69-HAKKA:

هَلَكَ عَنِّي سُلْطَانِيهْ {29} خُذُوهُ فَغُلُّوهُ {30} ثُمَّ الْجَحِيمَ صَلُّوهُ {31} ثُمَّ فِي سِلْسِلَةٍ ذَرْعُهَا سَبْعُونَ ذِرَاعاً فَاسْلُكُوهُ {32} إِنَّهُ كَانَ لَا يُؤْمِنُ بِاللَّهِ الْعَظِيمِ {33} وَلَا يَحُضُّ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ {34}

سورة الحاقة (69) ص 568

فَلَيْسَ لَهُ الْيَوْمَ هَاهُنَا حَمِيمٌ {35} وَلَا طَعَامٌ إِلَّا مِنْ غِسْلِينٍ {36} لَا يَأْكُلُهُ إِلَّا الْخَاطِؤُونَ {37}

Meal-i Şerifi

29- Gücüm de benden yok olup gitti."

30- (Zebanilere şöyle denir): "Onu yakalayın da bağlayın."

31- "Sonra cehenneme atın onu."

32- "Sonra da boyu yetmiş arşın zincir içerisinde onu oraya sokun."

33- Çünkü o, büyük Allah'a inanmıyordu.

34- Yoksula yedirmeye teşvik etmiyordu.

35- Bu sebeple bugün burada onun candan bir dostu yoktur.

36- Bir irinden başka yiyecek de yok.

37- Onu günahkârlardan başkası yemez.

29. Yok olup gitti benden saltanatım Kendisiyle iftihar ettiğim, böbürlendiğim, herkesin başına ekşidiğim, güvendiğim mülküm, hakimiyetim, servet ve zenginliğim, yahut tutunduğum bütün delil ve tutanaklarım. Felâketler içinde yoksul ve güçsüz, çaresiz kaldım. Böyle bir sözle pişmanlık ve hasret belli ki dünya saltanatına güvenip de hesabını yanlış tutan, başkalarına ceza verdiği halde kendisinin cezalandırılacağını inkâr ederek haksızlık ve zulüm eden mal ve saltanat sahiplerine aittir. Tefsirciler burada şu nükteli öyküyü kaydederler:

Adududdevle lâkabını almış olan Fena Husrev b. Büveyh şu şiiri söylemiş:

"Dolu kadehlerden içmek her zaman değil, ancak yağmurlu havada ve bir seher vakti cariyelerin şarkıları içinde, saz telleri arasında insanın aklını başından alan narin ve cilveli kızların, yumuşak bedenlerin o dolgun kadehi kaynağından çıkararak o insan üstü zata sâkilik yaparak şarap sundukları bir sırada olur. O zat ki devletin pazısı ve Rüknüddevle'nin oğlu Adududdevle, padişahlar padişahı ve kaderi yenen "gallâbu'l-kader"dir.

Kendisine "gallâbu'l-kader" yani "kaderi yenen" demişti. Fakat çok geçmeden delirmiş ve dili bu âyetten başkasını söylemez olmuş "Malım hiçbir işime yaramadı, saltanatım yok olup gitti." diye diye can verip gitmişti. Ölüm herşeyi bitirici oldu mu? Artık orasını Allah bilir. Şimdi görülmüş bir şey varsa bu sözü defterine sağ eliyle yazmamış ,"gallâb-ı kader" (kaderi yenen) dediği "pâmal-ı kader" (kaderin ayağı altında ezilen) olup gitmiş ve cihan böyle neler yutmuştur. Yüce Allah'tan hakkımızda selâmet ve esenlik dileriz. âyetlerinin sonlarında bulunan sakin harfi fetha üzerine durmak için getirilmiş "sekit hâ"sıdır. Her zaman sâkin okunur. Kelimenin aslı "kitâbiye, hisâbiye, mâliye, sultaniye" demektir.

30. Tutun onu yani öyle deyip duran kimseyi. Bu ve bundan sonraki emirler, yüce Allah'ın zebânilere verdiği emirlerdir. O kimsenin ağzından o işe yaramayan mal ve saltanata söyleniyormuş gibi hikâye tarzında gizli bir "dedi" sözüyle söylenmiştir. Hemen bağlayın onu,

31. sonra ancak Cehim'e yaslayın onu. Cehîm, şiddetle köpüren büyük ateş, cehennemin en şiddetli tabakası. Burada Cehîm kelimesinin "yaslayın onu" fiilinden önce söylenmesi, fiile "sadece" ve "ancak" gibi mânâları kazandırmak içindir. Yani "başka yere değil, ancak Cehim'e atın onu" demektir.

