55-RAHMAN:

مُدْهَامَّتَانِ {64} فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ {65} فِيهِمَا عَيْنَانِ نَضَّاخَتَانِ {66} فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ {67}‏

سورة الرحمن (55) ص 534

فِيهِمَا فَاكِهَةٌ وَنَخْلٌ وَرُمَّانٌ {68} فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ {69} فِيهِنَّ خَيْرَاتٌ حِسَانٌ {70} فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ {71} حُورٌ مَّقْصُورَاتٌ فِي الْخِيَامِ {72} فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ {73} لَمْ يَطْمِثْهُنَّ إِنسٌ قَبْلَهُمْ وَلَا جَانٌّ {74} فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ {75} مُتَّكِئِينَ عَلَى رَفْرَفٍ خُضْرٍ وَعَبْقَرِيٍّ حِسَانٍ {76} فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ {77} تَبَارَكَ اسْمُ رَبِّكَ ذِي الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ {78}

Meal-i Şerifi

64. (Bu cennetler) yemyeşildirler.

65. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

66. İkisinde de fışkıran iki kaynak vardır.

67. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

68. İkisinde de her türlü meyva, hurma ve nar vardır.

69. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

70. İçlerinde güzel huylu, güzel yüzlü kadınlar vardır.

71. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

72. Çadırlar içerisinde gözlerini yalnız kocalarına çevirmiş hûriler vardır.

73. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

74. Bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.

75. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

76. Yeşil yastıklara ve hârikulâde güzel işlemeli döşeklere yaslanırlar.

77. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

78. Büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin adı ne yücedir!

64-65. Yemyeşil. Müdhâmmetân, müdhâmme'nin tesniyesidir. Müdhâmme, ihmirâr bâbından den ism-i fâil müennestir. Aslı, dühmeden gelir ki, gece karaltısı ve yağız at rengi demektir. Nitekim yağız ata edhem denilir. Yağıza yakın tam koyu yeşile de bu isim verilir ki, burada da aynı mânânın olduğu beyan edilmektedir. İbnü Abbâs, Mücahid, İbnü Cübeyr, ikrime, Ata, İbnü Ebî Rebâh ve daha başkaları söz konusu kelimeyi, "hadrâvân" (yemyeşil) diye tefsir etmişlerdir. Hatta Taberânî ve İbnü Merdûye'nin rivayetlerine göre, Ebû Eyyûb (r.a.) demiştir ki; "Hz. Peygmber (s.a.v.) 'den âyeti hakkında sordum, onun hadravân mânâsına geldiğini söyledi."(2) Demek ki bundan maksat, yeşilliklerin şiddetini beyan etmektir. Lisanımızda biz bunu, yemyeşil, yahut gömgök şeklinde ifade ederiz.

66-67. Onlarda fışkıran çifte pınarlar vardır. Yahut fıskıyeler, şadırvanlar vardır. Âyette geçen nadh, suyun fışkırması ve püskürmesidir. Nokta ile nadh ise, daha kuvvetlice fışkırma halini gösterir ki, burada kelimenin "hâ"sı noktalıdır. Böyle fışkıran şadırvanlar daha sanatlı ve cereyandan fazla güzelliğe sahib bulundukları için bazıları bunları "Akan iki pınar." dan daha övgüye layık ve daha üstün saymışlardır.

68-69. "İkisinde de türlü türlü meyveler, hurmalıklar ve nar ağaçları vardır." Bu kelimelerdeki tenvin, onları benzeri görülmedik derecede nekreleştirerek (bilinmez yaparak) üstün kılmaktadır. Fâkiheden sonra özellikle nahl ile rummân zikri de En'âm Sûresi'nde geçtiği üzere bunların yemiş olmaktan başka yemek ve ilaç olmak gibi bir özelliklerinin bulunmasındandır. Hele çekirdeksiz nar bilhassa zikre şâyândır.

70-71. Onların içinde hayırlı ve faydalı güzeller vardır.

72-75. Çadırlar içinde kocalarından başkasına bakmayan hûriler vardır. Yani şurada burada dolaşan takımdan değil, evlerinin işleriyle meşgul namuslu, beyaz tenli, kara gözlü seçkin dilberler bulunmaktadır. Hûr, ahver veya havra'nın çoğuludur ki gözünün beyazı şiddetli beyaz, karası da şiddetli kara olan âhû gözlüye denilir. Âlûsî der ki: "İbnü Münzir ve diğerlerinin İbnü Abbas'tan nakline ve Ümmü Seleme'nin Resulullah (s.a.v)'dan rivayetine göre hûr, "beyaz" mânâsına tefsir edilmiştir." Ümmü Seleme hadisi sahih kabul edilirse Resulullah (s.a.v)'ın tefsirinden dönmemek gerekir. Hayme dilimizde çadır diye meşhurdur. Kâmus tercemesinde hayme, Arap evlerinin yuvarlak olanına denir ki, işte çadır diye isimlendirilen bu evdir. Bazıları dedi ki, üç yahut dört direk üzerine kurulup üstü Sümâm denilen otlukla kapatılan ve havanın sıcağını alta geçirmeyen bir evdir. Yahut mutlaka ağaç dallarından yapılan eve denir ki, Türkçe'de bu tip evlere salaş adı verilir. Kısaca ifade etmek gerekirse Araplar'ın kıldan yuvarlak kubbe tarzında yaptıkları, bazan dikdörtgen biçiminde olan evleridir. Deriden dahi yapılabilir. İşte bunlara çadır denilir. Ayrıca ağaçtan yapılanları Türkmen dilinde "alacık", sazlıktan yapılanlara ise "hüg" ismi verilir. Bu bilinen çadırlar hâlâ yapılmaktadır. Çadırların otak, şemşiyye, kubbe ve aylak gibi türleri vardır. Fakat burada cennet çadırlarının inciden olduğu nakledilmiştir. Buharî, Müslim, Tirmizî ve diğerleri Ebû Mûsa el-Eş'arî'den Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir. "Çadır, içi boş bir incidir: "Dürretin mücevvefetün" Gökte boyu altmış mildir. Her köşesinde müminin bir ehli (yakını) vardır. Diğerleri onları görmezler, mümin bunları dolaşır." Bir takımlarının da Ebu'd-Derdâ'dan yaptıkları rivayete göre "Hayme, büyük bir incidir ve inciden yetmiş kapısı mevcuttur." Şüphe yok ki bunlar, cennet evlerinin sefâsını tasvir etmek için yapılan temsillerden ibarettir. Râzî de der ki: "Çadırlar içinde kocalarından başkasına bakmayan hûriler." Sözü, hûrilerin büyüklüklerine işarettir. Çünkü onlar, yasaklama ve hapsetmek suretiyle bakışlarını kendi kocalarına çevirmiş değillerdir." Âyet kendileri için hususî çadırlar kurulduğuna ve üzerlerine örtüler atıldığına işaret etmektedir. Ahşabdan oda gibi yapılan çadırlar yatak odası, olarak kullanılırlardı. Hatta Araplar, kıldan yaptıkları evlere çadır ismini verirlerdi. Çünkü bunlar, ikamet için hazırlanmış çadırlardı. Bunu tesbit ettikten sonra şunu da ifade edelim ki bu sözü, gayet güzel bir mânâya işaret eder. Şöyle ki: Cennette mümin bir şeyi elde etmek için harekete ihtiyaç hissetmez, eşya ona doğru hareket eder. Binaenaleyh o hareket etmeden yiyeceği içeceği gelir. Arzu ettikleri şeyler, üzerlerinde dolaşırlar. Hûrîler evlerde bulunurlar, istedikleri vakit müminlere intikalleri çadırlarla olur. Müminlerin köşkleri vardır, huriler o çadırlardan köşklere inerler. Râzî'nin gösterdiği bu mânâdaki güzelliği ifade edebilmek için meâlde çadırı cibinlik olarak terceme etmek zevkimize daha uygun olacaktır.

