59-HAŞR:
لِلْفُقَرَاء الْمُهَاجِرِينَ الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِن دِيارِهِمْ وَأَمْوَالِهِمْ يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَاناً وَيَنصُرُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ {8} وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ {9}
Meal-i Şerifi
8. Bir de göç eden fakirlere aittir ki yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah'a ve Resulüne yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır.
9. Ve onlardan önce o yurda yerleşen imana sarılanlar kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir.
8. Bu noktaları aydınlatma bakımından sarf mahalleri biraz daha izah ile buyuruluyor ki, o fakir muhacirler için. Keşşâf sahibi der ki: "Bu, yukarıdaki ve ona atfedilenlerden bedeldir. Mânâ itibariyle Peygamber (s.a.v) hakkında da doğru olmakla beraber 'den bedel yapmaya mani olan Allah Teâlâ'nın "Allah'ın dinine ve Peygamberi'ne yardım edenler.." (Haşr, 59/8) sözüyle Resulü'nü fakirler arasından çıkarmasıdır. Onun için Hz. Peygamber, fakir tabiriyle yâd edilmekten üstün tutulmuştur.> Zilkurbâda, fakirliği şart koşmayanlar ise bunu "yetâmâ", "mesâkîn" ve "ibni sebil"den bedel veya beyan yapmışlardır. İbnü Münzir yalnız "mesâkîn"den bedel yapmak istemiş, İbnü Atiyye de demiştir ki "yetimler, miskinler, yolda kalmışlar." ifadesi "muhacir fakirler" sözünü beyan etmektedir. "Cer lâmının tekrar edilmesi, öncekilerin onunla mecrûr olmasından dolayı bunun, onlardan bedel olduğunun anlaşılması içindir." Lakin lâmın tekrarı, Zemahşerî'nin sözünden daha iyi anlaşılmaktadır. Bunun için bir Şâfii âlimi olan "Keşîf" sahibi, Zemahşerî'nin dediği gibi ve ona atfedilenlerden bedel olmasını tercih etmiş, ancak bir kayıt değil, muhacirlerin hallerindeki durumu beyan ve ihtisaslarını ziyadesiyle isbattır, diyerek şeklinde bir te'vîl yapmıştır. İbnü Cerîr tefsirinde bunun "Allah'ın, peygamberi verdiği ganimetler içinizden yal zenginler arasında dolaşan bir mal olmasın. Fakat muhacir fakirler için olsun." meâlinde olduğunu söylemiştir. Ki sözünün delalet ettiği şeye bağlı olduğunu ifade eder. Alûsî de Buharî ve diğerlerinde rivayet edildiği üzere Hz. Ömer'in beyanatına ve bu âyetlerle delil getirmesine nazaran bunun bedel olmayıp, geri kalan sarf yerlerini beyan eden bir başlangıç cümlesi olmasını tercih etmiş ve "buna karşı çıkan kimse görmedim, demiştir. Bize de bunun emrine bağlı olduğu daha münasip görünmektedir ki bu durumda cümlenin takdiri şeklinde olur. Bu surette geçen ganimet âyetlerinin ikisine nazaran da bunların sarf mahalli oldukları önemle gösterilmiş bulunur. Nitekim önceki âyetin tefsirinde Resulullah'ın hissesi olan Beni Nadir mallarından muhacirlere taksim ettiğine ve ensardan da yalnız üç kişiye verdiğine dair rivayet de geçmişti. "Peygamber size neyi verdiyse onu alın, sizi neden men ettiyse ondan da vazgeçin." Sözündeki verme ve nehyetmenin her iki