63-MÜNAFİKUN:
سورة المنافقون (63) ص 555
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا يَسْتَغْفِرْ لَكُمْ رَسُولُ اللَّهِ لَوَّوْا رُؤُوسَهُمْ وَرَأَيْتَهُمْ يَصُدُّونَ وَهُم مُّسْتَكْبِرُونَ {5} سَوَاء عَلَيْهِمْ أَسْتَغْفَرْتَ لَهُمْ أَمْ لَمْ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ لَن يَغْفِرَ اللَّهُ لَهُمْ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ {6} هُمُ الَّذِينَ يَقُولُونَ لَا تُنفِقُوا عَلَى مَنْ عِندَ رَسُولِ اللَّهِ حَتَّى يَنفَضُّوا وَلِلَّهِ خَزَائِنُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَفْقَهُونَ {7} يَقُولُونَ لَئِن رَّجَعْنَا إِلَى الْمَدِينَةِ لَيُخْرِجَنَّ الْأَعَزُّ مِنْهَا الْأَذَلَّ وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَعْلَمُونَ {8}
Meal-i Şerifi
5- Onlara: "Gelin, Allah'ın Resulü sizin için mağfiret dilesin." denildiği zaman başlarını çevirirler ve onların, büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün.
6- Onlara mağfiret dilesen de, dilemesen de onlar için birdir. Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, yoldan çıkmış bir toplumu yola iletmez.
7- Onlar öyle kimselerdir ki: "Allah'ın elçisinin yanında bulunanları beslemeyin ki dağılıp gitsinler." diyorlar. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır, fakat münafıklar anlamazlar.
8- Diyorlar ki: "Andolsun, eğer Medine'ye dönersek, daha üstün olan, daha alçak olanı oradan mutlaka çıkaracaktır." Üstünlük, ancak Allah'a, O'nun elçisine ve müminlere mahsustur. Fakat münafıklar bilmezler.
5. Hem onlara denildiği zaman yani hainlikleri meydana çıkıp da kendilerine nasihat yoluyla gelin Resulullah sizin için istiğfar ediversin günahlarınızın affına dua ediversin diye söylendiği vakit başlarını çevirdiler, kafa tuttular. Ve gördün ki onlar kibir taslayarak yüz çevirip yan çiziyorlardı.
6. Onlar için mağfiret dilesen de dilemesen de birdir. Allah onları asla affetmeyecektir. Çünkü Allah, zalimler topluluğunu doğru yola çıkarmaz. Bundan önce Tevbe Sûresi'nde "Onlar için ister af dile, ister dileme, onlar için yetmiş defa af dilesen, yine Allah onları affetmez.." (Tevbe, 9/80) âyeti nazil olmuştu, Resulullah yetmişten daha fazla af dilerim dedi. Bunun üzerine de bu âyet indirildi. (Adı geçen âyetin tefsirine bkz.)
7. Onlardır ki, "Resulullah'ın yanındakilere nafaka vermeyin ta ki dağılsınlar." diyorlar. Buhârî'de rivayet edildiği üzere Zeyd. b. Erkam (r.a) demiştir ki: "Bir gazada idim Abdullah b. Übeyy'i işittim şöyle diyordu: "Resulullah'ın yanındakilere nafaka vermeyin ta ki etrafından dağılsınlar. Onun yanından döndüğümüz zaman da her halde daha aziz (üstün) olan daha zelil (düşkün) olanı oradan çıkaracaktır." Ben bunu amcama söyledim. O da Peygamber (s.a.v)'e söylemiş, beni çağırttı, ben de anlattım. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) Abdullah b. Übeyy ve arkadaşlarına haber gönderip çağırttı. Onlar böyle bir şey söylemediklerine yemin ettiler. Resulullah da beni yalanlayıp onları tasdik etti. Bundan dolayı ben öyle kederlendim ki, (daha önce) asla öyle bir keder başıma gelmemişti. Gittim evde oturdum. Amcam da bana, "Kendini Resulullah'a yalanlatacak buğzettirecek kadar ileri gitmekteki maksadın ne idi?" dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ yi inzal buyurmuş, Peygamber (s.a.v), adam gönderip beni çağırttı ve (gelen vahyi) okudu ve bana, 'Allah seni tasdik buyurdu ey Zeyd' dedi." Bundan ve Tirmizî'nin bu konuda zikrettiği birinci rivayetinden anlaşıldığına göre bu sûrenin iniş sebebi yukarıda anlatılan hadise olmuştur. Tirmizî'nin ikinci rivayetinde ise bu olay daha geniş bir biçimde anlatılmıştır. Şöyle ki: "Yine Zeyd b. Erkam demiştir ki: "Resulullah'ın beraberinde bir gazada bulunmuştuk. Yanımızda a'rabilerden bazı insanlar vardı. Biz suya koşardık, a'rabiler bizi geçer ona daha önce varırlardı. Bir a'rabi arkadaşlarını da geçti. a'rabi önce vardı mı havuzu doldurur, etrafına taşlar koyar, üzerine sergi örter sonra da arkadaşları gelene kadar beklerdi. Ensar'dan birisi, bir a'rabinin yanına vardı, devesinin yularını salıverip sulamak istedi, ancak o bırakmak istemedi. Ensarî suyun üstündeki örtüyü çekivermişti. Bunun üzerine a'rabi de değneğini kaldırıp Ensarînin başına vurdu, başı zedelendi. Ensarî varıp münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy'e haber verdi. Çünkü o, Abdullah'ın arkadaşlarından idi. Abdullah b. Übeyy öfkelendi. Sonra da, "Resulullah'ın yanındakilere yiyecek vermeyin ta ki etrafından dağılsınlar." dedi. Bu sözüyle a'rabileri kasdediyordu. Yemek esnasında onlar Resulullah'ın yanında hazır bulunuyorlardı. Bu sebeble Abdullah şöyle dedi: "Muhammed'in yanından dağıldıklarında Muhammed'e yemeği götürün, O beraberindekilerle yesin." Sonra da arkadaşlarına dedi ki: "Vallahi Medine'ye dönerseniz her halde daha üstün olanlar daha düşkün olanları oradan çıkaracaktır." Zeyd demiştir ki:
"Ben Resulullah'ın arkasındaydım Abdullah b. Übeyy'in dediğin işittim, amcama haber verdim. O da Resulullah'a söyledi. Resulullah da haber gönderip Abdullah'ı çağırttı. Abdullah yemin ederek inkâr etti. Resulullah da onu doğrulayıp beni yalancı çıkardı. Sonra amcam bana geldi, "Resulullah'ı ve müslümanları darıltmaktan ve kendine yalancı dedirtmekten başka ne elde ettin?" dedi. Bunun üzerine beni öyle bir gam ve keder sardı ki böylesi, kimsenin başına gelmemiştir. Derken Resulullah ile beraber bir seferde yürüdüğüm sırada idi, merakımdan başımı bükmüş gidiyordum. O esnada Resulullah geldi, kulağımı büktü ve yüzüme güldü. Dünyada bana bunun yerine ebediliği verseler, bu kadar sevinmezdim. Sonra Ebu Bekr yanıma geldi ve "Sana Resulullah ne dedi?" diye bana sordu. Ben de, "Bir şey söylemedi, yalnız kulağımı büktü ve yüzüme güldü." dedim. "Müjd!e" dedi geçti. Sonra Ömer yanıma geldi, o da Ebu Bekr gibi aynı şeyi sordu. Vakta ki sabahladık, Resulullah (s.a.v) Münafıkûn Sûresi'ni okudu." Görülüyor ki bu rivayette (gelen vahiy) sûre diye ifade edilmiştir. Tirmizî'nin başka bir rivayetinde de âyetinin nazil olduğu söylenmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Zeyd bu olayı bir çok defa anlatmıştır. Herhalde bundan maksat, sûrenin inişi olacaktır. Bu hususta diğer hadis kitaplarında ve tefsirlerde daha teferruatlı bilgiler vardır. İbnü Cerir çeşitli rivayetleri zikrettikten sonra kısaca şunları nakleder: "Resulullah (s.a.v) haber almıştı ki Beni Mustalık kendisine karşı Hâris b. Ebi Dırar kumandasında toplanıyorlar. Resulullah bunu işitince onlara doğru yola çıktı. Nihayet sahile doğru Kudeyd nahiyesinden Müreysi denilen su üzerinde onlarla karşılaştı. Çarpıştılar, Allah Teâlâ Beni Müstalık'ı yenilgiye uğrattı. Onlardan vurulanlar oldu, oğulları, kadınları ve malları ganimet alındı. Beni Kelb b. Avf b. Âmir b. Leys b. Berk'den Hişam b. Dabade isimli bir adam da yaralanmıştı. Ensardan Ubade b. Samit'in takımından bir adam onu düşman zannederek hata sonucu vurmuştu. Derken insanlardan su almaya gelenler de suyun yanına gelmişlerdi. Bu sırada Beni Gıfar'dan Hz. Ömer'in atını çeken ücretli adamı Cehcah b. Said ile Abdullah b. Übeyy'in yeminli adamı Cüheyneli Sinan su yüzünden tartışıp kavga yapmışlardı. Sinan "Yetişin Ensar!" Cehcah da "Yetişin Muhacirler!" diye bağırmıştı. Abdullah b. Übeyy de bunun üzerine öfkelenmişti. Yanında kavminden bazıları vardı. Henüz genç yaşta bir delikanlı olan Zeyd b. Erkam da onların arasında idi. Abdullah şöyle demişti: "Bunu yaptılar ha! Beldelerimizde bizden nefret ettiler, ama çok oldular. Vallahi bizim düşmanlarımız olan "Celabib-i Kureyş" "Kureyş'in sürgünleri" ile durumumuz tıpkı, "Besle köpeğini yesin seni." sözünde olduğu gibidir. Amma vallahi Medine'ye dönersek herhalde üstün olanlar o zelilleri elbette çıkarır." dedi. Sonra da kavmine dönüp şunları söyledi: "İşte bunu siz kendiniz yaptınız. Onları memleketinize soktunuz mallarınızı onlarla bölüştünüz. Vallahi şimdi siz, ellerinizde bulunanı tutup sakınsanız, onlar memleketinizi terkedip giderler." Zeyd b. Erkam bunu duymuştu, gidip Resulullah'a haber verdi. O esnada Hz. Peygamber savaşı bitirmişti ve yanında Ömer b. Hattab vardı, "Ya Resulallah ! Abbad b. Bişr'e emret onu katletsin!" dedi. Resulullah buyurdu ki: "Nasıl olur ya Ömer! O zaman insanlar, Muhammed sahabilerini öldürüyor, diye laf ederler. Hayır, ancak söyle "hareket edeceğimiz" ilan edilsin." Bu öyle bir saatte idi ki o saatte yola çıkmak Resulullah'ın âdeti değildi. Verilen emir üzerine halk hareket etti. Abdullah b. Übeyy, Zeyd b. Erkam'ın haber verdiğini duyunca Resulullah'ın huzuruna vardı, "Billahi öyle bir şey söylemedim." diye yemin etti. Abdullah'ın, kavmi içinde şerefli bir yeri vardı. Onların büyüğü sayılırdı. Ensar içinde arkadaşlarından orada bulunanlar Abdullah'dan çekinerek ve onu müdafaa ederek, "Ya Resulullah! Çocuk, sözünde zanna kapılmış, Abdullah'ın söylediğini belleyememiş, uydurmuş olmalıdır." dediler. Resulullah tek başına kalıp yürüdüğü sırada Üseyd b. Hudayr yanına geldi, Nübüvvetle selam verdi, "Ya Resulallah! Âdet olmayan bir saatte yola çıktınız, bu saatte hiç çıkmazdınız." dedi. Resulullah, "Duymadın mı arkadaşınız ne demiş?" buyurdu. Üseyd, "Hangi arkadaş ya Resulullah!" dedi. Peygamber de Abdullah b. Übeyy'in ismini verdi ve "Medine'ye dönerse o güçlü zat, zayıfları oradan çıkaracakmış diye zannetmiş." dedi. Üseyd, "O halde ya