70-MEARİC:
سورة المعارج (70) ص 568
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
سَأَلَ سَائِلٌ بِعَذَابٍ وَاقِعٍ {1} لِّلْكَافِرينَ لَيْسَ لَهُ دَافِعٌ {2} مِّنَ اللَّهِ ذِي الْمَعَارِجِ {3}
Meal-i Şerifi
1- Bir isteyen, olacak azabı istedi.
2- Kâfirler için onu savacak yok.
3- O, derece ve makamların sahibi Allah'tandır.
1. İstedi, dilendi, dua etti, sordu anlamlarına gelir. "İstedi" mânâsı diğer mânâların hepsini ifade edebilir. Nâfi, İbnü Âmir, Ebu Cafer kırâetlerinde hemzesiz gibi okunur ki, aynı mânâya gelebilmekle beraber "aktı" demek de olur. "Bir sâil yani bir isteyen veya soran yahut akan bir sel".
Burada tefsirciler bu âyetin iniş sebebi ile ilgili üç görüş zikrederler.
BİRİNCİSİ, Nadr b. Hâris "Ey Allah! Eğer bu senin tarafından gelmiş bir hak kitap ise, durma üzerimize gökten taşlar yağdır veya bize daha acıklı bir azap ver."(Enfal, 8/32) demişti. Bunun üzerine bu âyet indi. Çoğunluğun görüşü budur. Bazıları Ebu Cehil'in "Haydi üzerimize gökten bir parça düşürüver."(Şuara, 26/187) demesi üzerine indiğini söylemişlerdir.
İKİNCİSİ, Hasen ve Katâde şöyle demişlerdir: Yüce Allah Hz. Muhammed (s.a.v)'i gönderip müşrikleri azap ile korkutunca, müşriklerin bir kısmı bir kısmına, "sorun bakalım Muhammed'e. Bu azap kimin içinmiş ve kimin başına inecekmiş" dediler. Bunun üzerine yüce Allah "Bir soran, olacak azabı sordu." buyurarak onlardan haber verdi. İbnü Enbari: "Buna göre, "sordu" demektir. de yani "azabı" mânâsında kullanılmıştır. Bu, "Onu herşeyden haberdar olana sor."(Furkan, 25/59) âyetine benzer. O âyette de takdirinde olup "Onu" demektir.
ÜÇÜNCÜSÜ, bazıları da şöyle demiştir: Hz. Peygamber kâfirler için acele bir azap istemişti. Yüce Allah da: "Onların başına azap gelecektir. Onu savacak kimse yoktur, biraz sabret, güzel bir sabır gerekiyor." buyurdu. Çünkü "O halde güzel bir sabırla sabret." emri Peygambere geldiğinden isteyenin de o olduğunu gösterir. Bununla beraber birinci mânâ daha sağlamdır. Bu durumda Peygambere "sabret" emri, bu azabı isteyenin veya soranın küfür edip inkârda bulunarak eziyet vermek istemesi dolayısıyladır. Meydana gelmiş ve meydana gelecek mânâlarına olabilir. Burada maksadın ikincisi olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber, "Daha önce bunun benzeri kâfirlerin başına gelmiştir. Onun başına da gelecektir." demek olabileceği gibi, "Meydana gelmesine ilâhî emir taalluk etmiştir. Vakti gelince olacaktır. Onu, vuku bulmuş bir emir bil." mânâsına olması sözün akışına daha uygun düşmektedir. Ki, "kesinlikle ilerde vuku bulacağı için vuku bulmuş denilmiştir" diye meşhur olan nükte de bu mânâ ile açıklanabilir.
2. Kâfirler için. Bu kelime, "vâki" kelimesinin sılası, yahut "azab" kelimesinin sıfatı yahut "seele" fiili ile ilgilidir. Başında bulunan "lâm" harfi sebep bildirmek için de kullanılmış olabilir. "O, kâfirler içindir." şeklinde yeni bir başlangıç cümlesi de olabilir.
Bu kısım, azab'ın sıfatı, yahut hâl, yahut başlangıç cümlesi olabilir. Azabın sıfatı olduğuna göre mânâ "Kimsenin defedemiyeceği bir azap" şeklinde olur. Hâl olursa "Hiç kimsenin defedemiyeceği halde" demek olur. Yahut "Kâfirler için onu savacak yoktur." meâlindedir.
3. Allah'tan. "Allah'tan savacak" ve "Allah'tan gelen" demektir. "Mirâclar sahibi olan Allah". Bu, Allah'ın sıfatıdır.
MEÂRİC, Mirâc gibi veya aynı anlamda mim harfinin kesresi ile "minber" kalıbında "mi'rec" veya mimin üstünü ile "menhec" kalıbında "ma'rec" kelimelerinin çoğuludur. "Uruc" ve "Suud", yani aşağıdan yukarıya çıkma aletleri, merdivenler ve asansörler, yahut çıkılacak dereceler, mertebeler, yükseklikler demektir. "Zi'l-meâric" de bunların sahibi demek olur. Tefsirciler "Meâric" kelimesinin tefsirini yaparken başlıca dört yorum getirmişlerdir.
