80-ABESE:
كَلَّا إِنَّهَا تَذْكِرَةٌ {11} فَمَن شَاء ذَكَرَهُ {12} فِي صُحُفٍ مُّكَرَّمَةٍ {13} مَّرْفُوعَةٍ مُّطَهَّرَةٍ {14} بِأَيْدِي سَفَرَةٍ {15} كِرَامٍ بَرَرَةٍ {16}
Meâl-i Şerifi
11- Hayır hayır, sakın. Çünkü o Kur'ân bir öğüttür.
12- Artık dileyen onu düşünür.
13- O, değerli sahifelerdedir.
14- Yüksek tutulan tertemiz sahifelerde.
15- Yazıcıların ellerindedir,
16- Değerli, iyi yazıcıların.
11. Artık onu dileyen düşünsün, dileyen bellesin, çünkü yararı ve zararı asıl kendine aittir. Bu cümle, bir önceki cümlenin dallandırılması mahiyetinde bir ara cümlesidir. Bu şekilde "kim dilerse" demek, dileme işinde kişiyi serbest bırakmak için değil, Türkçe'de de mesela, "canı isteyen dinlesin" derken kastettiğimiz mânâ gibi bir korkutma ve tehdit mahiyetindedir.
TEZKİRE, esasen hatırlatmak, yani bir şeyi ana ana belletmek ve hatıra getirmek mânâsına mastar olmakla beraber unutturmayıp hatırlatmaya vesile olan "anımlık" mânâsına hatırlatıcı, hatıra getirici gibi isim olarak kullanılır. Mesela, parmağa bağlanan bir iplik, unutulmayıp kulakta küpe olacak ibretli bir söz, bir hatıra defteri hep birer tezkire olduğu gibi, bu şekilde verilen öğüt, edilen vaaz ve nasihat, yazılan bir eser, bir mektup ve kitaplar hep birer tezkiredir. Bunda esas itibariyle bilinen bir şeyi dalgınlık anında hatıra getirip düşündürmek mânâsı asıl olmakla beraber, o şekilde yeniden bir şey haber vermek ve bildirmek, akla ve hatıra koyup belletmek mânâsı da yok değildir. İşte Kur'ân, âyetleri, sahifeleri, sûreleri ve bütün görünüşü ile de Allah tarafından bir tezkiredir.
12. Onun için bu tezkire ve öğüdün sıfatı olmak üzere buyruluyor ki: "O, kıymetli sahifelerdedir."
SUHUF, "Sahife"nin çoğuludur. Sahife, yazılı veya yazılacak kağıttan, kağıt tabakasından bir parçadır ki bizim Türkçe'de sahife dediğimiz "safha" dan daha genel mânâda yaprak ve varak dediğimiz parçadan ibarettir. "Sahife"nin çoğulu "sahâif" ve bir de kütüb (kitaplar) kalıbında "suhuf" gelir. Bu şekilde sahife ve suhuf; mektuba, risâle ve kitaba da denilir. Nitekim peygamberlere inmiş olan kitaplara suhuf denilir.
Mukaddimede geçtiği üzere Kur'ân sahifelerinin bir arada toplanıp şirazelenerek ciltlenmiş olduğu kitaba da "Mushaf" denildiğini biliyoruz. Kur'ân'ın böyle bir Mushaf'ta toplanması ilk önce Hz. Ebu Bekir (r.a) zamanında olmuştu. Ondan önce ise Kur'ân ta Mekke'de inişinden itibaren hem ezberlenmeye, hem yazılmaya başlanmış olmakla beraber her biri ağaçtan, deriden, taştan, kemikten yapraktan birer sayfa ve yassı, düz nesneler halinde yapılmış ve düzeltilmiş ayrı ayrı yüzlere, sahifelere yazılmış, özenle zaptedilip korunmuştu. Bunlara Mushaf gibi hepsi bir ciltte olmak mânâsına suhuf denilemese de her biri bir sahife demek olacağından "dağınık bir halde sahifeler" mânâsına suhuf sözü bunları da kapsar.
Burada ilk akla gelen, suhuf'tan maksadın Kur'ân sahifeleri olmasıdır ki bu sahifelerin, "Nûn, Kalem'e ve yazdıklarına andolsun."(Kalem, 68/1) âyetinde açıklandığı üzere yüce Kalem'in Levh-i Mahfuz'a yazdığı sahifeleri, meleklerin Levh-i Mahfuz'dan yazıp alarak vahiy ile getirdikleri sahifeleri ve sonra Mushaf sahifelerini teşkil eden genel mânâda Kur'ân sahifelerini ifade etmiş olması doğru ve sahihtir. Bunun bazan Levh-i Mahfuz, bazan Levh-i Mahfuz'dan yazılıp alınan sahifelere ve bazan da müslümanların sahifeleri olduğuna dair gelen rivayetler, sadece öyle olduğu şeklinde yorumlanmayıp, konunun çeşitli yönlerini açıklamak için gelmiş olsa gerektir. Bu şekilde şu zikrolunan niteliklerde Kur'ân yazılan bu sahifelerde tanınması gereken vasıfları ve hükümleri açıklamaktadır. Öyle sahifeler ki,
13. Değerli, yüce Allah katında şeref ve ikram ile seçkin kılınmış, hürmet ve saygı ile kabul edilip alınması gereken, saygı değer, hürmet edilen yüksek tutulmuş, kıymeti yüce, yukarı, el üstünde tutulması gerekli. Bu nedenle mushaflar yüksek, hürmetli yerlere konmalı ve okunurken belden yukarı tutulmalıdır. Tertemiz. Maddî ve manevî kir bulaştırılmaz, son derece temiz tutulmasına özen gösterilir, kirli, taharetsiz eller sürülmez, tertemiz.
14. Kâtiplerin elleriyle veya ellerinde. Kelimesi, zarf-ı müstakar olarak "kâtiplerin ellerindeki sahibeler" mânâsına suhuf'un bir başka sıfatı olabileceği gibi, "mutahhere" kelimesiyle alakalı bir zarf olarak "kâtiplerin elleriyle tertemiz yapılmış" mânâsında olması da düşünülebilir.
SEFERE, "Sfir"in çoğuludur. Kâtib'in çoğulu ketebe geldiği gibi.
Sfir, ketb (yazmak) kalıbında ve aynı mânâda yani, yazı yazmak demek olan sefr'den türemiş olup kâtip, kitap yazıcı, hattat mânâlarına gelir. Nitekim bu kökten sifr'in kitap demek olduğu "Kitapları taşıyan"(Cum'a, 62/5) âyetinin tefsirinde geçmiştir.
Bu maddenin aslı örtülü şeyi açmak mânâsına konulmuş bulunduğu ve yazı yazmak da mânâ ve maksadı bir nevi açıklamak ve izah etmek demek olduğu için yazmaya sefr, yazana sfir, yazılan şeye de sifr denilmiştir. Sefr yine bu münasebetle süpürmek mânâsına da gelmesi açısından bundan, sfir, süpürüp temizleyici demek de olabilir.
Bir yerden bir yere gitmek mânâsına bildiğimiz sefrdensâfir, yolcu veya seferber mânâsına da gelirse de bunun çoğulunda "sefere" denilmeyip "esfr" veya "süffr" denilir. Sfir bir de "sefir" mânâsına gelir ki iki topluluk arasındaki soğukluğun sebeplerini ortaya çıkarıp düzelten "elçi" demektir. Bunun mastarında sefer'den çok sifâret ve sefâret kullanılır.
Şu halde sahife'lere göre sefere; yazan kâtipler veya getiren elçiler veya süpürüp temizleyen kitap bekçileri, kitapçılar demek olabilir. Çoğunlukla yazıcı veya elçi olan melekler mânâsına tefsir edilmiştir.
Buharî'de rivayet olunan tefsirler şöyledir: Mutahhere, "Ona tertemiz olanlardan başkası el süremez."(Vâkıa, 56/79) demektir. Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir ve onlar meleklerdir. Bu, "İş çevirenlere andolsun." (Nâziât, 79/5) gibidir. Hem melekleri, hem sahifeleri tertemiz kılmıştır. Çünkü sahifeler tertemiz yapılır. Bu nedenle sahifeleri taşıyanlar da tertemiz kılınmışır: Sefere, meleklerdir. Tekili Sfir'dir "aralarını düzelttim" demektir. Melekler Allah'ın vahyi ile indiklerinde ve onu eda etme hususunda toplumun arasını düzelten elçi gibi kılınmıştır. İbnü Abbas da: "Sefere, kitapları yazan kâtiplerdir." demiştir.