ganimetten daha umûmî olduğu da anlatılmıştır. Bu fakir muhâcirler şu sıfatlarla tavsif edilmişlerdir. Onlar ki yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. Müşriklerin tazyiki üzerine din uğrunda evlerini, barklarını, mallarını ve mülklerini bırakıp çıkmışlar, önceden fakir değilken sonradan fakirliğe maruz kalmışlardır. Durumları ve gayeleri şudur: Allah'tan bir fazl ve rıdvân isterler. Fazl, dünyada rızk, ahirette cennet sevabı demektir. Rıdvân, "Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür..." (Tevbe, 9/72) âyetinde ifade edildiği üzere hepsinden büyük olan Allah'ın rızasına denir. Ve Allah ve Resulüne nusret, yani dinine hizmetle yardım ederler. İşte onlar, yani böyle güzel vasıflarla donatılmış olanlar, sâdıklardır. Sözlerini fiileriyle isbat eden, doğruluk ve sadakatte maharet sahibi olan özü sözü doğru, vefakâr insanlardır. İmanlarını, Allah ve Resulü'ne karşı sadakatlerini fiilen cihadlarıyla isbat etmişlerdir. İbnü Cerir Katâde'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Bu muhâcirler, yurtlarını ve mallarını, ailelerini ve aşiretlerini terk edip Allah ve Resulü'nü sevdikleri için çıktılar, şiddetli sıkıntılar içinde bulunmakla beraber İslâm'ı seçtiler. Hatta bize anlatıldığına göre öyleleri vardı ki açlıktan belini tutmak için karnına taş bağlıyordu. Ve yine öyleleri vardı ki, kış günü yatağı olmadığı için çukurda yatıyordu." İşte bu insanlar, içinde bulundukları dünya lezzetlerini fedâ edip din aşkı ile, Allah'ın fazl ve rıdvânına iman neşesiyle böyle şiddetlere ve sıkıntılara tahümmül gösterip, Allah ve Resulü'ne yardım etme yolunda mal ve canlarıyla cihad ederek imanlarındaki sadakati fiilen göstermiş zatlardır. Onun için azabı şiddetli olan Allah'tan korkmalı, bunların haklarını gözetmeli de ganimeti zenginler arasında paylaştırmayıp, Peygamber'in emrini tutmalı ve bu sâdık fakirlere hisse vermelidir.
9. Ve şunlar ki bunlardan maksad, ensârdır. Bunun bağlandığı yer konusunda üç ayrı görüş vardır. Birincisi, "muhacirîn" üzerine atfedilmesidir ki, en kuvvetli görüş budur. Buna göre söz konusu bu kimselerin de muhacirler gibi ganimetten hakları vardır. İkincisi, ye bağlanmış olmasıdır. Bu görüşte de, muhacirlere sadâkatte iştirakleri açıkça ifade edilmiş, ganimete iştirak hakları ise, işaret yoluyla anlatılmıştır. Üçüncüsü ise, her hangi bir yere bağlanmayıp, "vâv"ın, başlangıç harfi (isti'nâfiyye) 'nin mübtedâ ve nin haber olmasıdır. Bu surette de onların sıfatları ve övgü dolu ahlâkları ayrıca itina ile müstakil olarak anlatılmış, ganimete haklarının olduğu açıklanmamakla beraber, bu sıfatlar dolayısıyla işaret yoluyla yine de ifade edilmiştir. Çünkü bu üç takdirde de tercih ile övgü, esas itibâriyle hak elde etme ve selâhiyetin sabit olduğu mânâsını ifade eder. Yoksa bir hak ve selâhiyetin bulunmadığı yerde, kendi hakkından feragatle başkasını tercih etmek anlamına gelen isârın bir mânâsı olmazdı.
Ensârın sıfatlarıyla ilgili buyuruluyor ki onlardan evvel yurdu hazırlayıp imana sahip oldular. fiili gibi hazırlamak ve hazırlanmak mânâlarına gelmekle beraber bir de bir mekâna bir konağa konmak, evlenmek ve bir yeri meb'e edinmek mânâlarına gelir. Meb'e de konacak yer, konak ve yurt demek olduğu gibi rahimdeki yavru yatağına da denir. Burada istiare olarak zikredilmesi de belli bir anlam ifade etmektedir. Dâr, esasen etrafına sınır çekilen ve her türlü oturmaya elverişli yerin gereksinimlerini içeren büyük konak, yurt ve vatan demektir. Burada "ed-dâr"dan maksat da, iman karinesiyle dâr-ı İslâm'dır. Bunların muhacirlerden evvel hazırladıkları ilk dâr-ı İslâm, müslümanların ilk olarak barındığı ve İslâm medeniyyetinin ilk yayılmaya başladığı Medine-i Münevvere olduğundan müfessirler "ed-dâr"ı, Medine diye tefsir etmişlerdir. İlk önce Ensâr'ın Medine-i Münevvere'yi İslâm ve imana hazırlamaları üzerinedir ki, Resulullah ve diğer muhacirler oraya hicret edip birleştiler ve bu sebeble ona Dâru'l hicre, Arzullah, Medine, Taybe ve Tayyibe isimleri verildi. Ahzâb Sûresi'nde geçtiği gibi eskiden ona veya bulunduğu yere Yesrîb denilirdi. Medine kelimesinin de medeniyet yeri, büyük şehir ve memleket mânâsına geldiği bilinmektedir. "dâr"e bağlıdır. İbnü Âtiyye'nin de dediği gibi mef'ul-i ma'ah olması da mümkündür. Bu durumda bazılarının belirttiği gibi kabilinden olmak üzere gibi bir fiil takdirine ihtiyaç kalmaz. Muhacirlerin içerisinde ensârdan önce iman etmiş olanların bulunduğunda şüphe yoksa da, iman ile Medine'yi hazırlamak yönünden Ensâr'ın öncelik hakkının bulunmasından dolayı buyurulmuştur. Mamafih buradaki onların hicretlerinden önce mânâsını ifade edebileceği gibi, iman ve güvenden evvel anlamına da gelebilir. Bu suretle Ensâr, muhacirlerin hicretinden önce Akabe bey'atıyla vatanları olan Medine'yi dâr-ı İslâm yapmak üzere harekete geçip imana sahip oldular. Kendilerine hicret edenleri severler. Başta peygamber olmak üzere hicret eden o sadıkları gerek zengin ve gerek fakir olsun severler ve bu şekilde dostluklarını gösterirler. Ve onlara verilen şeylerden göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Yani muhacirlere verilen gerek ganimet ve gerek diğer şeylerden dolayı gönüllerinde, bu bize lazımdı, bizim buna ihtiyacımız vardı şeklinde içlerine batacak bir kaygı ve bir üzüntü duymazlar. Kendilerinde bir açıklık yani bir ihtiyaç olsa bile (onları) kendilerine tercih ederler. Burada "îsâr"ın mef'ûlü hazfedilmiştir. Binaenaleyh mef'ûl, muhacirler olabileceği gibi daha genel olma ihtimali de vardır. Yani muhacirlerin yahut mutlak mânâda mümin kardeşlerinin ihtiyacını kendilerininkinden daha önemli ve daha üstün tutarak onları kendilerine takdim ve tercih ederler. Ki bu, ahlâkın, tok gözlülüğünün en yüksek mertebesidir. Nitekim Resulullah Beni Nadir mallarından muhacirlere taksim etmiş ve Ensâr'dan ihtiyacı olan üç kişiden başkasına vermemiş ve buyurmuştur ki: "Dilerseniz mallarınızdan ve evlerinizden muhacirlere pay verir, bu ganimette de onlara ortak olursunuz. Dilerseniz evleriniz ve mallarınız sizin olur, bu ganimetten pay alamazsınız". Bunun üzerine Ensar "Hem mallarımızdan ve evlerimizden onlara hisse veririz, hem de ganimeti onlara bırakır paylaştırılmasında kendilerine ortaklık da etmeyiz." dediler. müfessirlerin bir kısmı nüzul sebebinin bu olduğunu söylemişlerdir. Bundan başka Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve daha başkaları Ebu