Resulullah! Dilersen onu çıkarırsın, vallahi o zayıf, sen üstünsün." dedi. Sonra da "Ya Resulallah! Ona aldırma, iyilikle muamele et, vallahi Allah seni gönderdi, o sırada kavmi ona taç giydirmek için boncuk diziyorlardı, o seni kendisinden melikliğini almış görüyordu." dedi. Sonra Resulullah insanlar ile o gün akşama kadar, gece sabaha ve ertesi günün kuşluk vaktine kadar yürüyüş yaptı. Nihayet güneş eziyet vermeye başlamıştı. Hz. Peygamber insanlarla orada konaklayıverdi. Halk yere dokunur dokunmaz uyuya kaldılar. Hz. Peygamber'in böyle yapması da, hiç kimsenin Abdullah b. Übeyy lafı ile meşgul olmamaları içindi. Sonra yine insanlarla beraber hareket etti. Hicaz yolunu tuttu. Nihayet Hicaz'da Bakiin tarafında bir su üzerinde konakladılar ki, o suya Nak denilmektedir. Sonra oradan hareket buyurduğunda şiddetli bir rüzgar esmeye başlamış, halk bundan eziyet görmüş ve korkmuşlardı. Resulullah da onlara, "Korkmayın kâfirlerin büyüklerinden birisi öldü." buyurmuştu. Medine'ye geldiklerinde, Rifaa b. Zeyd b. Tabut'un o gün öldüğünü gördüler ki bu, yahudilerin büyüklerinden ve münafıkların koruyucularındandı. İşte o zaman Abdullah b. Übeyy ve onunla beraber olup onun gibi hareket eden diğer münafıkların zikredildiği bu sûre nazil oldu. Bu sûre inince Resulullah Zeyd b. Erkam'ın kulağını tuttu ve "Allah bunun kulağına vefa verdi." buyurdu. Abdullah b. Übeyy'in oğlu Abdullah'a, babasının durumu malum oldu. Abdullah b. Abdillah ki halis mümin idi. Resulullah'ın huzuruna geldi ve "Ya Resulallah! Duydum ki, Abdullah b. Übeyy'i size ulaşan bir sözünden, dolayı öldürmek istemişsiniz. Şayet bunu yapacaksan bana emret, ben onun başını sana getireyim. Vallahi bütün Hazrec kabilesi bilir ki içlerinde babasına benden daha fazla iyilik düşünen ve hürmet eden yoktur. Korkarım ki bunu benden başka birisine emredersiniz, o da babamı öldürür, o vakit benim nefsim de babamın katilini halk içinde gezerken görmeye tahammül edemez, tutar vururum. Böylece bir mümini bir kâfire bedel olarak öldürmüş olur ve bu sebeble ateşe girerim." dedi. Resulullah, "Hayır biz ona yumuşaklıkla muamele ederiz, beraberimizde bulunduğu müddetçe iyilikle sohbet ederiz." buyurdu. İşte o günden sonra her ne yapsa kavmi Abdullah b. Übeyy'i kınarlar ve tutarlar, azarlarlar ve tehdid ederlerdi. O vakit Resulullah bunu işittikçe Hz. Ömer'e "Ya Ömer! Görüyor musun nasıl oldu, senin dediğin zaman katletseydim onun için niceleri ağıt yakardı. O gün sana vur desem vururdun değil mi?" dedi. Hz. Ömer de elbette Resulullah'ın işi, benim işimden çok büyük ve çok bereketlidir." dedi."
Keşşaf tefsirinde nakledilir ki: "Abdullah b. Übeyy'in bu şekilde yalanı ortaya çıkınca kendisine "Senin hakkında şiddetli âyetler nazil oldu, hemen Resulullah'a git senin için af dileyiversin." denilmişti. Fakat o başını bükmüş, sonra da "Bana iman etmemi emrettiniz, iman ettim. Malımın zekatını vermemi emrettiniz, zekat verdim, artık Muhammed'e secde etmemden başka bir şey kalmadı." demişti. Bunun üzerine âyeti nazil oldu. Ondan sonra da Abdullah fazla yaşamadı, bir kaç gün içinde hastalandı ve öldü."
