89-FECR:

الَّتِي لَمْ يُخْلَقْ مِثْلُهَا فِي الْبِلَادِ {8} وَثَمُودَ الَّذِينَ جَابُوا الصَّخْرَ بِالْوَادِ {9} وَفِرْعَوْنَ ذِي الْأَوْتَادِ {10} الَّذِينَ طَغَوْا فِي الْبِلَادِ {11} فَأَكْثَرُوا فِيهَا الْفَسَادَ {12} فَصَبَّ عَلَيْهِمْ رَبُّكَ سَوْطَ عَذَابٍ {13} إِنَّ رَبَّكَ لَبِالْمِرْصَادِ {14} فَأَمَّا الْإِنسَانُ إِذَا مَا ابْتَلَاهُ رَبُّهُ فَأَكْرَمَهُ وَنَعَّمَهُ فَيَقُولُ رَبِّي أَكْرَمَنِ {15} وَأَمَّا إِذَا مَا ابْتَلَاهُ فَقَدَرَ عَلَيْهِ رِزْقَهُ فَيَقُولُ رَبِّي أَهَانَنِ {16} كَلَّا بَل لَّا تُكْرِمُونَ الْيَتِيمَ {17} وَلَا تَحَاضُّونَ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ {18}

Meal-i Şerifi

8- Ki ülkeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı.

9- Vâdide kayaları yontan Semud kavmine?

10- Kazıklar sahibi (güçlü, kuvvetli) Firavun'a?

11- Bunlar ülkelerde azmışlardı.

12- Oralarda çok bozgunculuk yapmışlardı.

13- Bu yüzden Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı.

14- Kuşkusuz Rabbin her an gözetlemededir.

15- Ama insan, her ne zaman Rabbi onu sınayıp da ikramda bulunur, nimet verirse, "Rabbim bana ikram etti." der.

16- Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa, o vakit de, "Rabbim beni zillete düşürdü." der.

17- Hayır hayır, doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz.

18- Birbirinizi yoksulu yedirmeye teşvik etmiyorsunuz.

8. Öyle Zati'l-İmad veya "Öyle İmad", yahut "Öyle İrem ki ülkeler içinde benzeri yaratılmamıştı. Bu niteleme, İrem'in benzersiz ve eşsiz bir belde olduğunu açıkça gösterir. O kavmin kuvvet ve boyda eşi yaratılmamıştı mânâsında olma ihtimali varsa da, ilk akla gelen şehir olmasıdır. Benzeri yaratılmamış olması da o zamana kadar demek olmalıdır.

9. Ve Semud'a nasıl yaptı? Onlar ki vadide kayayı kesip biçiyorlardı. Bu şekilde kendilerine evler yapıyorlardı ki bu, Allah'ın onlara vermiş olduğu bir kuvvet ve sanat idi.

CEVB, bir şeyi yaka biçer gibi kesip biçmektir. Mesafe kat'etmeğe de cevb denir. Nitekim denilir ki "O memleketlerde dolaştım, hepsini baştan başa kat' ettim" demektir. İbnü Abbas demiştir ki: "Beldeleri dolaşırlar ve "Ve dağlarda evler yontuyorsunuz."(Şuara, 26/149) buyrulduğu üzere dağlardan kayalardan evler, havuzlar ve istedikleri gibi binalar yaparlardı." Mukatil de: "Vâdi, Vadi'l-kura'dır." demiştir. Denilmiştir ki: Dağları, kayaları, mermerleri ilk yontan Semud idi. Binyediyüz kadar şehir yapmışlardı. Hepsi taştan idi. Bir de denilmiş ki: Vadilerini kesmişler, sularını yonttukları bir kayanın içine depo halinde çekmişlerdi.

Semud da Âd gibi yok olmuş olan en eski Araplar'dan meşhur kabiledir. Denilmiştir ki, dedeleri Semud'un ismini almışlardır. Semud, Cedis'in kardeşi ve bu ikisi Aber b. İrem b. Sam b. Nuh oğullarıdır. Aber yerine "Kasir" de denilmiş ve bunun Tevrat'ta Casir b. İrem b. Sam denilen oğlu İrem'in, Tevrat'ta Aram diye bilindiği söylenmiştir. Nesep âlimlerinin söyledikleri bu nesep, sahih olsun olmasın, Arabistan'da Semud ve Şam ile Hicaz arasında Hıcir'de yerleri bilinmektedir. Nasıl yok edildikleri ise birçok sûrede geçmiştir.

10. Ve o kazıkların sahibi Firavun'a nasıl yaptı? Bilmez misin?

Musa ve Firavun kıssaları da birçok sûrede geçmiştir.

EVTÂD, bilindiği gibi "veted"in çoğulu olup kazıklar demektir. Kur'ân'da "Dağları birer kazık yaptık."(Nebe', 78/7) buyrularak dağlara da "evtad" denilmiş olduğunu biliyoruz. Kazık, kuvvetli ve sabit olma vasıtalarından olduğu için zü'l-evtad yani kazıklar sahibi vasfı da kuvvetli ve sabit olmayı ifade eder.

Bu tabir, bizim "dünyaya kazık kakmak istiyor" tabirimizin de kaynağı gibidir. Tefsirciler bunun hakkında da birkaç şekilde izahta bulunmuşlardır: Askerlerinin ve kondukları yerlerde çaktıkları çadır kazıklarının çokluğu, işkencelerinin şiddeti ve şairin "kazıkları iyice yerleşmiş bir kralın gölgesinde" dediği gibi kuvvetli mülk ve adamlara sahip olması mânâlarından kinaye olduğu söylenmiştir. Katade'nin Said b. Cübeyr'den rivayetinde de o evtad, birtakım oyun yerleri idi, onun altında onun için oynarlardı, denilmiştir. Bununla beraber bundan bizim en açık olarak anlayabileceğimiz mânâ, bu evtad'ın, Mısır'da meşhur dağ gibi piramitlere işaret olmasıdır. "Mısır mülkü benim değil mi?"(Zuhruf, 43/51) diyen Firavun bu piramitlere sahip bulunuyor ve bunlarla dünyaya kazık kakmak istediklerini gösteren bir emel ve kuvvet gösteriyordu. Piramitlerin hepsi bir Firavun'a ait olmasa da her Firavun onlara sahip olduğu gibi Musa'nın Firavun'u da bütün Firavunluğun temsilcisi olarak söz konusu ediliyor demektir. Piramitlerin mahiyeti halka faydalı bir şey değil, Firavunların zulümleriyle keyifleri için oynamış eğlence ve oyun yerleri demektir. Demek ki bunların altında onlar için birçok oyun oynanmıştır. Mısırlı Şeyh Abduh der ki: Mısırlılar'ın bıraktıkları kalıcı eserler için "evtad" tabirinin kullanılması ne güzeldir.

Çünkü bunlar piramitlerdir ve görenin gözünde manzaraları yeryüzüne çakılmış birer kazık manzarasıdır. Hatta Mısırlılar'ın büyük heykellerinin kısımlarındaki şekli de tersine çevrilmiş kazık gibidir. Her kısım enli olarak başlar, başladığından daha ince bir uçla sona erer. Firavun'a nisbeti sahih olan evtad bunlardır. Hem de muhatap tarafından bilinmektedir.

İşte Ad o sütunları, Semud o kestikleri kayaları ve Firavun bu kazıkları ile dünyaya kazık kakmak isteyen şiddetli, kuvvetli, uzun emelli kimselerdir.

11. Onlar ki o beldelerde taşkınlık etmişlerdi. Herbiri kuvvetlerine aldanmış, arzularına uymuş olarak bulundukları ülkelerde hak ve adalet sınırını aşıp halkın ve yaratıcının haklarını çiğnemede ileri gitmişlerdi

12. de oralarda içten ve dıştan fesadı çoğaltmışlardı. Zulüm, israf, zevk ve eğlenceye aşırı düşkünlükle çok fesat çıkarmış; düzeni, ahlâkı ve fikirleri bozmuşlardı.

13. Rabbin da üzerlerine bir azap kamçısı döküverdi.Yani her birinin üzerine azaptan bir kamçıyı döker, yağdırır gibi şiddetle ve ard arda indirip sürekli vuruşlarla çarpıverdi ki, ayrıntısı birçok sûrede geçmişti.

SEVT aslında karıştırmak mânâsında mastar olup deriden örülmüş, katları birbirine karıştırılmış olan kamçıyı ifade eden bir tabir olarak kullanılması yaygın olmuştur. Birbirine karışmış türlü azabın darbeleri kamçıya benzetilerek peşpeşe indirilmesi de şiddetle döğmek ve yağdırmak gibi "sabb" tabiri ile ifade olunmuştur. Azab kelimesi belirsiz kullanılmakla da her birine olan azabın başkalığına işaret edilmiştir.

14. Kuşkusuz Rabbin (her hal ve durumda) gözetlemededir.Bu cümle yeminin cevabını vurgulamakta veya azabın illetini göstermektedir.

MİRSAD, gözetleyicilerin gözetledikleri, etrafı kolaçan ettikleri yerdir. (Nebe' Sûresi'nde "Kuşkusuz cehennem gözetleme yeri olmuştur." âyetinin tefsirine bkz). Bu sözde istiare-i temsiliyye vardır. Yani, seni yetiştiren, her işini yöneten Rabb'in kulları üzerinde gözetleme yerinden gözeten bir gözetleyici gibi her an ve her durumda gözetip duran bir şahit ve görendir. Hiçbir şeyi kaçırmaz, her birine bakar, yaptığı işe göre karşılığını verir. Onun için yeryüzünde kargaşayı çoğaltıp duran taşkınlar Allah'tan, Allah'ın azabından kaçıp kurtulacaklarını sanmasınlar.

15. Rabbinin şanı bu: Kullarının ahiret için yaptıkları çalışmaları gözetir. İnsana gelince, onun da buna göre Rabbinin rızası için çalışması gerekir. Fakat o insan, gafil insan öyle yapmaz da dünya zevklerini gözetir. Onun için her ne zaman Rabb'i onu imtihan eder, yükümlü tutar, göstereceği duruma göre ahirette sorumlu tutmak, ona göre ceza ve mükafat vermek üzere imtihan muamelesi yapar, görev yükler de bu sebeple ona ikram eder, hoşuna gidecek talih ve mevki ile yüze çıkarır ve onu nimete boğar, bol bol nimet ve mal ile rızkını çoğaltır, refaha erdirirse...

Ebu's-Suud ve ona uyarak Alûsî "ona ikram eder" cümlesinin başındaki "fâ"yı fâ-i tefsiriyye (açıklama "fâ"sı) saymış ve "çünkü ikram etmek ile nimete boğmak, imtihan etmekle muradın aynıdır" demişlerse de kanaatimizce bu doğru değildir. Bu "fâ" sebebiyye (sebep bildiren fâ) olmalıdır. Zira maksat, mutlak ikram ve nimetlendirme değil, imtihan etmek ve yükümlü tutmak hikmetiyle kayıtlı ikram ve nimetlendirmedir. Bundan dolayıdır ki iki ikram arasında fark vardır. İnsana dünyada olan ikram ve nimetin böyle imtihan hikmetiyle olduğu, bunun ise hesap ve sorumluluğu ağır olduğu halde gafil insan onu düşünmez de Rabbim bana ikram etti, der. Kayıtsız şartsız, mutlak surette kendisine ikramda bulunulmuş gibi haz duyar, sevinir. Kendisini Allah'ın sonsuza kadar ikramına mazhar kıldığı sevgili kullarından imiş gibi sayar. O yüzden büyük felaketlere düşebileceğini ve asıl ikramın ahirette olduğunu düşünmez. Ondan dolayı sorumluluğunu hesaba almadan zevk ve eğlenceye, taşkınlık ve fesada dalar, nankörlük yapıp hüsrana uğrar.

16. Ve amma her ne zaman Rabb'i onu imtihan eder, sabrına göre ahirette mükafat vermek üzere imtihan muamelesi yapar da bu sebeple ona rızkını daraltırsa, bunun da hesapta hafifliğini ve ahirette ecir ve sevabının büyüklüğünü ve dolayısıyla bunun başkaca bir ikram ve koruma olduğunu düşünmez de Rabb'im beni horladı, der. Rabbim bana hor baktı, küçümsedi diye gücenir. Rızk, az da olsa yine şükrünün bilinmesi gerektiğini ve azın kıymetini bilmeyenin çoğun kıymetini de bilmeyeceğini fark etmeyerek rızık darlığını kendisine sırf bir horluk ve hakaret kabul eder de Rabb'inin diğer nimetlerini hiç hesaba katmaz. Çünkü bakışları fazilete değil dünya zevkine çevrilidir.

17. Hayır hayır, imtihan için olan rızık genişliğini, dünya refah ve nimetini mutlak ikram saymak da doğru değil, rızık darlığını mutlak hor görme ve hakaret saymak da doğru değildir. İkisi de birer imtihandır. Hüküm, imtihandaki başarıya göre neticede belli olacaktır. Belki ikram sanılan, kötülüğe götüren bir başarı ile neticede zelillik; horlama sanılan da bir koruma ile neticede ikram çıkacaktır. "Mal ve oğullar, dünya hayatının süsleridir. Baki kalacak olan iyi ameller ise Rabb'inin katında sevapça daha hayırlıdır, emelce de daha hayırlıdır."(Kehf, 18/46).

Hayır hayır. Sözlü ayıplamadan fiilî ayıplamaya, fertten topluma geçerek kınama ve ayıplamada yükselme ve güzel ahlaka sevktir. Yani, ey Rabb'inden hep ikram bekleyen ve rızkının daralıvermesini horluk ve hakaret gibi kabul eden insanlar! Doğrusu siz vazifelerinizi yapmazken Rabbinizden ne yüzle ikram beklersiniz ki yetime ikram etmiyorsunuz. Rabbinizin size imtihan için ikram etmiş olduğu nimetlerden üzerinize düşen vazifeyi yapmıyor; yetime iyilik yapıp ihsanda bulunmak suretiyle ikram etmeniz gerekirken bunu yapmıyorsunuz, nasıl olur da siz Rabbinizin katında ikrama layık olursunuz?

18. Ve teşvik etmiyorsunuz. Bu fiil tefaul babından olup aslı dir. Nafi', İbn Kesir ve İbn Amir kırâetlerinde "hâ"nın zammıyla elifsiz okunur. Ebu Amr ve Yakub kırâetlerinde de bu fiiller hep "yâ" ile üçüncü şahıs kipi olarak , , ve şeklinde okunur. Ve düşkünü yedirmeye yani yoksul fakirlerin karnını doyurmaya, bakımlarını sağlayacak yollara birbirinizi teşvik etmiyor, özendirmiyorsunuz. Bu hususta birbirinizle yarışmanız gerekirken siz aksine ondan kaçınıyor, birbirinizi bunu yapmaktan nefret ettiriyorsunuz. Hatta onlar üzerinden geçinmek isteyip taşkınlık ediyorsunuz.