80-ABESE:

وَحَدَائِقَ غُلْباً {30} وَفَاكِهَةً وَأَبّاً {31} مَّتَاعاً لَّكُمْ وَلِأَنْعَامِكُمْ {32} فَإِذَا جَاءتِ الصَّاخَّةُ {33} يَوْمَ يَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ أَخِيهِ {34} وَأُمِّهِ وَأَبِيهِ {35} وَصَاحِبَتِهِ وَبَنِيهِ {36} لِكُلِّ امْرِئٍ مِّنْهُمْ يَوْمَئِذٍ شَأْنٌ يُغْنِيهِ {37} وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ مُّسْفِرَةٌ {38} ضَاحِكَةٌ مُّسْتَبْشِرَةٌ {39} وَوُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ عَلَيْهَا غَبَرَةٌ {40} تَرْهَقُهَا قَتَرَةٌ {41} أُوْلَئِكَ هُمُ الْكَفَرَةُ الْفَجَرَةُ {42}

Meâl-i Şerifi

30- İri ve sık ağaçlı bahçeler,

31- Meyveler, çayırlar bitirdik.

32- Siz ve hayvanlarınız faydalansın diye.

33- Kulakları sağır eden o gürültü geldiğinde,

34- O gün kişi kaçar, kardeşinden...

35- Anasından , babasından..

36- Eşinden ve oğullarından.

37- Onlardan her birinin o gün başından aşan işi vardır.

38- Yüzler var ki, o gün parıl parıl,

39- Güler, sevinir.

40- Yüzler de var ki, o gün tozlanmış,

41- Onları karanlık bürümüş,

42-İşte onlardır kâfirler, haktan sapanlar.

30. Meyve (genellikle yaş ve kuru meyvelere fakihe denir.) ve çayırlar. Bu kelimenin çayır ve otlak, sebze, hayvan yemi, çerez mânâlarına geldiği söylenmiştir.

"Misbah" yazarının ve Rağıb'ın açıklanmasına göre, bu kelime esasen hazırlanmak, hazırlıkta bulunmak mânâsına konulmuş olup yaz ve kış için biçmeğe ve hayvan gütmeye elverişli olması itibariyle ot ve otlak mânâsına kullanılması bu kökle ilgilidir. Saman ve kuru yemiş için kullanıldığı da söylenmiştir. Bununla beraber Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'den bunun hakkında şöyle iki rivayet vardır:

Ebu Ubeyde "Fezail"inde ve Abd b.Humeyd İbrahim et-Teymi'den rivayet etmişlerdir ki, Ebubekir es-Sıddık'a, "ebb nedir?" diye sorulduğunda: Allah'ın kitabında bilmediğim bir şey hakkında konuşacak olursam beni hangi gök gölgelendirir ve hangi yer barındırır?" demiştir.

İbnü Sa'd, Saîd b. Mansur, Abd b. Humeyd, İbnü Cerir, İbnü Münzir, Hâkim ve daha bazıları Hz. Enes'ten rivayet etmişlerdir ki: Hz. Ömer minberde dan 'e kadar okumuş, "bunların hepsini biliyoruz, fakat ebb nedir?" demiş ve sonra elindeki âsâyı kırıp atarak demiştir ki: İlâhî hayata yemin ederim ki bunu anlamaya çalışmak bir zorlanma ve külfettir. Ey Ömer'in anasının oğlu! Ebben'in ne olduğunu bilmesen ne var? Bu kitaptan açıklananları arayın ve onunla amel edin. Bilemediklerinizi de Rabbına havale edin."

Zemahşerî de şöyle der: Hz. Ömer'in bu sözünde Kur'ân'ın mânâlarını araştırmayı ve müşküllerini incelemeyi yasaklama var gibi görünürse de o bu kanaate varmış değildir. Fakat onların en büyük gayretleri amele yönelik idi. Amel edilmeyecek bir şeyi bilmeye uğraşmak onlarca bir zorlanma ve külfet idi. Onun için Hz. Ömer şunu anlatmak istemiştir ki: Âyetin akışı, Allah'ın insanlara verdiği yiyecekleri sayması ve şükrüne davet esası üzerinedir. Âyetin mânâsından ise "ebb"in, insana veya hayvanlarına, istifade etmesi için yüce Allah'ın bitirdiği bitkilerden bir şey olduğu özet olarak anlaşılıyor. Şu halde burada müminin asıl önemli görevi, özel ismi "ebb" olan otların ne olduğunu öğreneceğim diye zorlanarak vakit geçirmeyip, nimetlerden açık olarak anladıklarının şükrünü yerine getirmeğe girişmek ve onun ne olduğu başka bir zaman aydınlanıncaya kadar özet olarak anlamakla yetinmektir.

Biz bu rivayetlerden bu kelimede dikkate değer üç nükte anlıyoruz:

BİRİNCİSİ, Kur'ân'da herkesin her zaman mânâsını kavrayamayacağı ve ancak kısa ve özet bir mânâ ile yetinilerek inanılması gereken ve zamanı geldikçe detayları ve yorumu açıklık kazanacak olan müşkil ve mücmel kelime ve mânâlar bulunduğu.

İKİNCİSİ, kelimesinin önceki sûredeki "Mer'âhâ" (otlağı) (Nâziât, 79/31) mânâsına olmakla beraber "daha neler neler" gibi insan ve hayvanların yararlanabileceği yaş ve kuru birçok bitkiyi kapsayan ve detaylandırılması uzun uzun araştırmalara bağlı özet bir mânâ ifade ettiği.

ÜÇÜNCÜSÜ, bu kelimenin asıl ortaya çıkışında hazırlık ve hazırlanma mânâsı bulunması itibariyle âyetlerin akışına göre ahiret hayatı içinde böyle yapılması gerekli birçok hazırlığa ihtiyaç bulunduğuna bir işaret olabilmesidir.

32. Çünkü "kulakları sağır eden gürültü geldiğinde".

SÂHHA, tâmme gibi büyük bela ve musibet mânâsına olup ikinci üfürme veya son üfürme denilen Kıyamet seslenişinin ismidir.

Bu kelimenin aslı "sahh"tan türetilmiş olup bu şekilde isimlendirilmesinde birkaç yön zikredilmiştir:

Sahh, demir ve taş gibi katı ve pek bir şeyi, içi boş olmayan yine öyle dolgun bir şeye çarpmaktır. Bundan sâhha şiddetle çarpan demek olur. Böyle şiddetle çarpılan kayanın çarpıldığı sırada ses çıkarmasına da sahh ve o sese sâhha denilir. Bundan da sâhha, kuvvetli ses çıkaran, haykıran demek olur. Bundan mecazi isnad suretiyle sâhha, çarpınca kulağı sağır eden şiddetli sese de denir ki, kulağa çarpıp sağır etmek mânâsına sahh'tan alınmıştır. denilir ki, "onlara kulakları çatlatacak bir sesle haykırdı" demektir. Şiddetli bela ve musibete sâhha denilmesi de bundandır. Çünkü kulağı sağır edecek derecede çarpan şiddetli haykırmanın iki özelliği vardır:

BİRİNCİSİ, her şeyden önce şiddetle çarpıp kendisini işittirme özelliğidir.

İKİNCİSİ de şiddetinden dolayı kendisinden başkasını işittirmeyecek şekilde kulağı sağır etmesidir. İşte büyük, şiddetli bela ve musibetler de böyle yalnız kendisini işittirip başka şeyleri duymayacak bir halde kulakları sağır gibi ettiği için sâhha denilmiş; kıyamet haykırışı da dünyadan sağır edip ahiret işlerini dinleten en şiddetli bir bela olması nedeniyle bu isim ile isimlendirilmiştir ki etkisinin şiddetini ifade eden eşsiz bir belagattır. Bu mânâ, çarpmak ve sağır etmek mânâsının gereği olan bir mecazdır. Zemahşerî de şöyle demiştir: Sahh, iyice kulak verip dinlemek mânâsına gelir. İsrafil'in üfürmesine sâhha denilmesi de insanların onu dinleyip kulak vermeleri sebebiyle mecazdır. Yani, dinleyen insanlar iken, aşırılık ifade etmesi için kendisine "dinleyen" denilmiştir. Bu şekilde izahta sâhha'nın dinlenilmesi özelliğine, öbüründe ise başkasını duyurmayacak şekilde kendini dinletmesi özelliğine fazlaca dikkat çekilmektedir. İkisi de şiddetle beraber bulunurlar.

33. Bunun şu şekilde izahı evvelki yoruma daha yakındır: "O gün kişi kaçar". Bu, sâhha'dan bedel olarak onun şiddetini izah etmektedir.

"Kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından". Burada kardeşten başlıyarak yakınlık ve sevginin derecelerine göre kaçışta bir gelişme üslubu vardır. Yani akraba ve yakınlar içerisinde kardeş en yararlıklı, en yakın ve en sevgili; ana-baba daha yakın daha sevgili; arkadaş, yani eş olan zevce ve çocuklar daha yakın ve daha sevgili olduğuna işaret ile beraber o gün derece derece bunların hepsinden kaçılacağı anlatılmıştır ki şöyle denilmek gibidir: O gün kişi, başkaları şöyle dursun kardeşinden, hatta anasından babasından, hatta yâri olan eşinden ve çocuklarından kaçar.

34. Çünkü onlardan her kişinin o gün kendisine yeter bir işi vardır. Yani kendisini meşgul eden öyle önemli bir işi, bir meşgalesi vardır ki başından aşar. Onun önemi başkalarını düşünmeğe, yardıma koşmaya meydan vermediği gibi ayrıca onlardan kaçırır, hepsini feda ettirir, kimisi kendi başının derdiyle onlara yardımdan kaçar, kimisi de sorguya çekilmekten kaçar. Çünkü kardeş, "sen bana dünyada yardım etmedin" diye; ana baba, "sen bize iyilikte kusur ettin" diye; karısı, "sen bana haram yedirdin" diye; çocukları, "sen bize dinimizi belletip öğreterek bizi irşat etmedin" diye yakasına sarılırlar.

Taberânî, İbnü Merduye, Beyhakî ve Hâkim müminlerin anası Sevde binti Zem'a'dan şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.v); "İnsanlar Kıyamet günü yalınayak, çırılçıplak, sörpük va sarkık, ter, gem gibi boğazlarına takılmış ve kulak tozlarına çıkmış bir halde haşr olunurlar" buyurdu.

"Ey Allah'ın Resulü! Eyvah o ne sefillik, birbirinin ayıbına bakacaklar" dedim. İnsanlar bundan meşguldür" buyurdu ve şu âyeti okudu: "Onlardan her kişinin o gün kendisine yeter bir işi vardır."

Ebu Ubeyde ve İbnü Münzir'in Katade'den rivayetlerinde de şöyle denilmiştir: "Kıyamet günü insan tanıdığı bir kimseyi görmekten sıkıldığı kadar hiçbir şeyden sıkılmaz. Çünkü yaptığı bir haksızlık nedeniyle peşine düşülmesinden korkar."

35. Ama "bu dehşetli, belalı gün böyle olacak olunca bunun hükmü, hikmeti, bu konuda uyarılıp bundan haberdar edilmenin faydası nedir? Bu durumda hayatın sonu herkes için bir kötümserlikten ibaret olmaz mı?" denecek olursa, bunun hüküm ve hikmetini beyan ile neticesinin herkes için böyle olmadığı anlatılmak üzere buyruluyor ki: nice yüzler o gün sabah aydınlığı gibi açılarak ışıldar, pırıldar ki bu sûrenin akışından ve buradaki âyetlerin önceki âyetlere karşılık olmasından anlaşıldığına göre bu, Allah saygısı ve iman ve İslâm ile Allah'ın emirlerini yerine getirerek temizlenmenin eseridir. İbnü Abbas'tan gelen rivayette; "bu, geceyi ibadetle geçirmedendir" denilmiş, çünkü bir hadiste; "Gece namazı çok olan kişinin gündüzün yüzü güzel olur." diye rivayet edilmiştir. Dahhâk'ten gelen rivayette; "abdestin eserlerindendir" denilmiştir.

Bu da abdest hakkında bilinen ve abdest alanların yüzleri nurlu ve abdest azalarının da abdestin eserinden bembeyaz olduğunu bildiren hadis ile ilgilidir. Bir de, "Allah yolunda uzun müddet toz toprak içinde cihat yapmaya katlanmaktandır." denilmiştir ki bu hepsinden daha kapsamlı bir ifadedir. Razî de şöyle der: "Bence bu, dünyadan kurtulup mukaddes âleme, rahmet ve rıza makamlarına kavuşma sebebiyledir." Doğru, fakat asıl mesele o kurtuluş ve vuslatın dünyadaki sebeplerini bilmektir.

36. Güler, çünkü hesaptan kurtulmuştur; Müjdelenir, sevinir, çünkü Allah'ın rahmet rızasını elde ederek Hakk'ın cemaline kavuşmaktadır.

37. Nice yüzler de vardır, o gün üzerlerinde bir toz, tor toz istilâ etmiş,

38. O tozu da is gibi bir karalık sarmıştır. Yüzlerde böyle tor toz ile karanın bir araya gelmesi ise, korku ve zelillik ile elem ve azabın en ürkütücü bir şekilde ortaya çıkışıdır.

39. İşte onlar, öyle tozlu kara yüzlüler, kâfirler ve günahkârlardan ibarettirler. Onlar hem küfür edip hem de günah işleyerek küfür ve günahı bir arada toplamışlar, yüce Allah da bunu onlara tor toz içinde yüzkarası etmiştir. Onun için insan o gün gelmeden kendi dileme ve iradesiyle bütün bunları düşünüp Allah'tan korkarak, küfür ve günahtan sakınarak Allah'ın emirlerini tutup iman ve İslâm ile temizlenmeye çalışmalı ve o gün yüz aklığıyla güle güle, sevine sevine o son murada ermelidir. Zira bu dünya böyle kalacak değildir. Bundan sonraki sûrede geleceği gibi güneş dürülüp yıldızlar sönecek, insana yalnız yaptığı amel kalacak; Hakk'ın huzurunda ya yüz aklığı, ya da yüz karası olacaktır.