Münafıkların Hz. Peygamber'e Resulullah demeleri, "Onlar yeminlerini siper edindiler" âyetince dıştan gösterdikleri şehadeti korumak için bir siperdir. İnfidad, sökülüp dağılmak demektir. Ensar Hz. Peygamber'e ve Muhacirler'e yardım ettikleri için münafıklar, bütün Ensar kendilerinden imiş ve onlar nafaka vermezse Peygamber'in yanındakiler dağılıverecekmiş gibi farz ederek öyle söylüyorlar ve söylerler. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Bütün rızık hazineleri O'nundur. Rızk O'na aittir. O dilediğine verir, dilediğininkini kısar. Onlar yardım etmemekle rızık kesilmiş olmaz. Allah verecek olunca onlar vermemezlik edemezler. Ve lakin münafıklar anlamazlar. Cehaletlerinden dolayı ilâhî işleri anlamazlar da öyle kâfirane sözler söylerler.
8. Diyorlar ki vallahi Medine'ye bir dönersek yani gazadan dönersek her halde izzeti, kuvvet ve haysiyyeti fazla olan oradan pek zayıf ve zebun olan alçağı mutlaka çıkaracaktır. Münafıklar böyle söylemekle kendilerini izzetli farzederek Peygamber'e ve müminlere karşı kin püskürüyorlardı. Halbuki izzet Allah'ın, Resulü'nün ve müminlerindir. Kuvvet, hakiki galibiyyet, haysiyyet Allah'ın ve O'nun aziz kıldığı kimselerindir ki, onlar da Allah'ın Resulü ve halis müminlerdir. Münafıkların izzetleri yoktur. İzzetleri olsaydı, nifaka yalancılığa tenezzül etmezler, dünya hayatı için sonunda Hakk'ın huzurunda yüzlerini kara çıkartacak olan o ahlâksızlıkları, alçaklıkları işlemezlerdi. Binaenaleyh ezell, yani zayıf ve düşkün kendileridir. Velakin münafıklar bilmezler. İzzet nedir? Zillet nedir? Eazz ve ezell kimdir? Bilmezler de öyle saçmalarlar. Kibri izzet, izzeti kibir sanırlar.
Bundan dolayı âlimler demişlerdir ki, izzet kibirden başkadır. Ebu Hafs es-Sühreverdi bunu şöyle açıklamıştır: "İzzet, kibrin dışında bir şeydir. Çünkü izzet, insanın kendi nefsinin hakikatini tanıması ve onu acele kısmetler için hakarete düşürmeyip kerim ve kıymetli tutmasıdır. Nitekim kibir insanın kendini bilmemesi ve onu kendi mevkiinin üstünde tutmasıdır. İzzetin zıddı zillet, kibrin zıddı da alçakgönüllülüktür."
Rağıb da izzeti şöyle tarif etmiştir: "İnsanın mağlub edilmesine mani olan durumdur ki, Araplar'ın şu sözlerinden alınmıştır: "katı yer" ve "et sertleşti." Şu halde izzet, sanki ulaşılması zor olan yer, "ızaz" da katı ve sert bir yerde olmak mânâsınadır. Bazen de kötü görülen inad ve cahiliyyet taassubu anlamına alınır ki, kâfirlerin iddia ettikleri izzet bu mânâyadır."(1) Bu âyette yer alan izzetin kuvvet ve galebe mânâsına tefsiri de yaygındır. Mamafih mağlubiyyete mani olan hal mânâsı da kasdedilebilir. Çünkü Allah'da Resulü'nde ve müminlerde bu tarz bir mânâ layıkiyle sabittir. Görülüyor ki bu âyette müminler, yani nifak izlerinden uzak olan halis müminler izzet şerefiyle üstün kılınmışlardır. Çünkü halis mümin, fani şeylere karşı zayıf olmaz. Allah'tan başkasına secde etmez.Bundan dolayı; dinin emrettiği şeylere uygun harekette bulunan bir kadın pejmürde bir halde idi, ona denildi ki: "Sen İslâm üzere değil misin? İşte o, izzettir ki, beraberinde zillet yoktur ve o servettir ki, beraberinde fakirlik yoktur." Nakledilir ki Hasan b. Ali "Allah Resulü ve onlar üzerine salat ve selam olsun." Hazretlerine bir adam, "İnsanlar sende biraz tih, yani kibir olduğunu zannediyorlar" demişti. Hazreti Hasan da cevaben "O tih değil, izzettir." karşılığını vermiş ve bu âyeti okumuştu."
Yukarıdaki âyetlerde bunlar anlatıldıktan sonra müminlere asıl izzet ruhu olan iki emir telkin edilmek üzere buyuruluyor ki: