurulduğu üzere Kur'ân yüce Allah tarafından peygamberin kalbine, Rûhu'1-emîn ve Rûhu'l-kudüs denilen Cibril vasıtasıyla hak olarak indirildi. وبالحق انزلناه وبالحق نزل "Biz, Kur'ân'ı "Hak" olarak indirdik, bütün hakikatleri içinde toplayarak indi." (İsrâ, 17/105), قرانا عربيا غير ذي عوج "Hem hiç eğri tarafı ve eksiği bulunmayan Arapça bir Kur'ân indirdik." (Zümer, 39/28) Kur'ân olmak üzere inmeyene Kur'ân denilmedi; çünkü Kur'ân olmak üzere vahy olunmuş değildir. Fakat kâfirler Kur'ân'ın Allah tarafından indirildiğine inanmak istemediklerinden buna Muhammed (s.a.v.)'in kendi söylediği, kendinden uydurup Allah'a isnad ettiği bir kitap veya bir şiir veya bir kâhin sözü dediler, hala da öyle derler. Onun için Kur'ân'da bunları reddeden birçok âyet inmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: ومن اظلم ممن افترى على الله كذبا او قال اوحي الى ولم يوح اليه شئ  "Allah'a yalan uyduran veya kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı halde: 'Bana vahyolundu' diyenden daha zalim kim olabilir?" (En'âm, 6/93), يقولون افتراه قل ان افتريته فلا تملكون لى من الله شيأ أم "Yoksa; onu Muhammed kendi uydurdu mu diyorlar'? Ey Muhammed! Sen onlara şöyle de: Şayet onu ben uydurmuşsam, Allah'tan gelecek cezaya karşı beni savunamazsınız." (Ahkâf, 46/8), ولو تقول علينا بعض الاقاويل ﻷخذنا منه باليمين ثم لقطعنا منه الوتين فما منكم من احد عنه حاجزين "Eğer Muhammed kendinden bazı sözler uydurup da, bizim söylediğimizi iddia etseydi, elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da can damarını keserdik. Hiç biriniz de buna mani olamazdı." (Hakka, 69/44-47), وما علمناه الشعر وما ينبغى له "Biz Muhammed'e şiir öğretmedik. Bu, ona yakışmaz da." (Yasin, 36/69). Yine bundan dolayı Kur'ân'ın birismi de "Tenzil" (indirilmiş)dir. تنزيل من رب العالمين "O, alemlerin Rabbi olan Allah tarafından indirilmiştir." (Vakıa, 56/80).

 

   el-Kitab: Kur'ân'ın bir ismi الكتاب "el-Kitâb"dır. Kitabın tarifi için: الم ذلك الكتاب لا ريب فيه "Elif Lam Mîm. Bu kendisinde hiç şüphe olmayan (ve Allah'tan korkanlara doğru yolu gösteren) bir kitaptır. " (Bakara, 2/1-2).

 

   el-Furkan: Furkan da aslında ayırmak mânâsına gelen masdardır. Kur'ân'ın hak ile batılı, helal ile haramı ayırması itibariyle bir ismi de el-Furkan olmuştur. وانزل الفرقان "Hak ile batılı ayıran Kıır'ân'ı indirdi." (Al-i İmran , 3/4).

 

   el-Hüdâ: Aslında hidayet etmek (doğru yolu göstermek) mânâsına masdardır. Hidayet almak mânâsına da gelir, sonra hidayet eden rehbere ve hidayet olunan doğru yol mânâsına da denilir. Kur'ân'da هدى للمتقين "Allah'tan korkanlara doğru yolu gösteren bir kitaptır." (Bakara, 2/2), هدا للناس "insanlara doğru yolu gösteren" (Bakara, 2/185), هدا وبشرا للمؤمنين "Müminler için bir hidayet ve müjde kaynağıdır." (Bakara, 2/97) buyurulduğu için الهدى "el-Hüdâ" ismi verilir. Nasıl ki kalbleri, fikirleri aydınlatması itibariyle bir ismi de النور "Nûr"dur. واتبعواالنور الذى انزل معه "Ve kendisine indirilen nura tâbi olanlar, işte onlar, kurtuluşa erenlerdir." (A'râf, 7/157).

 

   ez-Zikr: Zikir kelimesi de aslında masdar olup anmak, anış ve anılan şey mânâlarına da gelir. Anmak da ya kalb veya dil ile olur. Râğıb el-Isfahânî'nin "Müfredât'ta ve Kamus sahibinin "Besâir"de açıkladıkları gibi ذكر "zikr" maddesiyle, bazen insanın kazandığı marifeti koruması kendisiyle mümkün olan bir durum kastedilir. Bu şekilde ezber ile aynı mânâya gelir. Fakat ezber, kalbde elde etmek, zikir ise hatırlamak itibariyledir. (Bundan dolayı hafıza kuvveti (hıfzetme) ile hatırlama  kuvvetini (kuvve-i zâkireyi) ayıranlar olmuştur.) Bazen de zikir bir şeyin kalbde veyahut sözün dilde hazır olmasına denilir. Bu şekilde denir ki zikir iki kısma ayrılır:

 

   Biri "kalb ile zikir" biri de "dil ile zikir"dir.( Bir de sırf kalb ile olan zikre mahsus olmak üzere "ذ" zâlin ötreli olmasıyla "zükür" denilir ki Fransızların hem pensee hem penser dedikleri zikirdir. Tezekkür bu mânâdadır.) Bunların her biri de iki kısma ayrılır: Unuttuktan sonra zikretmek, hiç unutmayıp daima zikretmek. Sonra zikir nam ve şöhret, methetmek, övmek, şeref ve şan mânâlarına gelir. Namaza ve duaya da zikir denilir. Bir de zikir, din ve şeriatı açıklayan ve milletle ilgili hükümleri koyan gökten inen kitaplara da denir. هذا ذكر من معى وذكر من قبلى "İşte benim ve ümmetimin zikri ve işte benden öncekilerin zikri." (Enbiyâ, 21/24),  ولقد كتبنا فى الزبور من بعد الذكر "Yemin olsun ki biz, Tevrat'tan sonra Zebur'da da (Yeryüzüne mutlaka salih kullarım varis olur) hükmünü koymuştuk." (Enbiyâ, 21/ 105), ءالقى الذكر عليه من بيننا "Vahiy, aramızda ona mı indirilmiş?" (Kamer, 54/25) gibi. Bunda öbür mânâların her birinden bir yön vardır. İşte bu mânâ ile Kur'ân'ın bir ismi de الذكر "Zikr"dir: انا نحن نزلنا الذكر وانا له لحافظون "Kur'ân'ı biz indirdik biz. Onun koruyucusu da şüphesiz ki yine biziz." (Hicr, 15/9), الذكر الحكيم "Hüküm ve hikmet dolu Kur'ân'dır." (Âl-i İmrân, 3/58) hüküm isminin mânâsı da geçmişti.

 

   Sûre: Kur'ân'ın en az üç âyeti ihtiva eden ve bir özel kitap gibi özel ismi bulunan belirli kısımlarının her birine sûre denilmiştir ki bunda başlıca iki benzetme yönü vardır. Çünkü sûre lugatta iki mânâya gelir: Birisi yüksek rütbe demektir. Birisi de büyük bir şehri kuşatan sur demektir. Birinci mânâya göre Kur'ân gök alemine ve her sûre göğün yüksek rütbede bulunan gezegen sistemlerine benzetilmiş olur ki bu anlamda dolayısıyla her âyet de bir yıldıza benzer. İkinci mânâya göre de Kur'ân'ın yeryüzünde yüksek bir medeniyet kurulacağına işaret eden her sûresi büyük bir suru bulunan sağlamlaştırılmış bir şehre ve bunun içinde her âyet de bir konağa benzetilmiş olur. Uzun sûrelerde "aşr" veya "rükû" denilen paragraflar da vardır ki bunlar secavend işaretlerinde ع harfiyle gösterilir.

 

   Ayet: Lugatta, açık alâmet demektir. Gözle görülen şeylerde de akıl ile bilinen şeylerde de kullanılır. Türkçe "bellik", Farsça'da "nişane" denilen alâmet ve alem zaten o açıkça görünen şeye denilir ki onun gibi açık olmayan diğer bir şeyden kendiliğinden ayırd edilemiyen o nesneyi, anlayışlı bir kimse o sayede ayırd eder. Görünen alâmeti anlayınca daha önce anlamadığı şeyi onunla anlar. Çünkü, hükümde eşittirler. Bir yol arayan kimse eğer o yolun işaretlerini bilirse onları gördüğü vakit yolu bulduğunu anlar. Şu halde alâmet zaten zahir ve açık olunca, âyet onun daha da açığı demek olur. Mesela bir dağ alâmet ise, zirvesi bir âyet olur. Güneş bir gündüz âyeti, ay bir gece âyetidir. Cami bir alâmet ise, minare onun bir âyeti (açık alâmeti)dir.

 

   Görünmesinden dolayı yüksek bir binaya da âyet denilir. Çünkü 3u'I بكل ريع ﺁية تعبثون  "Siz her tepeye bir bina kurup onunla eğlenir misiniz?" (Şuarâ, 26/128) buyurulmuştur. Dilimizde de "Kocaman bir alâmet yapmış." deyimi bunu andırır. Herşey alâmetiyle tanınır, her gerçek âyetiyle bilinir; onun için insanların ilimdeki kabiliyet ve mertebelerine göre kendisinde yapılacak düşünce ve inceleme nisbetinde birbirinden farklı bilgilere sebep olan işaretler ve delillerin hepsine de âyet denilir. Mesela  ففى كل شئ له ﺁية تدل على انه واحد "Her şeyde onun bir (Allah) olduğuna delalet eden bir alâmet vardır." beytindeki âyet, bu mânâya olduğu gibi ان فى ذلك ﻵيات لقوم يعقلون   "Şüphesiz ki bunda, aklını kullanan bir millet için nice âyetler vardır." (Nahl, 16/12) gibi Kur'ân-ı Kerim'de birçok yerde hep bu mânâyadır. Demek ki âyet, aslında zahir (açık) bir alâmet ise de onun bir âyet ve işaret olması, kabiliyet veya düşünce ve incelemesi eksik olan kimselere gizli kalabilir. Mesela bir devletin bayrağı onun bir alâmetidir. Fakat bir kimse o bayrağın hangi devlete ait olduğunu bilmezse veyahut dikkat etmemişse onun (bayrağın) bir alâmet olmasına bir eksiklik gelmez. Ayetin mânâsında açık olmak anlamı bulunduğu halde bu açıklığın derecelerine göre âyet, bazen "beyyine= apaçık" olmakla nitelendirilerek ﺁيات بينات  "Apaçık âyetler" (Nur, 24/1), وبين   "beyyin" ışık gibi kendisi açık, diğerini de açıklayan mânâları ifade ettiğine göre bunun iki yönü vardır: Birisi kendisi ve delalet ettiği mânânın güneş gibi görünüşten kaçmayacak kadar apaçık ve parlak bir delil olmasıdır. Mucizelere âyet veya beyyine (apaçık delil) denilmesi bu mânâdan dolayıdır. ولقد ﺁتينا موسى تسع ﺁيات بينات "Şüphesiz ki biz, Musa'ya apaçık dokuz mucize vermiştik..." (İsrâ , 17/101), İkincisi kendisi apaçık olmakla beraber delaletini yalnız akıl ile değil, dil ile de ifade etmesi bakımındandır ki bu her mucizede olmaz. İşte Peygamberlerin kendileri böyle apaçık birer âyet (alâmet) oldukları gibi Kur'ân mucizesi de böyle apaçık âyetlerden (alâmetlerden) biridir. Kur'ân'da âyet kelimesi, yerine göre bu mânâlardan her birinde kullanılmıştır. Ve bunların hepsi lügatte apaçık alâmet mânâsının mertebeleridir. Bununla beraber Kur'ân'ın harflerinden bir fasıla (aralık) ile ayrılmış olan bölümlerinden her birine bir âyet denilir ki bunlar, Kur'ân'ın nazmında birer bütün teşkil ederler. Yani (âyetlerin) her biri birer Kur'ân olan âyetlerdir. Kur'ân'ın âyetleridir. Ve işte âyet kelimesinin İslâm küllüründe en özel mânâsı budur. Dilimizde de en fazla bilinen mânâ budur. Ayetlerin çoğu bir veya birkaç cümleden oluşan başlıbaşına birer sözdürler. Bununla beraber içlerinde bir cümle meydana getirmeyen tek veya birleşik seçkin birer sıfat gibi (başka bir cümleye) bağlı bulunanlar da vardır. Mesela Fâtiha'da الرحمن الرحيم (Fatiha, 1/3) bir âyettir; fakat bir cümle değil, iki yüce sıfattır. الرحمن sûresinde مدهامتان "Onlar koyu yeşil cennetlerdir." (Rahman, 55/64) bir kelimedir. Böyle iken bunlar bir söz neşesiyle yalnız başına okunabilirler, üzerlerinde durulabilir. Müddessir Sûresinde ثم نظر "Sonra baktı." (Müddessir, 74/ 21) iki kelime bir cümledir. ثم عبس وبسر "Sonra yüzünü ekşitip kaşlarını çattı." (Müddessir, 74/22) dört kelime iki cümledir. Bu şekilde âyetlerin, kısası, ortası, uzunu ve her birinin çeşitli dereceleri vardır. Âyete'l-Kürsî ve abdest âyeti gibi yarım sayfa kadar ve daha kısa ve daha uzun olanları bulunur. Hatta borç alıp verme âyeti, tam bir sayfadır. Fasıla (âyet sonu) harfleri de daima düzenli değil, bazen de hissedilemeyen farklarla bir çeşitlilik arzederler. Bu gibi sebeplerden dolayı âyetlerin ayrılması ve düzeni (Hz. Peygamberin uygulamasına) bağlıdır. Yani şiirdeki mısra ve nesirdeki kafiye unsuru gibi yalnız bilgi ve kavrayışla belirlenemez, rivayete bağlıdır. Mesela حم عسق " Ha Mîm Ayn Sîn Kâfin (Şûra, 42/ 1-2) iki âyet olduğu yalnız bilgi ile bilinemez. Daha sonra Kur'ân'ın ilâhî hükümlerden bir hüküm ifade eden her kısmına da bir âyet denildiği olmamıştır. Mesela kadınların örtünmeleri hakkında âyet vardır denilir. Bu mânâya göre âyet; bazen bir âyet, bir âyette bir cümle, bir cümlede bir kayıt olabileceği gibi bazen de bir âyet; bir kıssa (hikaye), bir sûre bile olabilir. Bu âyet şu sebeple indi, denildiği zaman âyet bu gibi kullanışlarda çoğunlukla birkaç âyeti içine alır.

 

   Mushaf: Bilindiği gibi Kur'ân'ın sayfalarını içine alan şirazeli cildin ismidir ki, iki yanındaki kablarına دفتين "deffeteyn" denilir. Geçmiş (peygamberlere ait) kitaplara sayfanın çoğulu olarak صحف "sayfalar" denilir ise de Mushaf ismi Kur'ân'a aittir. Mushaf kelimesinin mim'i ötre, üstün ve esre ile üç şekilde okunması caizdir.

 

   Ötre ile "Mushaf" biraraya toplanıp bağlanmış sayfalar, üstün ile "Meshaf" sayfaların toplandığı yer, esre ile "Mishaf" sayfaları biraraya toplayan alet mânâsına gelir.

 

   Kur'ân indiği zaman indiği şekliyle ve ayrı ayrı tertemiz sayfalara yazılıyordu ve bunların hangi sûreye ve sûrenin neresine ait olduğuna işaret ediliyordu. Bu sayfaların hepsi bir arada ciltlenmiyor, (âyetlerin) nesh edilmesi düşünülebiliyordu. Yalnız صحفا مطهرة "Tertemiz sahifeleri (okuyan)" (Beyyine, 98/2) صحف مكرمة "Tertemiz sahifelerdedir" (Abese, 80/13) olarak tam bir saygı ile korunuyordu. İstinsah edenler (yazanlar) de o şekilde yazıp ezberliyorlardı. Önce Ebu Bekir Sıddık (r.a.) hazretlerinin halifeliği döneminde bütün bu sayfaların hepsi birlikte yazılıp toplu olarak şirâzelendi ve ona "Mushaf" ismi verildi ki, buna Kur'ân'ı toplama meselesi denilir. (Tevbe Sûresinin sonundaki لقد جاءكم رسول "Ey insanlar! Şüphesiz ki size, kendinizden bir peygamber gelmiştir." (Tevbe, 9/128) âyetine bakınız). Ondan sonra ashab-ı kiram, sayfalarını mushaf haline koydular. Hz. Osman'ın halifeliği döneminde çevre eyaletlerde bazı anlaşmazlıklar yüz gösterdiğinden dolayı Hz. Osman, Hz. Ebu Bekir zamanında ilk toplanan mushafı kıraat imamları olan ashab-ı kiramın hazır bulunması ile bir daha tatbik ederek ve inceleme yaparak sekiz nüsha daha yazdırıp yedi nüshayı esas olmak üzere Medine, Mekke, Yemen, Bahreyn, Şam (Suriye), Küfe ve Basra gibi merkez olan eyaletlere gönderdi, birini de kendi yanında alıkoydu ve ondan sonra bütün mushaflar bunlara uygun olarak yazıldı. Bunun için Hz. Osman'ın yanında alıkoyduğu mushafına "İmam" ismi verilmiştir.

 

   Tefsir ve Te'vîl: Tefsir lügatta فسر "fesr" maddesinden tefîl ölçüsündedir. Kamus'da الفسر الابانة وكشف المغطى yani "fesr" bir şeyi açıklamak ve örtülüyü açmaktır, deniliyor. Bunun görünürdeki mânâsı, akıl ile bilinen şeylerden çok hissedilen (maddi) şeylere, mânâlardan ziyade cisimlere ait görünüyor. Fakat Rağıb el-İsfehânî'nin "Müfredât"ında "fesr" اظهار معنى معقول "aklın kabul edebileceği bir mânâyı ortaya çıkarmak'' )Ragıb el-İsfahânî, el-Müfredât 380.) diye ifade edilmiştir. Bu tarif; ma'kul (akıl ile bilinen), hissedilen şeyin karşıtı; mânâ, cevherin karşıtı olması itibariyle söz ve işi kapsıyorsa da ortaya konan şeyin mânâ olması şarttır. O halde bir sözün veya bir işin altındaki mânâyı anlamak veya anlatmak fesr olacağı gibi bir cisimden mânâ çıkarmak bir fesr olabilirse de bir cismin örtüsünü açmağa veya otopsi ve tahlilini yaparak diğer bir cisim meydana koymaya fesr denemeyecektir. Ve hatta fesr hiss için ortaya koymaktan ziyade akıl için ortaya koymak olacaktır. Gerçekten سفر كشف ظا هر فسر كشف باطن  ("Sefr", dışı keşfetmektir, "fesr" mânâyı ortaya koymaktır) denildiği Ebu'l-Bekâ'nın "Külliyât" ismindeki eserinde yazılıdır. Özetle; fesr, bir şeyi keşfetmek ve ortaya koymaktır. Ve "tefsir" bu kökten alınmıştır. Fazla harf, fazla mânâya ve tefîl çokluğa delalet ettiği için Râğıb'ın dediği gibi, "tefsir" fesrin mübalağası, yani kuvvetlisidir ki, iyice keşfetmek, ortaya koymak ve izah etmek demek olur. Ebu'1-Bekâ, Külliyât'ında tefsiri açıklarken bu kuvveti şöyle ifade etmiştir: "Ortaya koyma ve keşfetme ve bir şeyi aslının lafzından daha kolay anlaşılır bir söz ile ifade etmektir".

 

   Fıkıh usulü ilminde de tefsir, kapalı bir yönü bulunan sözleri açıklamak diye tarif olunur ve beyan ilminin bir kısmı sayılır. Şöyle ki maksadı açıklamak diye tarif edilen "beyan" herşeyden önce iki kısma ayrılır: Birisi, ilk söyleyişte doğrudan doğruya açıklamak, diğeri de dolaylı yoldan açıklamaktır. Bir mânâ ilk söylendiği zaman açık olursa ona "ibtidâen beyan" denilir. Sözler söylendikten sonra yapılan açıklamaya da "binâen beyan" denilir. Bu da; takrir beyanı, tefsir beyanı, tağyir beyanı, tebdil beyanı ve zaruret beyanı ismi ile beş kısma ayrılır. Ve işte tefsir bu beş kısımdan ikincisidir ki; ايضاح ما فيه خفاء "içinde kapalılık bulunan sözü açıklamaktır" diye tarif olunur. Kur'ân lafızlarındaki gizlilik de dört kısma ayrılır. Hafî, müşkil, mücmel ve müteşabih. Tefsirde bu dört kısımdan hafî (mânâsı kapalı olan), müşkil ve mücmel kısımlarından sayılır. Kendisinden kasdedilen mânâ tefsir edilmemiş olan mücmel, müteşabih kalır. Hafî ve müşkil olanlar araştırma, inceleme ve kaidelere başvurmakla tefsir olunabilirse de mücmelin tefsiri ancak Allah ve peygamberi tarafından açıklanmakla anlaşılır. Bunun içindir ki, Kur'ân'da bulunan hafî ve müşkil âyetleri bilgi sahibi ve ictihad derecesindeki alimler araştırma,' inceleme ve kaidelere başvurmak suretiyle açıklayıp, izah edebilirler ve buna da tefsir denilirse de mücmelin tefsiri, söyleyenin açıklama yapmasına bağlı olduğundan ancak Allah ve Peygamberinin açıklamasıyla olabilir. Asıl tefsir de işte budur. Yani tefsir şari'in açıklamasına ve bu konudaki rivayete bağlıdır. Fıkıh ve hukuk açısından tefsirin seçkin mânâsı budur. Bundan dolayı diğerlerine tefsirden daha çok te'vil denilir.

 

   Te'vîl ise « اول » "evl" maddesinden yapılmış tef’îl ölçüsünde bir masdardır. Râğıb el-Isfehânî Müfredât'ında bunu şöyle açıklar: « اول » aslına dönmek mânâsına gelir. Te'vîl de bir şeyi ilmî açıdan veya fiili açıdan (gerçekten) kendisinden kasdolunan maksada (mânâya) geri götürmektir. İlmî açıdan وما يعلم تأويله الاالله  "Oysa bunların açıklamasını sadece Allah bilir." (Âl-i İmrân, 3/7) âyetinde olduğu gibi. Fiili açıdan da هل ينظرون الا تأويله "Onlar, kitabın vaad ettiği akıbetten başka bir şey mi beklerler?" (A'râf, 7/53) âyetindeki gibidir.

 

   Mesela sudan kasdolunan gaye yaşamak olduğuna göre suyu yaşatmaya (dirilişe) geri götürmek bir te'vîl, hayat ise suyun bir meali olur. Su kelimesinden mecaz yoluyla yaşamayı kasdetmek lafzî bir yorum ve su denilen cismin nasıl bir hayat (dirilik) yapacağını bilmek, mânâ açısından bir yorumdur ki, her ikisi de ilmî yorumdur. Suyu gerçekten hayata çevirmek ise gerçek bir yorumdur. Te'vil ilmî ve fiili (gerçek) olduğu gibi tefsir de öyledir. Çoğunlukla tefsir ile te'vîl eşanlamlı olarak kullanılır, bununla beraber farklı olarak kullanıldıkları yönler de çoktur. Mesela yukarıda işaret ettiğimiz üzere dirayetle ilgili olan yoruma te'vil, rivayetle ilgili olana tefsir denilir. Bunu İmam Mâturîdî hazretleri birbirinden şöyle ayırmıştır: Tefsirde şu sözden maksat şudur diye kestirmek ve Allah bu sözden bunu kasdetti diye Allah'a karşı bir şahitlik vardır. Onun için kesin bir delil olursa sahihtir. Yoksa keyfi görüş ile yapılan bir tefsir olur ki bu yasaktır. Te'vil ise kesinlik ve Allah'a karşı şahitlik olmaksızın sözün mümkün olan mânâlarından birini tercih etmektir.

 

   Bazen tefsir daha fazla kelimelerin açıklaması için, te'vil de cümlelerin açıklamasında kullanılır. Şu kelimenin tefsiri şudur, şu mânânın te'vili şudur denilir. Tefsir gibi te'vil de bazen kelimenin dış görünüşünden anlaşılan mânâdan tamamen ayrı bir mânâ ile olur. Bunun başlıca iki şartı vardır: Birisi bu mânânın, herşeyden önce kelimeden anlaşılabilir olmasıdır. Bundan dolayı kelimeden hiç anlaşılmayan bir mânâ ile onu te'vil etmek hükümsüz ve geçersizdir. İkincisi, kelimeden ilk anda anlaşılan mânânın kastedilmediğine dair bir ipucu bulunmalıdır. Üçüncü bir şart da te'vil olunan mânânın seçimi için aklî veya naklî bir ipucu bulunmalıdır. Konuşan kimse maksadını kendisi tefsir ettiği zaman bu tefsir bizzat ipucu olabilirse de te'vilin kendisi ipucu olamaz ve te'vilin kuvveti bu ipucunun kuvvetine göre geçerli olur. Bir kelimenin gerçek anlamını bırakıp mecaz veya kinaye ile tefsir etmek veya te'vîl etmek kelimeden anlaşılan mânâya aykırı yorumlamak demektir. Eğer, esas mânâyı kasdetmeye engel olan apaçık kuvvetli bir ipucu varsa ve bu ipucu açıkça anlaşılıyorsa kelimeden ilk anda anlaşılan mânâya aykırı olan bu yorum esas mânâdan daha açık olur, yoksa nasslar, zahir mânâlarından başka bir mânâ ile yorumlanmamalıdır.

 

   İpuçları gizli veya zayıf ise yapılan te'vil de o oranda gizli ve zayıf olur. Dilimizde te'vil kelimesi çoğunlukla kelimeden ilk anda anlaşılan mânâdan başka bir mânâ ile yorumlanmıştır. Onun için bu farkları bilmeyenlerin birçokları te'vil denildiği zaman, doğru ve yanlış te'vili birbirinden ayıramaz. Böylece bütün te'villeri çürük ve şahsi görüşlere dayanan bir te'vil zanneder. Halbuki tefsir ve te'vil bir ilimdir ve bu ilimden maksat da te'vilin doğrusu ile yanlışını, kuvvetlisi ile zayıfını ayırmaktır.

 

   Istılahta ise tefsir; bu ilmin ismi olması itibariyledir ki, çoğunlukla tefsir ile te'vil eşanlamlı kullanılır.

 

   Tefsir ilmi şöyle tarif edilmiştir: Tefsir öyle bir ilimdir ki, onda Kur'ân lafızlarının telaffuz şeklinden, delalet ettikleri mânâlardan, yanlız başına ve cümle içinde kullanıldıklarında kelimelerden çıkan hükümlerden ve cümle içinde kullanıldıklarında delalet ettikleri mânâlar ile bunları tamamlayan diğer hususlardan bahsedilir.

 

   Kur'ân lafızlarının telaffuz keyfiyeti, kırâet ilmidir ki bu ilim tecvidi de içine alır.

 

   Kırâet ya kelimenin harflerinin özellikleriyle ilgilidir. . ملك، مالك، فازلهما، فازالهما. هو، وهو. تحتها، من تحتها    gibi. Bu ilimde tevatür (alimlerin oy birliği) şarttır. Veya harflerin şekilleriyle yani harekeli ve sakin olmalarıyla ilgilidir. Etken, edilgen kipleri ile تعرِف، تٌعرف üstün veya esre ile ارجلكم، ارجلكم gibi. Bunlar, sarf ve nahv kaideleri ile bilinebilirse de mânâ değişebileceğinden dolayı bunda da tevatür derecesinde bir cemaat tarafından rivayet edilmiş olması şartı vardır. Yahut yalnız med (uzatma), sıla, imâle, işmâm, teshil, ihfâ, izhar, iklâb, sekt, nakl gibi yalnız okuma ve tecvidle ilgilidir. Bunda tevatür gerekli değildir diyenler olmuşsa da alimler bunların da mütevatirini, meşhurunu ve şazzını göstermişlerdir.

 

   Kur'ân'ın yazısı, harekeleri gözönünde bulundurmadan, aslında mütevatir olan kırâetlerin hepsine mümkün olduğu kadar uygun olacak şekilde yazılmıştır. Mesela hattı Osmânîde مَلِكِ يوم الدين okunabilecek şekilde yazılır.تحَتها  ileهو، من تحِتها  ileوهو   gibi harflerin özündeki fark bir iki yerden ibarettir. Biz bu tefsirde harflerin özüyle ilgili farkları gösterdik. Harflerin hareke ve sükunla ilgili farkları baştan birkaç sûrede "kırâet-i aşere = on kırâet"e örnek olmak üzere gösterdik ise de daha sonraki sûrelerde yalnız önemli mânâ farkı olanları göstermekle yetinmişdik. Okuma farklarıyla ilgili olanlara da belki bir iki yerde işaret ettiğimiz olmuştur. Mushaflarımız mütevatir yedi kırâetten Küfe Asım kırâeti ve Hafs rivayeti üzere harekelenmiştir. Tefsir ilminin tarifindeki diğer kayıtlarda sarf, nahiv, maanî, beyan, bedi' gibi edebiyatla ilgili ilimlerden başlayarak birçok ilimle ilgili yönler mevcuttur.

 

   Şunu da hatırlatalım ki, Kur'ân'ın tefsirinde birinci esas yine kendisidir. Çünkü fatiha bir الحمد "hamd"in tefsiri ve bütün Kur'ân Fatiha'nın tefsiri olduğu gibi birçok âyetler birbirinin müşkilât (mânâları zor anlaşılan) ve mücmelatını (kapalı yerlerini) tefsir eder ve açıklarlar.

 

   İkinci esas, Resulullah (s.a.v.) efendimizin hadislerinde bulunan tefsirlerdir. Üçüncü esas da sahabe ve tabiînden tefsir olarak naklonunan açıklamalardır ki, bunlarda bir taraftan hadis olma şüphesi, bir taraftan da te'vil şüphesi vardır. Dördüncüsü de bu üç esas araştırıldıktan sonra Arapça ve şer'î ilimler ile aklın uygun bulduğu ilmî görüşler içinden mânâ çıkarmak suretiyle yapılan te'vil kısmıdır. İyi Arapça bilenler için Kur'ân'ın muhkematı (mânâsı açıkça anlaşılan âyetleri) hiçbir tefsire ihtiyaç duyulmayacak kadar açıktır, ancak mânâları açıkça anlaşılan bu âyetlerin de birbirlerine göre takrir (anlatma), tahsis (bir şeyi birine veya bir yere mahsus kılma), istisna (ayırma), neshetme (hükmü kaldırma) gibi ilişkilerini gözetmek lazım gelir ki, bu da tefsir ilmi ile usulu'l-fıkıh (İslam hukuk metodolojisi) ilminin işidir. Arapça bilmeyenler için ise Kur'ân'ın her kelimesini açıklamak gerektiği için Türkçe bir tefsirde bütün bunları yerine getirmeyi üzerine almak mümkün olmadığından yalnız bazı örneklerini gösterebilmekten ileri gidemiyeceğimizi itiraf etmek de gerçeği dile getirmektir. Kaldı ki, Arapça bir tefsirin Mesela خبر او صفة (haber veya sıfat) demekle ifade ettiği iki mânâyı anlatmak için ben satırlarla yazı yazmak mecburiyetinde kaldım.

 

   Meal: Meal kelimesi de aslında te'vilin aslı olan "evi" mânâsına mimli masdardır. Bir şeyin varacağı gaye mânâsına yer ismi de olabilir ki, te'vilden meydana gelen (elde edilen) ürün demektir. Bundan başka meal bir şeyi eksiltmek mânâsına da gelir, onun için örfe göre bir sözün mânâsını her tarzda aynı şekilde değil de biraz noksanıyla kendisinden elde edilen mânâya göre söylemeye de meal denilmiştir. Bizim meal ıstılahını seçmemiz de bu eksiklikten dolayıdır.

 

   Kur'ân'ın faziletleri: Tefsir bilgini Endülüslü Ebu Hayyan "Bahrü'1-Muhît" ismindeki tefsirinde der ki: Kur'ân'ın faziletleri hakkında Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm ve daha diğer birçok zatlar, müstakil tefsirler yazmışlardır. Bu konuda şunlar başlıca rivayet edilen hadislerdendir. Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki:

 

انه ستكون فتن كقطع الليل المظلم قيل: فما النجاة منها يا رسول الله؟ قال: كتاب الله تعالى فيه نبأ من قبلكم وخبر من بعدكم وحكم ما بينكم وهو فصل ليس بالهذل من تركه تجبرا قصمه الله تعالى ومن ابتغى الهدى فى غيره اضله الله تعالى وهو حبل الله المتين ونوره المبين والذكر الحكيم والصراط المستقيم وهو الذى لا تزيغ به الأهواء ولا تتشعب معه الآراء ولا يشبع منه العلماء ولا يمله الاتقياء من علم علمه سبق ومن عمل به اجر ومن حكم به عدل ومن عصم به فقد هدى الى صراط مستقيم

 

   "Muhakkak ki ileride karanlık gece parçaları gibi fitneler olacak. Ey Allah'ın Resulü ondan kurtuluş nasıl olur? denildi. O buyurdu ki: Yüce Allah'ın kitabı. Onda sizden öncekilerin haberleri, sizden sonrakilerin haberleri ve sizinle ilgili hükümler vardır. O bir eğlence vasıtası değildir. Hak ile batılı ayıran ilâhî bir kelamdır. Onu kibirlenerek terk edenin Allah belini kırar. Kim doğru yolu ondan başkasında ararsa Allah onu sapıklığa düşürür. O Allah'ın sağlam ipidir. Ve apaçık nurudur. Hikmet dolu Kur'ân'dır. Doğru yoldur. Nefsanî arzuların sapıtmamasına, görüşlerin dağılmamasına yegane sebep odur. Alimler ona doymaz, Allah'tan korkarak günah işlemekten çekinenler, ondan usanmazlar. Onun ilmini bilen ileri gider, onunla amel eden sevab kazanır. Onunla hükmeden adalet eder. Ona sımsıkı sarılan doğru yolu bulur." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, l, 91; ed-Dârimî, Sünen, K.Fedâili'l-Kur'ân, 1.)

 

   Bir de Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: من اراد علم الاولين والآخرين فليثفر القران  "Kim önce yaşamış insanların ve sonrakilerin ilmini öğrenmek isterse Kur'ân'ı deşelesin." (İthaf 9, 646; Kenzü'1-Ummâl, No: 1982.

 

   Yine Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki:

   "Bu Kur'ân'ı tilavet ediniz (okuyunuz) çünkü yüce Allah size her harfi için on sevab mükafat olarak verecek, fakat şunu bilin ki ben size الم̃ bir harftir demem. Lakin elif bir harftir, lam bir harftir ve mim bir harftir."( Dârimî, K.Fedâili'l-Kur'ân, 1.)

 

   Yine rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

   "Her kim Kur'ân'ı okur da başka birine kendisine verilenden daha üstün birşey verilmiş olduğu görüşünde bulunursa Allah'ın büyüttüğünü küçük saymış olur."( el-Hindi, Kenzü'l-Ummal, 1, No: 2350.)

 

   Yine Hz. Peygamber'den rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştur:

   "Allah katında Kur'ân'dan daha üstün hiç bir şefaatçi yoktur, ne peygamber ne de melek."

   Bir hadiste buyurdu ki:

   "Ümmetimin şereflileri Kur'ân'ı taşıyan (ezberleyen)lardır." (el-Aclûnî, Keşfü'1-Hafâ, 1, 129, No: 370.)

 

   Bir hadiste de:

   "Evlerin en değersizi Allah'ın kitabından yoksun olan evdir."( el-Münzirî, el-Terğîb ve't-Terhîb, II, 359.) buyurmuştur. Başka bir hadiste de şöyle buyurmuştur:

   "Kur'ân'a çalışıp da zorlukla okuyana iki sevab vardır. Kur'ân'ı kolay okuyan ise şerefli, itaatkâr elçi melekler ile beraberdir."( el-Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân, I, 7.)

 

    Birgün Resul-i Ekrem (s.a.v.) hazretlerine Ensar'dan bir grup: "Ey Allah'ın elçisi ne buyurursun? Bu gece Sabit b. Kays'ın evi parıldıyordu, etrafı yıldızlar gibi idi." dediler. "Belki Bakara Sûresi'ni okumuştur." buyurdu. Bunun üzerine Sabit b. Kays'e varılıp sorulduğunda O "Bakara Sûresini okudum." dedi.( İbnü Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, 1, 33.)

 

   Gerçekten Buharî'de de Üseyd b. Hudayr (r.a.) hazretlerinin Bakara Sûresini okumasıyla sesine karanlıkta yavaş yavaş melekler inmiş olduğu rivayet edilmiştir.

 

   Ukbe b. Âmir (r.a.) demiştir ki: Resulullah (s.a.v.) "Veda haccında bize söz verdi de şöyle buyurdu: عليكم بالقران  "Kur'ân'a sımsıkı sarılın." (Deylemî, Firdevs, III, 16, (4023-4024).)

 

   Bir de Resul-i Ekrem (s.a.v.) hazretlerine insanlar içinde Kur'ân okuması veya sesi en güzel olan kimsenin durumu sorulmuştu. O şöyle buyurdu: الذى اذا سمعته رايته يخشى الله تعالى  "Dinlediğin zaman kendisinin yüce Allah'tan korktuğuna inandığın kimsedir.(İbn Mâce, İkamet, 176; Dâremî, Fedâilü'l-Kur'an, 34.)

 

   Bununla Kur'ân ve tefsir okumaktan maksadın ne olduğunu da anlamış oluyoruz. طه. ما انزلنا عليك القران لتشقى. الا تذكرة لمن يخشى  "Tâhâ. Ey Muhammed! Biz sana Kur'ân'ı sıkıntıya düşesin diye göndermedik. Biz, onu ancak Allah'tan korkup O'na itaat edene bir öğüt olsun diye indirdik." (Tâhâ, 20/1-3)

Yüce Allah kalblerimizi daima Kur'ân nuru ile aydınlatsın. (Âmin)