Hureyre'den şu rivayeti nakletmişlerdir: "Resulullah (s.a.v)'a bir adam geldi, "Ya Resulullah! "Bana zaruret isabet etti" yani açlıktan dermansız kaldım." dedi. Resulullah (s.a.v) yakınlarına haber gönderdi, ancak onların yanlarında hiçbir şey bulunmadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Bu adamı bu gece misafir edecek kimse yok mu? Ki Allah ona rahmet buyursun." dedi. Derhal Ensâr'dan bir zât -ki Ebu Talhâ olduğu zikredilmiştir- ayağa kalktı "Ben Ya Resulullah" diye cevap verdi. Ve adamı alıp hemen evine götürdü. Sonra da hanımına "Resulullah'ın misafirine ikram et" diye tenbihde bulundu. Hanımı, "Vallahi benim yanımda bir kız çocuğumun yiyeceğinden başka bir şey yoktur." dedi. Kocası da ona, "O halde kız çocuğu akşam yemeği istediği zaman onu uyut, kandili de söndürüver, Resulullah'ın misafiri için biz bu geceyi aç geçiştiriverelim." dedi. Ve gerçekten öyle yaptılar. Sonra o misafir, Resulullah'ın yanına vardı ve ona, "Bu gece Allah falan ve falandan son derece hoşnut oldu." dedi. Allah Teâlâ da onların hakkında bu âyeti indirdi. "Kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile onları kendilerine tercih ederler." Hakim, İbnü Merdûye ve Şuab'da Beyhakî, İbn Ömer'den (r.a) şöyle rivayet etmişlerdir: "Resulullah'ın sahabilerinden birine bir koyun başı hediye edildi. O da, "Kardeşim falan ve ailesi buna bizden daha fazla muhtaçtır." dedi ve hediyeyi ona gönderdi. O da bir başkasına derken bu suretle tam yedi ev dolaştı ve nihayet yine öncekine dönüp geldi. Bunun üzerine âyeti nazil oldu." Bunlar, yalnız âyetin iniş sebebiyle ilgili rivayetlerdir. Yoksa Ensâr ve Ashâb'ın böyle nice tercih örnekleri vardır. Hatta Ensârdan iki karısı bulunanlar, karısı olmayan muhacirlerin evlenebilmesi için karılarından birini terk bile etmişlerdi. Yermuk savaşında şehidler arasında son nefesine gelmiş yaralıların, kendilerine verilen bir yudum suyu bile yanında inleyen arkadaşları arasında nasıl dolaştırdıklarını tarihi bir olay olarak Akif Safahat'ında ne güzel tasvir etmektedir. Her kim de nefsinin şuhhundan, yani hırsından, kıskançlığından ve cimriliğinden korunursa işte onlar felah bulanlardır. Sonunda her türlü engelden kurtulup isteklerine kavuşanlardır. Bu cümle hem ahlâkî bir saadet prensibi, hem de Ensâr'ın ve onların ahlâklarına uyanların övülmeleriyle haklarında bir müjdedir.
Şuhh: Nefsin bahillik ve hasislik dediğimiz kıskançlık huyudur ki, cimrilik bunun fiiliyatındaki görüntüsüdür. Yani nefisde içgüdüsel bir hareketin bulunması haysiyyetiyle ortaya çıkan duruma şuhh, bunun fiilen men edilmesine de buhl (cimrilik) denilir. Rağıb şuhhu, âdet hâline gelmiş hırslı bir buhl diye tarif etmiştir.(1) İbnü Münzir'in hasen'den yaptığı rivayette buhl, insanın kendi elindekini, şuhh da herkesin elindekini kıskanması diye tarif edilmiştir. Abd b. Humeyd, İbn Cerir, İbnü Ebi Şeybe, İbnü Ebi Hatim, Beyhaki, Hakim ve daha başkalarının rivayet ettiği gibi İbnü Mes'ud (r.a.)'a bir adam gelmiş ve "Ben korkuyorum ki helâk oldum." demiş. O da sebebini sorunca, "Çünkü ben Allah Teâlâ'nın "Her kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar felah bulanlardır." dediğini işitim. Halbuki ben şahih bir adamım, benden hemen hemen hiçbir şey çıkmaz." demiş. İbnü Mes'ud da ona, "O, şuhh değil cimriliktir. Cimrilikde de hayır yoktur. Allah Teâlâ'nın âyette zikrettiği şuhh ise, kardeşinin malını zulm yoluyla yemendir." diye cevab vermiştir. İbnü Münzîr ve İbnü Merdûye'nin