76-78. Dayanmışlardır. Bu kelime, ihtisas üzere mansuptur. Yahut kelâmın mânâsı ile zamirinden hal olarak, tams edenler (dokunanlar) dayanmış oldukları halde demektir. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır ki, öncekilerde "Astarları atlastan yataklara yaslanırlar." hâli, "Oralarda gözlerini yılnız eşlerine çevirmiş dilberler var." diye kadınların zikrinden önce söylenmişti. Burada ise "Kocalarından önce onlara ne insan dokunmuştur, ne de cin." ifadesinden sonra söyleniyor. Bunun hikmeti konusunda Râzî der ki: "Cennet ehli için yorulmak ve çabalamak yoktur. Onlar daima nimetler içindedirler. Lakin dünyada insan çeşit çeşittir. Kimisi ailesiyle cimada bulunur, ihtiyacını giderdikten sonra da yıkanmak veya işiyle uğraşmak için gider. Kimi de kazancı peşinde koşar, elde ettikten sonra ailesine döner. Fakat ilk önce istirahat edip yorgunluğunu dinlendirmek ister. İşte Allah Teâlâ, cennet ehlinin gerek toplanmadan önce, gerek sonra daima sükun ve istirahat üzere olup her iki halde de yorgunluktan uzak olduklarını beyan için birinde ittikâ (sakınma)yı önce zikretmiş birinde de sonraya bırakmıştır." Yeşil refref, Refref, cins ismi yahut refrefe'nin çoğul ismi olması itibariyle ahdarın veya hadranın çoğulu olan hudr ile sıfatlanmıştır. Aslı raf gibi yükseklik ifade eden ref'ten türemiştir. Bu münasebetle çeşitli mânâlarının olduğu söylenebilir: Perde ve döşeme yapılan yeşil kumaşa, ince ve nazik kumaşlara, döşeklerin, tahtların, karyolaların, yaygıların, perdelerin sarkan eteklerine, yere gelen saçaklarına ve salkım söğüt gibi dalları aşağı doğru sarkan ince ve nazik ağaca ve çadırların eteklerine, çayırlık ve çimenliğe de refref denir. Kâmus tercemesinde bundan başka mânâları da vardır. Alûsî şöyle der: "Hz. Ali, İbnü Abbâs ve Dahhâk onun fuzûl-i mehâbis, yani yatakların üzerine serilen çarşaf olduğunu naklederken, Cevherî, yapılan ince kumaş; Hasan-ı Basrî, minder, yaygı ve döşeme olduğunu ileri sürmektedirler. Refrefin bunlardan başka, Âsım-ı Cahderî'ye göre yastık gibi üzerine dayanılan şeyler, Cübbâi'ye göre de yüksek döşek gibi anlamları vardır. Ayrıca tahtlardan sarkan pahalı örtüye de refref denildiği ileri sürülmektedir. Rağıb, refrefi bahçelere benzeyen bir nevi mensûcat (dokuma), İbnü Cerir ve diğer bir grup âlim de Sâid b. Cübeyr'den yaptıkarı rivayete göre onu, cennet bahçesi olarak tavsif etmektedirler ki, Abd b. Humeyd'in İbnü Abbas'tan yaptığı rivayet de böyledir."

Ve güzel abkarîler ve döşekler üzerine (dayanırlar). Abkarî, esasen abkare mensup demektir. Ebu's-Suud ve diğer müfessirlerin beyanına göre abkar, Araplar'ın itikadına göre Çin beldelerinden birinin ismidir ki, onlar acaip gördükleri her şeyi abkara nisbetle tavsif ederek abkarî derler. Mu'cemu'l-Büldân'da şu izah vardır: "Abkar, dolu yani buluttan inen donmuş sudur. Ayrıca abkara, cinlerin sakin olduğu bir yer anlamı da verilmiştir. Mesela "sanki abkar cinni gibi" denilir. Merrâr-ı Adevî şöyle demiştir:

Tibrâk ile Abkar'ın Şessa vadisi arasındaki yurdu tanıdın mı? Tanımadın mı? A'şâ da şöyle demiş:

Olgunlar ve gençler olarak Abkar'ın Cinleri gibidirler. İmru'l-Kays:

Kum taneciklerinin uçuşmaları esnasında çıkardıkları ses, Abkar'da sayılan bozuk paraların çıkardığı ses gibidir.

Küseyyir:

Sevgili dostundan dolayı seni bir bakışla ödüllendirdi. Rabbim de seni bundan dolayı cennetine yaklaştırdı.

Zaman içinde herhangi bir gün onlara gelirsen fazilet hususunda onları insanlardan üstün bulursun.

Sanki onlar Abkar'daki siyah vahşi cinler gibidirler Bir şeye yöneldiklerinde onu elden kaçırmazlardı.

İzahında demişlerdir ki abkar, Yemen toprakları içerisindedir. Bu gösterir ki, o meskun bir yer ve kuyumcuları ile meşhur bir beldedir. Elbette kuyumcuları olunca diğer insanların da olması gerekmektedir. Galiba bu harab olmuş eski bir beldedir. Nakışlı kumaşlar, ona nisbet edilirken, tanınmaz hale gelince bu defa o beldeyi cinne nisbet etmişlerdir. "En iyisini Allah bilir." Ensâb ilmi bilginleri demişlerdir ki: "Enmâş b. Errâş b. Amr b. Gavs b. Nebt b. Mâlik b. Zeyd b. Kehlân b. Seb'a b. Yeşcûb b. Ya'rûb b. Kahtân, Hind binti Mâlik b. Gafik b. Şâhid b. Akk ile evlenmişti. Hind, Enmâş'dan Eftel denilen Haş'amî'yi doğurdu. Hind'in vefatı üzerine Enmâş Büceyle binti Sa'b b. Sa'di'l- aşire ile evlendi. Büceyle de Sa'd'ı doğurdu, ona abkar lakabı verildi, Büceyle onu dedesi Sa'dü'l-aşîre'nin ismiyle isimlendirmişti. Abkar lakabı da ona lakab olarak verilmişti. Çünkü O, adada bir yerde abkar denilen bir dağ üzerinde doğmuştu ki orada veşiy, yani alca kumaş yapılırdı. Bir de Abkar, Yemâme'de bir yer adıdır. Abkar'ı cinn bölgesine nisbet edenler, Züheyr'in şu sözünü delil olarak ileri sürmüşlerdir.

O cimridir, onun üzerinde bir Abkar cinni vardır. Onlar (Abkar cinniler) bir gün istediklerini elde ederlerse yücelmeye layıktırlar.

Bazıları da demişlerdir ki: "Abkarî'nin aslı, vasfına hırslı bir şekilde rağbet edilen her şeye sıfattır. Bunun da esası, Abkar'da döşeme ve diğer nakışların yapılmış olmasıdır. Onun için her iyi şey, Abkar'a nisbet edilmektedir. Ferrâ, Abkârî'yi tanafisi sihan, yani kalın kumaş diye tanımlamıştır. Müfredi, abkariyyedir. Mücahid'e göre abkari, dibâc yani ipek kumaş, katâde'ye göre, zerabi yani halı kilim, Said b. Cübeyr'e göre ise antika döşeme demektir. Bu rivayetler, akbarî'nin bir yere nisbet edilmeyip isim olduğunu ortaya koymaktadır. Doğrusunu Allah bilir. Şimdi bütün bu açıklamalardan sonra "Müdhâmmetân"ın karinesiyle şöyle özetleyebiliriz. Buna göre refref, o yağız yeşil cennetlerin çimeni, abkarîler de cennet ehlinin şimdiki durumda sırrını açıklamak mümkün olmayan güzel elbiseleri olabilir. Görülüyor ki bununla beraber aynı âyet, otuz bir defa tekrar edilmiştir. Bunlardan sekizi yaratılış üstünlüklerinin sayılması ve dünya ile ahirete dair hususların akabinde, yedisi cehennemin ahvaliyle ilgili tenbihlerin peşinde -ki bu rakam, cehennem kapılarının adedine müsavidir- sekizi de ilk iki cennetin vasıflarının ardında -ki bu da cennet kapılarının sayısına eşittir- zikredilmiştir. Bu suretle şuna işaret edilmiş gibidir ki, ilk sekiz hususa inanıp da gerektirdiği şekilde amel eden kimse, her iki cennete girmeyi hak etmiş ve cehennemden korunmuş olacaktır. Bu yüzden söz konusu mübarek sûrede zikredilen, cinn, insan ve hayvanlara bolca verilen Allah'ın nimetlerini ifade etmek ve her türlü eksiklikten, kusurdan münezzeh olan Allah'ın adını takdis için sonuç olarak buyuruluyor ki, (Tebâreke kelimesi hakkında Furkan Sûresi, 25/1. âyetinde verilen bilgiye bkz.) Burada "Büyüklük ve ikram sahibi." vasfına en uygun olan tebârekenin yükselme ve yücelik mânâsına olmasıdır. Bazıları bu sûrede sayılan nimetlerin ardından ona en münasip olan mânânın hayır ve bereketin çokluğu mânâsı olacağını söylemişlerdir. Alûsî der ki: "Tebâreke" fiilinin bu anlamda Allah'ın ismine isnadı uzak değildir. Çünkü onun hürmetine rahmet ve yardım istenir." Allah'ın ismi, esmâ-i hüsnâsından her birine uygundur. Bununla beraber özellikle sûrenin başında geçen ismini ilk önce düşünmek gerekir. Şüphe yok ki, isminin yüksekliğini yüceltme de, daha evvel zâtının yüksekliğini gösterir. Onun için zü'l-celâl ve'l-ikrâm vasfı, doğrudan doğruya zâtına cereyan ettirilmiştir. Ancak İbnü Âmir kırâetinde sıfat ismi olarak "zü" şeklinde okunur. Bunun için bazı âlimler, ismin "Sonra selam ismi üzerinize olsun." gibi muhkem, bazıları da müsemmâ mânâsına olduğu kanaatindedirler. İşte ismiyle başlayan bu Arûs-ı Kur'ân (Kur'ân'ın gelini) böyle celâl ve ikram ile tamamlanmış bulunuyor ki, bu celâl ve ikramın görüntülerinden biri olmak üzere "Vâkıa" Sûresi başlayacaktır.