73-MÜZZEMMİL:
وَذَرْنِي وَالْمُكَذِّبِينَ أُولِي النَّعْمَةِ وَمَهِّلْهُمْ قَلِيلاً {11} إِنَّ لَدَيْنَا أَنكَالاً وَجَحِيماً {12} وَطَعَاماً ذَا غُصَّةٍ وَعَذَاباً أَلِيماً {13} يَوْمَ تَرْجُفُ الْأَرْضُ وَالْجِبَالُ وَكَانَتِ الْجِبَالُ كَثِيباً مَّهِيلاً {14} إِنَّا أَرْسَلْنَا إِلَيْكُمْ رَسُولاً شَاهِداً عَلَيْكُمْ كَمَا أَرْسَلْنَا إِلَى فِرْعَوْنَ رَسُولاً {15} فَعَصَى فِرْعَوْنُ الرَّسُولَ فَأَخَذْنَاهُ أَخْذاً وَبِيلاً {16} فَكَيْفَ تَتَّقُونَ إِن كَفَرْتُمْ يَوْماً يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ شِيباً {17} السَّمَاء مُنفَطِرٌ بِهِ كَانَ وَعْدُهُ مَفْعُولاً {18} إِنَّ هَذِهِ تَذْكِرَةٌ فَمَن شَاء اتَّخَذَ إِلَى رَبِّهِ سَبِيلاً {19}
Meal-i Şerifi
11- O yalanlayıcı zevk ve refah sahiplerini bana bırak, onlara biraz mühlet ver.
12- Zira bizim yanımızda bukağılar var, bir cehennem var.
13- Boğaza duran bir yiyecek, elem verici bir azap var.
14. O gün yer ve dağlar sarsılacak, dağlar erimiş bir kum yığınına dönecek.
15. Doğrusu biz size tanıklık edecek bir elçi gönderdik. Nitekim Firavun'a da bir elçi göndermiştik.
16. Firavun o elçiye isyan etmişti. Biz de onu ağır bir yakalayışla yakaladık.
17. Peki inkâr ederseniz, çocukları ihtiyarlatacak o günden (kıyamet gününden) kendinizi nasıl kurtaracaksınız?
18. O günün dehşetinden gök yarılır. Allah'ın sözü kesinlikle gerçekleşmiştir.
19. İşte bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol tutar.
11. Ama onlar kötülüklerinde devam edip gitsinler mi? diye kalbe bir sıkıntı ve şüphe gelmemek ve bunun kesinlikle geçici olacağı anlatılmak için de buyruluyor ki, ve bana bırak o nimetler içinde zevk sürerek rahat yaşamak isteyen bolluk içindeki inkârcıları ve mühlet ver onlara biraz. Keşşâf'ın açıkladığına göre "na'me", Fatiha'da geçtiği gibi bolluk ve nimet içinde yaşama; ni'me, nimet vermek; nu'me ise, sevinç ve neşe mânâsınadır. "Refah sahipleri, zevkine düşkün kimseler" demektir ki, Kureyş'in ileri gelenleri böyle idi. Dilimizde de bilindiği gibi "sen onu bana bırak" demek, "ben onun tamamen hakkından gelirim" demektir. Yani, "sen yorulma, merak etme, onları sedece bana bırak ve acele etme, onlara çok değil biraz mühlet ver, ben onların tam olarak haklarından gelmeye ve cezalarını vermeye yeterim."
12. Çünkü bizim yanımızda. Sende olmayan ve başkalarının yanında bulunmayan nice tomruklar görülmedik ağır ağır bukağılar ve son derece salgın bir ateş var.
13. Ve boğaza takılan bir yiyecek, zakkum, irin, zehirli ve dikenli bitki gibi ki, boğaza girdi mi ne yutulur, ne çıkarılabilir. Ve her acıdan daha elem verici, dayanılmaz bir azap vardır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu âyeti okuduğu zaman haykırdığı rivayet edilir.
Hasan Basri bir gün oruçlu iken iftar edeceği sırada kendisine bir yemek getirilmiştir. Tam o anda bu âyet aklına geliverdi, "yemeği kaldırın" dedi. İkinci akşam konuldu, yine hatırana geldi, yine "kaldırın" dedi. Üçüncü akşam yine öyle. Sâbit-i Benânî'ye, Yezid-i Dabbî'ye ve Yahya el-Bekkâ'ya haber verildi, onlar geldiler ve sonunda biraz kavut şerbeti içmeyince bırakmadılar.
Razî şöyle der: Bu dört mertebeyi ruhani cezalar şeklinde yorumlamak da mümkündür: Enkâl, nefsin cismâni ilgiler ve bedensel lezzetler bağına bağlanıp kalmasıdır. Çünkü nefis dünyada bunlara sevgi ve arzu yatkınlığı kazanmış olduğu için bedenden ayrıldıktan sonra hasret ve kaygısı artar, kazanç aletleri harap olmuş kalmamış bulunduğu için, daha evvel elde ettiği meleke ve yatkınlık onun kurtulup da ruh ve huzur âlemine geçmesini engelleyen engeller, tomruklar halini alır. Sonra o ruhani bağlantılardan ruhani ateşler çıkar. Çünkü nefsin bedensel durumlara aşırı meyli ile beraber onları elde etme imkanı bulamaması, bir kimse aradığı şeyi bulamayınca gönlünün yanması gibi, şiddetli bir iç yanmasını gerektirir ki, işte o ikinci mertebe, yani âyette anlatılan "cehim" dir. Sonra da o yoksunluk tasalarını ve ayrılık elemlerini yutmaya uğraşır ki, işte bu da "taâmen zâ gussa"dır. Daha sonra o bu içinde bulunduğu durumlar sebebiyle ilâhî nurun tecellisini görmekten ve mukaddes varlıklar zincirine katılmaktan yoksun kalır ki, bu da hepsinden şiddetli olan "azaben elima"dır. Razi bunları söyledikten sonra özellikle şu hatırlatmayı yapmayı da unutmayıp şöyle der: Sözüm yanlış anlaşılmasın. Ben, âyetten maksat, yalnız bu ruhani mânâlardır, demek istemiyorum. Diyorum ki, âyet hem cismani, hem de ruhanî dört mertebenin meydana gelmesini ifade eder. Âyeti her ikisine de yorumlamak imkânsız değildir. Her ne kadar lafız, cismani mertebelere göre hakikat, ruhanî mertebelere göre meşhur ve herkesin bildiği mecaz ise de. Yani genel mecaz ile hakikat ve mecazı bir araya toplamak veya işaret ve delalet sahih olur.
Buna ipucu (karine) da sûrenin başından beri gelen açıklamaların yalnız maddiliğe mahsus olmaması ve elem ve sıkıntıların maddeden çok ruh ile ilgili bir iş olmasıdır. Zira ruh ile ilgisi olmayan bir cansız varlığın yanarken azap çekmesi tasavvur olunamaz.
14. Bunların ne zaman olacağına gelince, yerin ve dağların sarsılacağı, ve o sivrilip duran dağların erimiş kum yığınına döneceği gün. O gün yeryüzü dümdüz olacak. Burada eriyen dağların olacağı anlaşılıyor ki, bu değişimde hepsi sarsılmakla beraber özellikle büyüklerinin yıkılacağına işaret vardır. (Hâkka Sûresi'ne bkz.)
15. Buraya kadar hitap Peygamber (s.a.v)'e idi. Peygamber'i bu şekilde hazırladıktan sonra, ilk önce âyetlerin iniş sebebi olan Mekke müşrikleri dahil olmak üzere inkârcılara hitap edilerek Hz. Muhammed (s.a.v)'in Peygamber olarak gönderildiğini duyurmak için buyuruluyor ki: Haberiniz olsun, biz size bir elçi gönderdik. Allah'ın emirlerini size ulaştıracak; üzerinize şahit, kendisine karşı yaptıklarınıza şahit olarak inkârlarınıza, yalanlamalarınıza o kıyamet günü aleyhinizde tanıklık edecek. Aynı şekilde biz Firavun'a da bir elçi göndermiştik. O Musa idi. Bu benzetmede üç mânâ vardır.
BİRİSİ, Bakara ve Saff sûrelerinde geçtiği üzere Tevrat'ta Hz. Musa'ya hitaben son Peygamber hakkında "Senin gibi bir elçi" diye haber verilmiş olan elçinin bu elçi olduğunu açıklamaktır.
İKİNCİSİ, o vakit Mekke Cumhuriyeti'ni idare eden müşriklerin Firavun gibi zalim ve zorba olduklarına işarettir.
16. ÜÇÜNCÜSÜ de netice olan şu korkutmayı anlatmaktır. Ki Firavun o elçiye isyan etti de biz o Firavun'u korkunç bir tutuşla tutup, alıverdik.
17. Firavun'un durumu böyle olunca inkâr ettiğiniz takdirde siz nasıl korunabilirsiniz? Yeni doğmuş çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek olan o günden nasıl korunacaksınız? Bu o kadar korkunç, o kadar şiddetli acı bir gündür. Çünkü "gam ve keder saç ağartır" diye bir darb-ı mesel vardır. Bununla beraber bunda o günün gelmesine, yeni neslin ihtiyarlık çağına girecekleri bir zaman kadar süre bulunduğuna ve kuşaktan kuşağa olacak değişikliklere bir işaret de olabilir.
18. O gün sebebiyle gök çatlayacaktır. O öyle dehşetli bir gün ki yalnız dağlar erimek, çocuklar kocalmakla kalmayacak, o yüksek gök bile yarılıp ayrılacak, ilâhî emir gelip yeni bir âlem kurulacak. Böyle şey olur mu? denilmesin. Allah'ın vaadi yapılagelmiştir.
19. İşte (bu hatırlatmaları, bu uyarıları kapsayan) âyetler bir tezkire yani bir öğüt ve nasihat mânâsı taşıyan bir duyurudur. Artık dileyen Rabbine bir yol tutar. O günün şiddet ve dehşetinden korunmak ve Rabbine esenlik içinde ermek için iman, itaat ve güzel amelle Allah'a yaklaşmaya çalışır.