BİRİNCİSİ, İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere "gökler, yüksek dereceler" demektir ki, melekler bunlarda gökten göğe yükselirler. Bazıları da bunlar için gök demeden, "meleklerin emir ve yasaklarla çıktıkları asansörler ve derecelerdir" demişlerdir.
İKİNCİSİ, Katâde'nin rivayetine göre, faziletler, nimetler ve yücelikler, yani yükseklikler ve yüksek yüksek lütuflar ve nimetlerdir. Çünkü Allah'ın lütuf ve nimetlerinin birçok dereceleri vardır. Bunlar insanlara çeşitli mertebelerde ulaşırlar.
ÜÇÜNCÜSÜ, Cennette Allah'ın, dostlarına ihsan ettiği derecelerdir, denilmiştir.
DÖRDÜNCÜSÜ, manevî ve ruhî mertebelerdir. Fahreddin er-Râzî tefsirinde bu yorumu açıklayarak şöyle der: "Gökler yükseklik ve alçaklıkta, büyüklük ve küçüklükte farklı olduğu gibi meleklerin ruhları da kuvvet ve zayıflıkta, olgunluk ve eksiklikte, ilâhî marifetlerin vukuunun çokluğunda ve bu âlemin işlerini çevirme kuvvetinin şiddet ve azlığında farklıdırlar. Yüce Allah'ın rahmetinin bolluğunun eseri ve nimetlerinin nuru, gerek olağan ve gerekse olağanüstü yollarla bu âleme "Derken bir iş çevirenlere andolsun"(Nâziat, 79/5) ve "Derken bir emir taksim edenlere andolsun"(Zariyât, 51/4) buyrulduğu üzere o ruhlar aracılığıyla ulaşması nedeniyle yüce sözü, bu âlemden ona ihtiyaç basamaklarının yükselmesi için çıkış ve o âlemden buruya rahmet eserinin inmesi için iniş aletleri olan o değişik ruhlara işaret olabilir.
" Âlûsi de bunu şöyle açıklar: Bir de meâric, amellerin ve zikirlerin bulunduğu manevî makamlar; bir tarikata girmiş olan müminler için de o yolda yükseldikleri mertebeler, yahut meleklerin mertebeleri denilmiştir.
Bunun sadece ruhî ve manevî makamlar için olduğunu söylemeleri,
BİRİNCİSİ, âyette sadece meleklerin ve Ruh'un yükseldiğinin zikredilmiş olması,
İKİNCİSİ, Allah'ı cisme benzetme kuruntusuna düşülmemek için Allah'ın noksan sıfatlardan uzak olduğu kuralına uyulması düşüncesinden çıkmış olması gerektir. Fakat yer ve göklerin maddî olması, onların mülkünü elinde bulunduran ve cisimlerin ve ruhların yaratıcısı olan yüce Allah'ın bir cismî olmasını gerektirmeyeceği gibi, meâricin hem cismânî hem ruhanî olması da onların sahibi olan yüce Allah'ın noksan sıfatlardan uzak olmasına zıt olmaz. Zira, birisinin bir şeyin sahibi olduğunu ifade etmekte kullanılan kelimesi ile yapılan tamlamalar, sahib olunan şeyle onun sahibi arasında bir cüz'iyet - külliyet (parça bütün) ilişkisi olduğunu göstermez. Nitekim Zü'l-Mâl, mal sahibi, demektir. Bu, mal sahibinin malının içine hulul edip girerek onunla bütünleştiğini ifade etmez. Aynı şekilde yukarılara doğru yükselenlerin melekler ve Ruh olması çıkılan basamak ve derecelerin de sırf manevî ve ruhanî olmasını gerektirmez. Cismani ve ruhaniliğin üstünde olan yüce Allah'a yükselmek de cismanî ve ruhanî mertebelerin hepsinin üstüne yükselmek demek olacağı için o da bunlardan birine mahsus olmayı gerektirmez. Aksine bu makamda onların fani ve yok olucu olduklarını hissettirir. Bu mânâ ve hakikat iyice düşünülebilirse "meâric"ten maksat, İbnü Abbas'tan rivayet olunduğu üzere maddî ve manevî bütün varlık mertebelerini kapsayan dereceler demek olup meleklerin ve ruhların çıkıp indiği cismanî, ruhanî âlemlerin, tabaka tabaka bütün mertebe ve derecelerini, zi'l-meâric (dereceler sahibi) sıfatı da yüce Allah'ın bunların hepsinin sahip ve maliki ve hepsinin döneceği ve en son varacağı yer olmak sıfatıyle hepsinden yüksek olan yücelik ve ululuğunu ifade eder ki, bu mânâ Zi'l-Arş (Arş'ın sahibi) vasfı gibidir.