56-VAKİA:

ثُلَّةٌ مِّنَ الْأَوَّلِينَ {39} وَثُلَّةٌ مِّنَ الْآخِرِينَ {40} وَأَصْحَابُ الشِّمَالِ مَا أَصْحَابُ الشِّمَالِ {41} فِي سَمُومٍ وَحَمِيمٍ {42} وَظِلٍّ مِّن يَحْمُومٍ {43} لَّا بَارِدٍ وَلَا كَرِيمٍ {44} إِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذَلِكَ مُتْرَفِينَ {45} وَكَانُوا يُصِرُّونَ عَلَى الْحِنثِ الْعَظِيمِ {46} وَكَانُوا يَقُولُونَ أَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَاباً وَعِظَاماً أَئِنَّا لَمَبْعُوثُونَ {47} أَوَ آبَاؤُنَا الْأَوَّلُونَ {48} قُلْ إِنَّ الْأَوَّلِينَ وَالْآخِرِينَ {49} لَمَجْمُوعُونَ إِلَى مِيقَاتِ يَوْمٍ مَّعْلُومٍ {50}

سورة الواقعة (56) ص 536

ثُمَّ إِنَّكُمْ أَيُّهَا الضَّالُّونَ الْمُكَذِّبُونَ {51} لَآكِلُونَ مِن شَجَرٍ مِّن زَقُّومٍ {52} فَمَالِؤُونَ مِنْهَا الْبُطُونَ {53} فَشَارِبُونَ عَلَيْهِ مِنَ الْحَمِيمِ {54} فَشَارِبُونَ شُرْبَ الْهِيمِ {55} هَذَا نُزُلُهُمْ يَوْمَ الدِّينِ {56} نَحْنُ خَلَقْنَاكُمْ فَلَوْلَا تُصَدِّقُونَ {57}

Meal-i Şerifi

39. Bir çoğu öncekilerdendir.

40. Bir çoğu da sonrakilerdendir.

41. Solun adamları, nedir o solcular!

42. İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar şu içinde,

43. Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.

44. Ki ne serindir, ne de faydalı.

45. Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefâhete dalmışlardı.

46. Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı.

47. Ve diyorlardı ki: "Biz ölüp, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?"

48. "Önceki atalarımızda mı?"

49. De ki: "Öncekiler ve sonrakiler"

50. "Belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır."

51. Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar!

52. Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz.

53. Karınlarınızı hep onunla dolduracaksınız.

54. Üstüne de kaynar su içeceksiniz.

55. Susuzluk illetine tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz.

56. İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur.

57. Biz sizi yarattık; tasdik etmeniz gerekmez mi?

39-40. Birçoğu öncekilerden ve birçoğu da sonrakilerdendir.

Yani sağın adamları öncekiler gibi değil daha çoktur. Öncekilerden de, sonrakilerden de çokturlar. Öncekiler ve sonrakiler ya bütün ümmetlerin öncekileri ve sonrakileri, ya da bu ümmetin öncekileri ve sonrakileridir. Ahmed b. Hanbel, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim ve İbnü Merdûye'nin Ebû Hureyre'den yaptıkları rivâyete göre âyeti inince sahabilerin gücüne gitmişti. İşte bunun üzerine âyeti nazil oldu. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Ben her halde ümid ederim ki siz cennet ehlinin üçte biri, belki de yarısı olursunuz. Kalan ikinci yarısını da onlarla paylaşırsınız." Demek ki sahabiler, cennet ehli içerisinde Muhammed ümmeti az olacak diye merak etmişlerdi. Böylece o endişe bertaraf edilmiş oldu. Buna göre Muhammed ümmetinin ilklerinden sâbikûn (önde gidenler), sonrakilerden çok olduğu gibi geçmiş ümmetlerin önde gidenleri de Hz. Muhammed'in ümmetinden sayı itibariyle fazladır. Çünkü geçmiş ümmetlere çok sayıda peygamber gelmiştir. Bununla beraber Hz. Muhammed'in ümmeti içerisindeki öncülere uyanlar, geçmiş ümmetlerin öncülerine uyanlardan daha çok olacaktır. Çünkü onlar cennet ehlinin yarısından çoğunu teşkil edeceklerdir. Bu, ihtimal ki insan nüfusunun artması meselesi ile de alakalıdır. Dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur ki, sâbikunda "Yaptıklarına karşılık olarak." (Vâkıa, 56/24) buyurulduğu halde Ashab-ı yemin'de bu zikredilmemiştir. Bundan Ashab-ı yemin'in mutluluğunun sâbikuna uymaları sebebiyle sırf fazilet olduğu şeklinde bir mânâ çıkarılabilir. Nitekim "zıll-i memdûd" (uzanmış gölge) ifadesinde de aynı durum söz konusudur. Bu mânâ, Tûr Sûresi'nde geçen "İman eden ve zürriyetleri de iman ile kendilerine tabi olanlar (var ya!) işte biz onların nesillerini de kendilerine kattık..." (Tûr, 52/21) âyetinin mânâsına benzemektedir. Buna bakarak denilebilir ki, öncüler, hayırda öncüler olan peygamberler ve müctehid imamlardır. Ashab-ı yemin de onlara sadakatle uyanlardır.

41. Üç sınıftan üçüncüsü olan ve Ashab-ı yemin'in zıddı olarak sâbikunun solunda yer alıp, kitapları sol taraflarından verilecek solun adamlarına, (Ashab-ı Şimâl'e) gelince buyuruluyor ki Ashab-ı Şimâl ise ne Ashab-ı Şimâl! Ne uğursuz, ne bedbaht insanlardır!

42. Bir ateş, içlerine işleyen bir hararet içinde ve bir kızgın su, cehennem suyu içinde

43. ve zifirden bir gölge kömür veya kurum gibi kararıp duran sisli, boğucu bir gölge içindedirler. Yahmûm, kömür gibi simsiyah olan şey, zifir ve kara duman mânâlarına gelir. Buna zulmet denilmeyip de gölge isminin verilmesi alay içindir. İbnü Abbas'tan gelen bir rivayette de, cehennem halkını her taraflarından kaplayıp, kuşatan perdenin ismi olduğu zikredilmiştir.

44. Serin de değil kerim de değil, yani hiç bir hayır ve menfaati ve hiçbir güzelliği olmayan bir gölgedir.

45. Bunların içine düşmelerinin sebebi ise çünkü onlar bundan önce, yani bu azabın vuku bulmasından evvel mühlet verilmiş, şımartılmış keyiflerine düşkün ve hiçbir şeye aldırış etmeyen kimseler idiler.

46. O büyük günahta ısrar ediyorlardı. Hıns, esasen günah mânâsınadır. Yemini bozmaya da hıns denir. Müfessirlerin çoğu, burada hıns-i azim'i büyük günah diye tefsir etmişlerdir. Çünkü "Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) buyurulduğu üzere şirk, büyük bir zulüm ve en büyük günahtır. Bazıları da "hıns"ın yemin-i gamus, yani yalan yere yemin etmek olduğunu söylemişlerdir. Takiyyuddin Sübki'ye göre de, "Onlar, olanca güçleriyle Allah'a yemin ettiler ve dediler ki: Allah ölen bir kimseyi tekrar diriltmez." (Nahl, 16/38) âyetinde buyurulduğu gibi, onların büyük günahta ısrar etmeleri, kuvvetlice yemin ederek dirilmeyi inkar etmeleri demektir. Bu anlam "hıns"ın meşhur mânâsına uygun olursa da

47-49. "ve diyorlardı ki..." âyeti, bu mânâyı ifade etmiş olacağı için önceki mânâ daha tercihe şayandır. Ancak şirki, "hıns-ı azîm" (büyük günah) tabiriyle ifade etmenin bir nüktesini de göz ardı etmemek lazımdır. Bu nükte ise, "Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın..." (Tevbe, 9/12) âyetinde ifade edildiği gibi bunların yemin tanımaz, yeminlerinde durmaz yalancılar olduklarına işaret olsa gerektir. Nitekim bunlara "Ey yalancı sapıklar!" (Vâkıa, 56/51) diye hitap edilmesi de bu hususu kuvvetlendirmektir. İşte böylece bu mânânın yardımı ile de Ashab-ı Şimâlin, Ashab-ı yeminin tam zıddı bir anlam taşıdığı da anlaşılmış olmaktadır.

50. "Bilinen bir günün muayyen vaktinde mutlaka toplanacaklardır." O bilinen gün, kıyamet günüdür. Mikât, bir şeyin vaktini tayin eden ölçüdür. Kıyamet de dünyanın vaktini tahdid ettiği için mikât denilmiştir. Buradaki izâfet, izâfet-i beyaniyyedir. Mânâsı, mikât olan gün demektir.

51. "Bilinen bir günün muayyen vaktinde mutlaka toplanacaklardır." O bilinen gün, kıyamet günüdür. Mikât, bir şeyin vaktini tayin eden ölçüdür. Kıyamet de dünyanın vaktini tahdid ettiği için mikât denilmiştir. Buradaki izâfet, izâfet-i beyaniyyedir. Mânâsı, mikât olan gün demektir.

52-54. "Bir ağaçtan, zakkumdan..." (Zakkum ağacı ile ilgili bilgi için Saffât Sûresi'ne bkz.)

55. Hîm, ehyem'in veya heymâ'nın çoğuludur. Hüyam hastalığına tutulmuş deve demektir. Hüyam, deveye ârız olan bir susuzluk illetidir ki bu hastalığa yakalanan deve suya bir türlü kanmaz. İşte onlar da bu deve gibi zakkumu yer, kaynar suyu içer içer ama asla kanmazlar.

56. Bu, onlara o din (ceza) günü sunulacak ziyafettir. Nüzul, konuk, misafir gelince kahve veya kahvaltı gibi ilk sunulan yiyecek ve içeceklerdir. Konuklara ilk defa böyle şeyler takdim edilince, artık daha sonraki azabın nasıl şiddetli olacağı düşünülmelidir.

57. Bu beyandan sonra inkârcıları susturmak ve azarlamak için değişik bir hitab tarzı ile buyuruluyor ki biz sizi yarattık, hâlâ tasdik etmeyecek misiniz? Bunu daha açık ifade etmek için de şöyle buyuruluyor: