83-MUTAFFİFİN:
يُسْقَوْنَ مِن رَّحِيقٍ مَّخْتُومٍ {25} خِتَامُهُ مِسْكٌ وَفِي ذَلِكَ فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَ {26} وَمِزَاجُهُ مِن تَسْنِيمٍ {27} عَيْناً يَشْرَبُ بِهَا الْمُقَرَّبُونَ {28} إِنَّ الَّذِينَ أَجْرَمُوا كَانُواْ مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا يَضْحَكُونَ {29} وَإِذَا مَرُّواْ بِهِمْ يَتَغَامَزُونَ {30} وَإِذَا انقَلَبُواْ إِلَى أَهْلِهِمُ انقَلَبُواْ فَكِهِينَ {31} وَإِذَا رَأَوْهُمْ قَالُوا إِنَّ هَؤُلَاء لَضَالُّونَ {32} وَمَا أُرْسِلُوا عَلَيْهِمْ حَافِظِينَ {33} فَالْيَوْمَ الَّذِينَ آمَنُواْ مِنَ الْكُفَّارِ يَضْحَكُونَ {34}
سورة المطففين (83) ص 589
عَلَى الْأَرَائِكِ يَنظُرُونَ {35} هَلْ ثُوِّبَ الْكُفَّارُ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ {36}
Meâl-i Şerifi
25- Onlara damgalı saf bir içki sunulur.
26- Onun sonu misktir. İşte ona imrensin artık imrenenler.
27- Karışımı Tesnim'dendir (En üstün cennet şarabındandır).
28- Allah'a yakın olanların içecekleri bir kaynaktır o.
29- Doğrusu o suç işleyenler inananlara gülüyorlardı.
30- Onlara uğradıkları vakit birbirlerine göz kırpıyorlardı.
31- Evlerine döndükleri zaman zevklenerek dönüyorlardı.
32- Müminleri gördükleri vakit; "işte bunlar sapıklar" diyorlardı.
33- Oysa onlar müminler üzerine bekçi olarak gönderilmemişlerdi.
34- İşte bugün de inananlar kâfirlere gülecek.
35- Koltuklar üzerinde etrafa bakacaklar.
36-Nasıl, kâfirler yaptıklarının cezasını buldular mı?
25. Onlara saf bir içecekten içirilir.
RAHİYK, hiç karışığı olmayan saf şarap, en eskisi, en hoşu da denilmiş ve hepsinin yakın mânâlar olduğu söylenmiştir. "Kamus" müterciminin ifadesine göre, horoz gözü gibi berrak olana denir ki buna "bâde-i nâb" yani, "hâlis, duru şarap" denilir, "Ruhak" da denilir. Burada "neşesi ve lezzeti çok, sersemlik ve baş ağrıtma özelliği yok, Sâffât Sûresi'nde geçtiği üzere, "Bembeyaz, içenlere lezzet verir. Onda zararlı bir sonuç da yok."(Sâffat, 37/46-47) diye nitelenen "beyaz şarap" şeklinde tefsir edilmiştir. Nitekim Mukâtil, "beyaz şarap" demekle buna işaret etmiştir. Muhammed Sûresi'nde "Takva sahiplerine vaad edilen cennetin durumu şudur: Orada bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar, sâfi süzme baldan ırmaklar vardır."(Muhammed, 47/15) âyetinde nitelenen dört tür cennet ırmağından biri de içenlere sırf lezzet olan şarap ırmakları olduğu anlatılırken bunlardan muradın, neşe ve lezzetin mükemmelliğini anlatmak için temsili bir ifade olduğu da baştaki tabiri ile anlatılmış idi. Onun için bu gibi yerlerde o mânâdan gâfil olmamak gerekir. (Buna dair İnsan Sûresi'nde "Kuşkusuz iyiler, dolgun bir kadehten içerler."(İnsan, 76/5) âyetinin tefsirinde söz geçmişti. Oraya bkz.)
Hatîb, tefsirinde şöyle der: Burada "rahîk", "İçenlere lezzet veren şaraptan nehirler." (Muhammed, 47/15) buyrulan şarap ırmaklarından başka özel bir şarap olduğu için şöyle niteleniyor: ki mühürlü, ancak içecek olanların yanında açılır. Kapları miskten mühürle kapanmış, gayet temiz ve nefis.
26. Diğer bir mânâ ile, içiminde bir sona erişi güzel bir nihayet olan bir şarap ki sonu misk; bitimi, kesimi misk; içildiği zaman sonu bir misk kokar. İçilirken tat alma lezzetinin mükemmelliğini gidermemek için misk kokusu içimin sonunda duyulmaya başlar. Bu hal hem o kokunun, hem de o içkinin hoş niteliklerinden birini teşkil eder. İçildiği zaman sonsuz sefasından dolayı gerek içenlerde ve gerek bulunduğu kapta bir keder, bir tortu bırakmaz, yalnız bir misk kokusu bırakır.
Bir de "hıtâm," "hâtem" gibi mühür mânâsına geldiğinden "onun hıtâmı misktir" demek, mührü misktir demek olabilir. Kırâetlerin bazısında ve okunması da bu mânâyı destekler. Bununla beraber bir şeyin mührü onun sonu, nihayeti demek olduğundan kabına ve içimine göre yine zikredilen iki mânâ geçerlidir. Bu durumda da misk kokusu ondan ayrılmayan şeylerden olup, daha çok sonunda ortaya çıkar demek olur. Kesimi ve sonunun böyle misk olması nihayetinde bir vuslat neşesinin bulunacağını da koklatmış olur ki yüzlerde parıldayan o nimet parlaklığı bu neşenin bir görüntüsüdür. İşte iyilere böyle sonu misk olan özel bir şarap sunulur.
İşte ancak onda. Bu cümle, o saf şarabın nitelikleri arasında geçen bir ara cümlesidir. Bundan sonraki niteliklerini açıklamaya geçmeden önce, tam bu misk kokusunun duyulduğu anda ona imrendirecek süratle bu konuda yarışa teşvik için araya sokulmuştur. "o", işaret ismi nimeti veya saf şarabı gösterebilirse de şarabın nitelikleri arasında söylendiği için şarabı göstermesi nazma daha uygun; şarabın sonuna işaret olması ise hem nazım hem mânâca daha uygundur. Zira saf şarabın kemalini gösteren sonu, metinde en son zikredilmiş olmakla beraber gerçekleşme hususu uzak olduğu için 'nin mânâsına daha uygun düşmektedir. Bu zarfın fiilden önce getirilmesi ise "ancak onda.." mânâsını ifade etmek içindir. Yani dünya şaraplarında, lezzetlerinde değil, o gün iyilere sunulacak olan bu sonu misk kokulu saf şarapta, özellikle bu misk olan sonu elde etme hususunda yarışsın, imrenme yarısına girsin. Şimdi birbirleriyle yarışanlar. Bu dünyada nefis şeyler elde etme yarışı yapıp imrenecek olanlar. Çünkü bu misk olan sonuç, bu sonsuz neşe öyle enfes, öyle yüksektir ki asıl yarışı yapılacak şey odur.
MÜNAFESE, başkasında görülen bir olgunluğa imrenip ona yetişmek veya daha ileri gitmek için nefislerin güzel şeylerde yarışması duygusudur ki nefsin şerefinden ve gayesinin yüceliğinden kaynaklanır. Haset ile arasındaki fark açıktır. Haset eden olgunluk ve kemale düşmandır. Haset ettiği kimsenin zarar görmesinden, nimetinin yok olmasından memnun kalır. Burada sözü edilen yarışcı ise olgunluğa aşıktır. O, karşısındakinin aşağı düşmesini değil, kendisinin daha ileri gitmesini ister. Bunda yarışma ve müsabaka ise, "çalışanlar bunun için çalışsınlar."(Sâffat, 37/61) emri gereğince iyi işte yarış ile olur.
27. Bunun karışımı da Tesnim'dendir. O saf şarap içileceği zaman, içine Tesnim'den de katılır. Bununla karıştırılan o şarap sadesinden daha nefis olur. Çünkü Tesnim daha yüksektir.
TESNİM, esasen hörgüçleyerek yukarı çıkartmak, yükseltmek mânâsına mastar olup yükseklik mânâsıyla cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismidir. İbnü Abbas'tan rivayet edildiğine göre cennet içkilerinin en yükseğidir. Kelbi'den rivayet edildiğine göre cennettekilere üst taraflarından gelir. Denilmiştir kî: Havada yükseltilmiş olarak akıp kaplarına yeteri kadar dökülür. Onu yüksek olanlar içer, içenleri yükseltir.
28. Nitekim şöyle tefsir ediliyor: Bir pınar, bir çeşme ki o Tesnim Allah'a yaklaştırılmış olanlar onunla içer yani aynen içerler, sade o Tesmini içer, içme işlerini onunla yaparlar. Allah'a yaklaştırılmış kulların derecesinde olmayan diğer iyi kullara, amel defterleri sağlarından verilen diğer kullara ise karıştırılarak sunulur.
Buradaki 'ya birkaç şekilde mânâ verilmiş ise de İbnü Abbas Hazretleri demiştir ki: Cennettekilerin içtiği içkilerin en şereflisi ve en güzeli Tesnim'dir. Çünkü Allah'a yaklaştırılmış kullar onu katıksız olarak içerler. Kitapları sağlarından verilen iyi kullara ise içecekleri karıştırılarak sunulur.
Demek ki "karışımı Tesnim'dendir" âyeti kitapları sağ taraflarından verilen ebrâr (iyi, itaatli kullar) hakkındadır. Bu âyeti de onlardan daha yüksek olan mukarrebûn (Allah'a yaklaştırılmış kullar) hakkındadır. Âyetin bir yükselme ifade eden akışından da Tesnim'in o mühürlü saf şaraptan daha üstün ve güzel olduğu anlaşılır. Zira Vâkıa Sûresi'nde mükellefler (yükümlü kullar) üç sınıfa ayrılmış, "İmanda en ileri geçenler de ileridedirler. İşte onlar Allah'a yaklaştırılmış olanlardır." (Vâkıa, 56/10-11) buyrulmuş olduğundan mukarrebun, Hakk'ın huzurunda bütün mertebelerin ilersinde bulunan birincilerdir. Yukarıdaki "Ona Allah'a yaklaştırılmış olanlar şahit olur." âyetinden ve "İyi kulların yaptığı iyilikler, Allah'a yaklaştırılmış kulların yaptığı kötülüklerdir." meşhur sözünden de anlaşıldığı üzere ebrar (iyi kullar), mukarrebûnun daha altında olarak Vâkıa Sûresi'nde anlatılan "kitapları sağından verilenler" demek olur. Onun için "Karışımı Tesnim'dendir." bunların içtiği karışık şarabı; da sırf Tesnim'in, mukarreb kulların şarabı olduğunu ifade etmiş olur. O nedenle buna şu mânâları vermişlerdir: Sırf Tesnim'i Allah'a yaklaştırılmış kullar içer. Bu, onların şarabıdır. Yahut onlar Tesnim ile kanar, onunla lezzet alırlar. Yahut "bâ" "mîn" mânâsına olarak "ondan içerler, onunla karıştırarak o saf şarabı içerler" mânâsına olmak daha açık gibi görünürse de bu durumda mukarrebûn ile ebrârın dereceleri ayırt edilmemiş ve Tesnim'in niçin mukarreb kulların şarabı olduğu açıklığa kavuşmamış olur. Yahut onun karışık olarak içilmesi daha mukarreblere özel olduğu, bu surette de en önde olan mukarrebler derecesine varmıyan ebrar ondan içemeyecekleri gibi, mukarreblerin de saf olarak değil, karışık olarak içebilecekleri söylenmiş olur. Arada geçen ve yarışmayı emreden "yarışanlar ancak onda yarışsın" cümlesiyle bunun bir münasebeti varsa da, "Bahr"de yazıldığı üzere İbnü Abbas gibi İbnü Mesud'dan, Hasen'den, Ebu Sâlih'den dahi "Mukarrebler onu sade olarak içer ve ebrara karıştırılarak sunulur." diye rivayet edilen mânâ daha uygundur. Çoğunluğun görüşüne göre ebrar, kitapları sağlarından verilenler; mukarrebûn ise, sabikun yani en önde olanlardır. Bununla beraber bazıları, "Bu âyette ebrar ile mukarrebun bir mânâyadır. Cennette nimet içinde yüzecek olanlara böyle denilmiştir." demişler ise de, burada da ebrar ile mukarrabun arasında fark göremeyenler âyetin zevkine erememişler demektir.
Razî, burada İbnü Abbas'ın görüşünü naklettikten sonra şöyle demiştir:
Bana göre bu, nehirlerin fazilette farklı olduğunu gösterir. Demek ki Tesnim, cennet nehirlerinin en üstünü; mukarrebun da cennettekilerin en üstünüdür. Ruhânî cennette Tesnim, Allah'ı tanıma ve onun yüce zatına bakma lezzetidir. Rahiyk de varlıklar âlemini tetkik edip düşünmekle sevinip neşelenmektir. Mukarrebun Tesnim'den başkasını içmezler, yani ancak Allah'ın zatına bakıp düşünmekle meşgul olurlar. Kitapları sağlarından verilenlerin içkileri ise karışık olur. Bakışları bazan Allah'a, bazan onun yaratıklarına olur.
Alış-verişte hile yapmaktan yasaklama ve öldükten sonra dirilme ve ceza gününe iman etmeye davet akışı içinde suçlu olan kötüler ve Allah'la aralarında perde olanlar ile itaat ve ihsan ehli olan ebrar ve mukarrebinin, ahirette birinin Siccin'de, birinin İlliyin'de olan yazgılarını amellerine göre tartıp anlattıktan sonra bunların dünya ve ahirette birbirlerine karşı olan bazı hallerini de anlatmak üzere buyruluyor ki:
29. Gerçekte o suç işleyenler, yani o haddi aşmış olan günahkâr yalancılar İman edenlere gülüyorlardı...
Mekke'de Ebu Cehil, Velid b. Muğire, As b. Vail ve benzeri Kureyş müşrikleri, Ammâr, Süheyb, Habbâb ve Bilal gibi fakir müminlerle alay ediyorlardı. Âyetin iniş sebebinin bu olduğu rivayet edilmiştir. Abduh bunu şöyle ifade eder: Yüce Allah bu âleme Hz. Muhammed (s.a.v)'i Peygamber olarak göndermek suretiyle rahmet buyurduğu zaman kavmin ileri gelenleri ve tanınmış şahsiyetleri sapıklık içinde ve kaba kuvvet görüşünde idi. Hak daveti gizli idi. Ona ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'in sesi yükseliyordu. Sonra da nefsanî arzuları kalplerinde olan, hak yolunu silmemiş bulunan ve ona "Lebbeyk" deyip davetini kabul eden zayıflardan bazıları da onu fısıldıyor, ümit ettiklerine gizlice söylüyor ve korktuklarına bağıramıyordu. Bilindiği gibi kendisini güçlü ve kalabalık olmakla kuvvetli ve yüce sayanlar, kendi huy ve mizaçlarına uymayan ve kuvvet ve sayıca kendisinden zayıf olduğu halde onu tanımadığı bir şeye davet eden kimselere gülerler. İşte Ebu Cehil, Velid b. Muğire, As b. Vail ve benzeri Kureyşlilerin hali de böyle idi. Bid'atin yaygınlaştığı, fırkaların çoğaldığı ve batıl yollar içinde hakkın gizli kaldığı ve dinin mânâsı bilinmez olduğu ve ibarelerinden, üsluplarından ruhu atılıp içe uygun düşmeyen dışlar ve gönülden izlenip takip edilmeyen hareketler, usül ve âdetler bırakıldığı ve şehvetler hakimiyeti ele geçirip insanlarda yiyip içmek, zinet ve lüks, mevki ve lakaplarla ilgili şeylerin dışında amele sevk ve teşvik edecek rağbet kalmadığı, gayret ve çabalar yalancı şereflere takıldığı ve herkesin yapmadığı şeylerle övülmekten hoşlandığı ve kendilerinde eksiklik olan kimseler bu eksikliklerini olgun kişilerin değerini düşürmek suretiyle tamamlamak istedikleri zamanlarda da hep böyle olur. Hak sesi dinlemez, Hakk'a çağıranlarla alay eder ve küçümserler. Bu âyet-i kerimenin nassı da kendilerine uygun olur.
30. Ve onlara uğradıklarında müminler o günahkârların veya o günahkârlar müminlerin yanlarından geçtiklerinde günahkârlar birbirlerine gamzeleriyle, göz uçlarıyla işaret ederlerdi.
31. Ve günahkârlar, bulundukları yerlerden evlerine ailelerine döndükleri zaman da zevklenerek, müminlere yaptıklarını birbirlerine söyleyip eğlenerek gülüşe gülüşe giderlerdi.
FEKİHİN, mizahlı söz, latife mânâsına gelen "fükâhe"den türemiş olup "fekih" kelimesinin çoğuludur.
32. Ve müminleri (uzaktan, yakından herhangi bir yerde) gördüklerinde de o günahkâr suçlular derlerdi: cidden bunlar ki bunlarla maksatları yalnız gördükleri değil genellikle bütün müminlerdir. Kuşkusuz sapıklık içindeler, yolunu kaybetmiş şaşkın sapıklar, yani göz önünde hazır dünya nimetine, dünya zevkine bakmıyorlar da aslı var mı, yok mu belli olmayan ahiret sevabına inanarak akılsızlık ediyor, yanlış yola gidiyorlar diye bütün müminlerin şaşkın ve sapık olduğuna hükmediyorlardı ve bunu vurgulu ifadelerle kuvvetli kuvvetli söylüyorlardı.
33. Oysa böyle diyen günahkâr suçlular o müminlerin üzerlerine Allah tarafından muhafız gönderilmemişlerdir. Kendileri sonunu düşünmeyerek günah içinde yuvarlanırken onlara acıyorlarmış gibi doğru veya sapık yolda olduklarına hakemlik ve tanıklık etmeye hakları yoktu.
34. Bugün de, yani o kâfirlerin inanmadıkları bu öldükten sonra dirilme, kalkış ve ceza günü de iman edenler kâfirlere gülecekler.
35. O müminler divanlar üzerinde bakacaklar, (o kâfirlerin, o kibir ve gururdan , o zevk ve eğlenceden sonra cezalarını çekmek üzere cehenneme girdiklerini İlliyyun sandalyelerinden, cennet koltuklarından seyrederek) gülecekler,
36. Nasıl? Kâfirlere ettiklerinin karşılığı verildi mi? Evet, hep ettiklerini buldular, cezalarını çektiler. Müminlerin o gün kâfirlere gülmesi, kâfirlerin önce onlara gülmelerinin karşılığıdır.
TESVİB ve İSABE, sevap vermek demektir. Sevap da aslında "ceza" gibi, hayır veya şer herhangi bir şeyin karşılığıdır. Daha sonra sevap, daha çok hayırda kullanılır olmuştur. Nitekim dilimizde "ceza" da, yaygın olarak şerde kullanılmaktadır. Burada tesvib, cezalandırmak mânâsınadır. Soru da, sorulan şeyin gerçekleştiğini ifade için sorulan bir sorudur. Bunun sevab kelimesinin kullanılarak sorulması, kâfirlerin alay ederek gülmelerine karşı bir alay ifade etmek üzere "Onları elem verici bir azapla müjdele."(Âl-i İmran, 3/21) kabilinden de olur.