rivayetlerinde de İbnü Ömer (r.a.) demiştir ki, "Şuhh, bir adamın malını men etmesi değil, kendisinin sahip olmadığına göz dikmesidir". Âlûsî bunları naklettikten sonra der ki: "Lugatçıların hiç birinin böyle bir tarif yaptığını görmedim. Bununla murad, cimriliğin son derecesi olmalıdır ki, o sıfatı taşıyan kimse başkasının malına bile kıskançlık gösterir. Başkasının cömertlik yapmasını arzu etmez, ondan sıkılır da yapmaması için çalışır. Yahut o derece hırslı olur ki, mümin kardeşinin malını zulmen yer veya kendisinin olmayan şeylere göz diker. Başkasında olmasını da hoş görmez, kıskanır." Bu âyetten şuhhun ve ihtirasın son derece kötü görüldüğü anlaşılır. Çünkü felah, yalnız bu sıfattan korunanlara hasredilmiş olmakla, korunmayanların, felâhın dışında kaldıkları anlaşılmaktadır. Bunun kötü bir sıfat olduğu hakkında birçok haber zikredilmiştir. Hakim, Tirmizî, Ebu Ya'le ve İbnü Merduye Enes (r.a.)'den merfuan rivayet etmişlerdir: "İslâm'ı, cimriliğin mahvetmesi gibi hiçbir şey mahvetmez". İbnü Ebi Şeybe, Nesaî, Beyhakî ve Hakim Ebu Hureyre (r.a.)'den merfuan rivayet etmişlerdir: "Allah yolundaki bir toz ile cehennem ateşinin dumanı bir kulun içinde ebedî olarak bir arada bulunmaz. İman ile cimrilik ve kıskançlık bir kulun kalbinde ebediyyen birleşmez." Ebu Davud ve Tirmizî garip diyerek "Edeb"de de Buharî ve diğerleri Ebu Said Hudri (r.a.)'den merfuan şu hadisi rivayet etmişlerdir. "İki özellik müslümanın içinde bulunmaz. Bunlar, cimrilik ve kötü ahlâktır." İbnü Ebi'd-dünyâ, İbnü Adi, Hakim ve Hatib Enes (r.a.)'den rivayet etmişlerdir: Enes demiştir ki, "Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Allah Teâlâ Adn cennetini yarattı ve ağaçlarını eliyle dikti ve sonra ona konuşmasını emretti. O da "Muhakkak müminler felâha ulaştı." (Müminûn, 23/1) dedi. Allah Teâlâ da buyurdu ki, "İzzet ve Celâlim hakkı için sende hiçbir cimri bana komşu olamaz." Sonra da Peygamber (s.a.v) âyetini okudu." Ahmed b. Hanbel, Edeb'de Buharî, Müslim Beyhakî Câbir b. Abdullah (r.a.)'den rivayet etmişlerdir: "Peygamber (s.a.v) buyurmuştur: "Zulümden sakının çünkü zulüm, kıyamet günü karanlıktan ibarettir. Şuhh dan da sakının çünkü şuhh, hırs ve kıskançlık sizden evvelkileri helak etmiştir. Onlar birbirlerinin kanlarını döktüler ve haramları helal saydılar." Daha bunlar gibi birçok haber mevcuttur. Lakin şu da bilinmelidir ki, cimrilikten korunmak, bir kişinin her şeyde cömert olmasına bağlı değildir. Abd b. Humeyd, Ebu Ya'la, Teberanî ve Ziya' Mücmi' b. Yahya'dan merfuan rivayet etmişlerdir: "Zekatını veren, misafire ziyafet çeken ve nâibede te'diye eden, yani bir felaket anında yardımda bulunan cimrilikten beri olur." İbnü Münzir de Hz. Ali (r.a.)'nin dediğini rivayet etmiştir: "Malının zekatını veren nefsinin cimriliğinden korunmuş olur". İbnü Cerîr et-Taberî, Ebu Heyyac el-Esedi'den rivayet etmiştir: "Ebu Heyyac demiştir ki: "Beyt'i tavaf ediyordum, bir adam gördüm ki o, "Allah'ım beni nefsimin cimriliğinden koru." diyor, buna başka bir şey ilave etmiyordu. Sebebini sorduğumda da bana, "Nefsimin cimriliğinden korunursam hırsızlık etmem, zina işlemem ve hiçbir (kötü) şey yapmam." diye cevap verdi. Bir de baktım ki, o zat, Abdurrahmân b. Avf'dır." İbnü Zeyd de demiştir ki, "Bir kimse Allah'ın yasakladığı şeyi yapmaz ve cimrilik onun, Allah'ın emrettiği şeylerden herhangi birini terketmesine sebep olmazsa, Allah Teâlâ o kimseyi nefsinin cimriliğinden korumuştur. Ve o, felâha erenlerdendir."