Görülüyor ki burada üç önemli mânâya değinilmiştir:
ÖNCE, "Mutahher" kelimesi. Bu "ancak tertemiz melekler dokunabilir" demek olarak sahifeleri taşıyanların da temiz kılındığına işaret edilmesi onun mef'ûlü (tümleci) olan "kâtiplerin elleriyle"nin de onların taşıyıcıları olan meleklerin elleri demek olacağına bir dikkat çekme mânâsı taşır ki, bunda sefere'nin, temizliği korumak için daima süpürüp temizleyen taşıyıcılar, koruyucular mânâsına bir işaret vardır.
İKİNCİ OLARAK, Sefere kelimesi. Sefere, elçiler mânâsına olarak vahyi getiren melekler diye tefsir olunmuş ve vahyi taşıyanlar bu şekilde izah edilmiştir ki bunda önceki mânâ da dahildir. Ancak özel bir mânâ ifade etme durumu vardır.
SON OLARAK da, İbnü Abbas'tan nakledildiğine göre Sefere, "kitapları yazanlar" mânâsınadır ki bu da taşıyıcıları diğer bir mânâ ile tahsis olmakla beraber, bir başka açıdan da genelleştirmektir.
Bu kâtiplerden maksat nedir? Bundan ilk önce "Nûn, Kalem'e ve onların yazdıklarına andolsun."(Kalem, 68/1) âyetinde geçen kalem ile yazanlar akla gelir ki, bunlar Levh-i Mahfuz'u yazan Melekler ile Levh'ten ilâhî kitapları emrolunan yerlere teslim etmek üzere hak yazılarıyla yazan melekleri, aynı şekilde kulların amel defterlerini yazan melekleri kapsadığı gibi bu kalemin, insanların kullandıkları kalemi kapsaması halinde de Mushaf yazan hattatları kapsayarak onların vazife ve niteliklerini de bildirmiş olur. Bu nedenle genellikle tefsirciler sefere'nin sefr (yazmak) ve sefâret (elçilik yapmak)'ten olmak üzere iki mânâsı üzerinde yürümüşler, çokları bunların sadece melekler olduğunu, bazıları da peygamberler olduğunu söylemişlerdir. Katade'den gelen bir rivayette de "Kur'ân ehli" diye genelleştirilmiştir. Gerçi "elçilik" mânâsında; melekler, yüce Allah'tan peygamberlere vahiy getirmek itibariyle elçi durumunda oldukları gibi, Peygamberler de ümmetlerine göre elçi demek iseler de burada özellikle Kur'ân sahifeleri anlatılırken gerek elçilik gerek yazıcılık açısından genel olarak bundan peygamberler mânâsını çıkarmak uzak olur. Bundan özellikle Kur'ân'ın inişinde ve korunmasında, ilk ve son yazılışında ve anlaşılmasında hizmeti olan Kur'ân taşıyıcılarının kastedilmiş olması gerekir.
15. Sefere maddesi esasen "açmak" mânâsına konulmuş olması itibarıyla sahifeleri getiren elçilerin, yazan kâtiplerin ve yazılarını tertemiz muhafaza eden veya anlatan ve okuyanların hepsinin ellerini ihtimal üzere değil, karşılıklı alıp verme suretiyle kapsayan bir mânâ da anlaşılabilir. Ancak unutulmamak gerekir ki bu sefere Onlar değerli ve takva sahibi sıfatlarıyla nitelenmiştir.
KİRÂM, keramet veya kerem kökünden türetilen "kerim"in çoğuludur. Değer vermek ve saygı göstermek mânâsına gelen keramet'ten olduğuna göre, yüce Allah katında değer verilen ve saygı duyulanlar demek olur. Lütuf ve bağış mânâsına gelen kerem'den türemiş olduğuna göre de, müminlere karşı iyiliksever ve şefkatli, onlara söyler ve onlar için mağfiret talep ederler demek olur.
BERARA, de ebrâr gibi berr'in veya bârr'in çoğuludur. Berr'in çoğulu olduğuna göre, çok hayır sahibi, bârr'in çoğulu olduğuna göre de söz ve fiillerinde doğru demek olur ki, ikisini de kapsamak üzere "takva sahibi kişiler" diye tefsir edilmiştir. Bazıları demiştir ki: Kur'ân'da ebrâr, Âdem oğullarından olanlar hakkında; berara da melekler hakkında kullanılmıştır. Zira ebrâr, azlık bildiren bir çoğuldur. İnsanoğulları içinde takva sahipleri de azdır. Berara ise, çokluk bildiren bir çoğuldur. Melekler de insanoğlundan çok olduğu gibi takvalıları da çoktur ve hatta hepsi takvalıdır, "Allah kendilerine ne emrettiyse karşı koymazlar ve her neye memur iseler yaparlar."(Tahrim, 66/6). Bunun için şeriat dilinde "sefere-i kiram-ı berara" (değerli ve takva sahibi elçiler), melekler olarak şöhret bulmuştur. Çünkü Sefir ve Resul kelimelerinin taşıdığı elçi mânâsı, melaike kelimesinin de mânâsıdır. Şu halde bu vasıf, ibaresinin taşıdığı mânâ dolayısıyla melekler hakkında doğrudan doğruya nass, insanlardan bu nitelikleri taşıyanlar hakkında da dolaylı yoldan işarettir. Buna işaret içindir ki, Buharî'de bunun yukarıdaki gibi tefsiri yapıldıktan sonra Hz. Aişe'den şu hadis rivayet edilmiştir:
Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Kur'ân'ı ezberleyerek okuyanın misali, sıfat ve şanı değerli ve takva sahibi elçilerle beraberdir. Kendisine zor geldiği halde teahhüd edip çalışarak okuyanın misali ise, ona iki ecir vardır."
İşte bu Kur'ân, böyle değerli ve takvalı elçiler ellerinde öyle tertemiz, yükseltilmiş, saygı değer sahifeler içinde bir öğüttür. Onun için bunu dileyen öğüt alsın, dileyen düşünsün, bellesin, amel etsin.
Tezkire ve tezkir kelimelerinde yeni bir şey telkin etme mânâsı da bulunmakla beraber az çok duyulmuş bir şeyi hatırlatmakla düşünme ve uyanıklığı harekete geçirmek ve bilinenden bilinmeyene doğru hareket ve geçişi hızlandırmak mânâsı esas olduğu için bu hatırlatmadan sonra insana Allah'ın yaratma gücüyle ahiretin korku ve dehşetini duyurmak ve ona karşı görev ve kulluk duygusunu harekete geçirerek iman ve İslâm ile temizlenme ve yücelme şevkini uyandırmak ve bunların şahitlerinin, insanın kendi yaratılış ve tabiatında toplanmış olup başkaca anlaşılması zor, uzun uzadıya kanıtlamalara gerek olmaksızın sadece uyarı ve hatırlatma ile duyulabilecek hakikatlar olduğunu anlatmak için insan yaratılışının gelişme şeklinde herkesin duyabileceği en belirgin noktaları hatırlatarak kendini ve yaratıcıyı; başlangıcını ve sonunu düşündürmek üzere buyruluyor ki:
16. O kahrolası insan ne nankör şey!, Müddessir'de de geçtiği gibi Arapça'da "kutile", Türkçe'de "kahrolası" tabiri gibi öfke ve yermeyi gösteren beddua suretinde kınama ve ayıplamadan kinayedir. "Öyle fena bir durumda bulunuyor ki, hayata hakkı kalmayacak derecede" demektir. nankörlük mânâsına gelen "küfran" kökünden türetilmiş hayret ifade eden bir fiil olup o bedduanın sebep ve kaynağını beyandır. Yani o öfke ve ayıplamanın sebebi, insanın şükredecek yerde hayret edilecek derecede nankörlükte ileri gitmiş olmasıdır. Çünkü nankörlük etmek ahlâksızlığın en adisi olduğu gibi vücudunun başlangıcından son anına kadar nail olduğu nimeti unutmak, nimeti verenden ve onun gücünden gafil olmak, hem de hatırlatıldığı halde nazar-ı itibara almamak kuşkusuz ki nankörlüğün en hayret edilecek biçimidir.