32. Sonra bir zincirde ki, bu zincir boyu yetmiş arşın. Burada bu arşının nasıl bir arşın olduğu hakkında birçok söz söylemişlerse de bu gereksizdir. Bazıları, "Âyette geçen 70 sayısı tahsis için değil, "Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen de.."(Tevbe, 9/80) âyetinde olduğu gibi çokluktan kinayedir." demişler; bazıları da, "Açık olan sayıdır, hikmetini Allah bilir." demişlerdir. Bize öyle geliyor ki bu zincirden maksat, en iyisini Allah bilir, dünyadaki ömürdür. Cehenneme yuvarlanan onunla sallanır. Günler veya aylar zincirin birer halkası ve her senesi de ömrün bir birimi olması itibarıyla bu zincirin uzunluğu, uzunluk ölçüsü olan arşın ile ifade edilmiştir. Şu halde yetmiş arşın boyda demek yetmiş yaşında demek olur. Yetmiş denilmesi, yetmişin dışındaki sayıları sözün dışında bırakmak için değil, "Ümmetimin ömürlerinin çoğu altmış ile yetmiş yaş arasıdır" buyrulmuş olması göz önünde bulundurularak yetmiş yaşın, bu ümmette genellikle ömürlerin en uzunu olduğuna ve bir de yetmiş yaşına kadar dünyayı, ahireti anlamamış, tevbe edip iman etmeye ve düzelmeye yüz tutmamış olanların bundan sonra düzelmelerinin çok uzak olduğuna işaret olsa gerektir. Bu emrin hikmeti de şu iki cümle ile açıklanıyor:

33. Birincisi, Çünkü o kimse yüce Allah'a iman etmiyordu.

34. İkincisi, düşkünleri yedirmeye teşvik etmiyordu. Halkın fakirlerini gözetmiyor, onların ne yediğine bakmıyor, durumlarından anlamıyor, onlara bakma çarelerini araştırmıyor, yardımda bulunmuyor, kendi bakmadığı gibi başkalarını da teşvik etmiyor, sonra da kendisi bir fakir yemeğinde bulunacak kadar alçak gönüllü olamıyor, saltanat süreceğim diye halkı eziyor, onları korumayı düşünmüyordu.

35. Bugün de ona yok burada ne bir hamîm.

HAMÎM, lugatte başlıca üç anlama gelir.

BİRİNCİSİ, "veliyy-i hamim" sözünde olduğu gibi yakın, candan hısım veya dost demektir. Burada bununla tefsir etmişlerdir. Yani o Allah'a imanı olmayan ve fakirleri gözetip korumayan imansız zalimin o gün kendisini koruyacak bir acıyanı bulunmaz. Çünkü dünyada kendisine yardaklık eden bütün yakınları, dostları o gün kendisinden sakınırlar, kaçarlar. Bundan sonraki sûrede "Hiçbir dost, hiçbir dosta halini sormaz."(Meâric, 70/10) buyrulması da bu mânâdandır ve buna bir ipucu gibidir.

İKİNCİSİ, "Kaynar su"(Rahmân, 55/44) âyetinde olduğu gibi son derece sıcak su mânâsına gelir ki, cehennemin suyuna denilmesi bundandır. Burada bu mânâda olmadığı açıktır.

ÜÇÜNCÜSÜ, Kâmus'ta anlatıldığı üzere "soğuk su" mânâsına da gelir. Bu, iki zıt mânâyı ifade eden kelimelerdendir. Zira soğuk kaynak suyu sıcakta buğulanır. Burada bir önceki âyette geçen ve biraz sonra geçecek olan "yemek" kelimesiyle olan ilgiden dolayı bu mânâ daha uygun görünüyor.

36. Yani ne bir soğuk su ne de bir yemek, bir yiyecek, yahut tadacak ki böyle denildiğinde içeceği de kapsar. Ancak bir gıslinden başka bir şey yok. GISLÎN, gasl kökünden yıkantı ve yıkanma suyu mânâsına gelen "gusâle" yi andırır bir kelimedir ki dilcilerden bazıları yaradan akan irinin suyu demişlerdir. İbnü Abbas'tan gelen bir rivayete göre gıslın, "cehennemdekilerden akan irin", bir rivayette de "yemeğin en kötüsü, en pisi, en yutulmazı"dır. İbnü Zeyd'in,

"Gıslin ile zakkumun ne olduğunu kimse bilmez." dediği rivayet edilmiştir. (Zakkum hakkında Sâffat, 37/62-66 ve Vâkıa, 56/52, 53. âyetlerin tefsirine bkz.)

37. Bunun herhalde yiyecek cinsinden kötü bir şey olduğunu şu âyet anlatıyor: Onu o hâtiûn'dan, yani öyle işi gücü hata ve suç işlemek olan büyük günahkârlardan, canilerden başka kimse yemez. Günahın en büyüğü de en büyük zulüm olan şirktir. Görülüyor ki diye sona eren bu âyet yukarıda Firavun ve önündekilere ve Lût kavmine dair olan ve ile sona eren bu sûrenin dokuzuncu âyetini hatırlatmaktadır. Çünkü hâtiûn, "hâtı"in çoğuludur. Demek ki bunlar Firavun ve Lût kavmi gibilerdir ki onların en büyük günahı yalanlama ve isyan idi.

Şimdi akılla bilinmesine imkan olmayan o kıyametin başlangıcı, dehşeti, oluş tarzı ile neticesi, bu eşsiz açıklama ve korkutma ile belleyecek kulaklara haber verilip hatırlatıldıktan sonra bundan alınması gereken en büyük dersi, en önemli öğüdü, en mühim görevi hatırlatmak üzere buyuruluyor ki: