54-KAMER:
وَكَذَّبُوا وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءهُمْ وَكُلُّ أَمْرٍ مُّسْتَقِرٌّ {3} وَلَقَدْ جَاءهُم مِّنَ الْأَنبَاء مَا فِيهِ مُزْدَجَرٌ {4} حِكْمَةٌ بَالِغَةٌ فَمَا تُغْنِ النُّذُرُ {5} فَتَوَلَّ عَنْهُمْ يَوْمَ يَدْعُ الدَّاعِ إِلَى شَيْءٍ نُّكُرٍ {6}
سورة القمر (54) ص 529
خُشَّعاً أَبْصَارُهُمْ يَخْرُجُونَ مِنَ الْأَجْدَاثِ كَأَنَّهُمْ جَرَادٌ مُّنتَشِرٌ {7} مُّهْطِعِينَ إِلَى الدَّاعِ يَقُولُ الْكَافِرُونَ هَذَا يَوْمٌ عَسِرٌ {8} كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ فَكَذَّبُوا عَبْدَنَا وَقَالُوا مَجْنُونٌ وَازْدُجِرَ {9} فَدَعَا رَبَّهُ أَنِّي مَغْلُوبٌ فَانتَصِرْ {10} فَفَتَحْنَا أَبْوَابَ السَّمَاء بِمَاء مُّنْهَمِرٍ {11} وَفَجَّرْنَا الْأَرْضَ عُيُوناً فَالْتَقَى الْمَاء عَلَى أَمْرٍ قَدْ قُدِرَ {12} وَحَمَلْنَاهُ عَلَى ذَاتِ أَلْوَاحٍ وَدُسُرٍ {13} تَجْرِي بِأَعْيُنِنَا جَزَاء لِّمَن كَانَ كُفِرَ {14} وَلَقَد تَّرَكْنَاهَا آيَةً فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍ {15} فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِي وَنُذُرِ {16} وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْآنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍ {17} كَذَّبَتْ عَادٌ فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِي وَنُذُرِ {18} إِنَّا أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحاً صَرْصَراً فِي يَوْمِ نَحْسٍ مُّسْتَمِرٍّ {19} تَنزِعُ النَّاسَ كَأَنَّهُمْ أَعْجَازُ نَخْلٍ مُّنقَعِرٍ {20} فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِي وَنُذُرِ {21} وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْآنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍ {22} كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِالنُّذُرِ {23} فَقَالُوا أَبَشَراً مِّنَّا وَاحِداً نَّتَّبِعُهُ إِنَّا إِذاً لَّفِي ضَلَالٍ وَسُعُرٍ {24} أَأُلْقِيَ الذِّكْرُ عَلَيْهِ مِن بَيْنِنَا بَلْ هُوَ كَذَّابٌ أَشِرٌ {25} سَيَعْلَمُونَ غَداً مَّنِ الْكَذَّابُ الْأَشِرُ {26}
Meal-i Şerifi
3. Yalanladılar, nefislerinin arzularına uydular. Halbuki her iş yerini bulacaktır.
4. Andolsun ki onlara (kötülükten) vazgeçirecek nice önemli haberler gelmiştir.
5. Bunlar üstün bir hikmettir fakat uyarılar fayda vermiyor.
6. Sen de onlardan yüz çevir ki, o gün çağırıcı, görülmedik müthiş bir şeye çağırır.
7. Gözleri düşkün düşkün (zelil ve hakir) kabirlerinden çıkarlar, sanki yayılan çekirgeler gibidirler.
8. O çağırana koşarak, kâfirler: "Bu çetin bir gündür." derler.
9. Onlardan önce Nuh'un kavmi de yalanlamıştı. Kulumuzu yalanladılar ve: "Cinlenmiştir." dediler. Ve (Nuh davetten vazgeçmeye) zorlandı.
10- Bunun üzerine Rabbine: "Ben yenik düştüm, bana yardım et!" diyerek yalvardı.
11. Biz de boşalan bir su ile göğün kapılarını açtık.
12. Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık, derken sular takdir edilmiş bir iş için birleşti.
13. Nuh'u da tahtalardan yapılmış, çivilerle (çakılmış gemi) üzerinde taşıdık.
14. Nankörlük edilen (kulumuz)e bir mükafat olmak üzere (gemi), gözlerimizin önünde akıp gidiyordu.
15. Bunu bir ibret olarak bıraktık, ibret alan yok mudur?
16. Benim azabım ve uyarılarım nasılmış (görsünler)
17. Andolsun biz Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?
18. Âd (kavmi) da yalanladı, azabım ve uyarılarım nasıl oldu?
19. Biz onların üstüne, uğursuzluğu devam eden bir günde dondurucu bir rüzgar gönderdik.
20. (O rüzgar) insanları, sökülmüş hurma kütükleri gibi yere seriyordu.
21. Nasılmış benim azabım ve uyarım?
22. Andolsun biz Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?
23. Semûd da o uyarıları yalanladılar.
24. "Bizden bir insana mı uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık içine düşmüş oluruz." dediler.
25. "Zikir, aramızdan ona mı bırakıldı? Hayır o, yalancı, küstahın biridir" (dediler).
26. Yarın onlar, yalancı, küstahın kim olduğunu bilecekler.
3. Ve tekzib ettiler. Peygamber (s.a.v)'i ve getirdiği haberleri ve gösterdiği delil ve mucizeleri yalana nisbet edip inkar ettiler. Fakat bir şey bildiklerinden yahut bir delile dayandıklarından değil de arzularına uydular yani keyiflerine ve nefislerinin isteklerine tâbi oldukları için yalanladılar. Vuku bulan hadisedeki gerçeğin gereğini hesaba katmadılar. Halbuki her iş, müstakirrdir. Yani Peygamber (s.a.v)'in işi, zannettikleri gibi gelip geçici değildir. Onun her işi, Allah Teâlâ'nın ilim ve takdirine göredir ve ona doğru gitmektedir. Hepsinin varıp karar kılacağı bir gaye ve sonuç vardır ki, hakikatı o zaman ortaya çıkar. Peygamber (s.a.v)'in işlerinin hakikat ve yüceliği, onların arzularının mahiyeti ve uğursuzluğu,
4. Allah'ın yanında belli olduğu gibi saati gelince ortaya çıkacaktır. Şüphesiz onlara önemli haberlerden öylesi de geldi ki, yani geçen ümmetlerin halleri veya ahiretle ilgili haberlerden Kur'ân'da öyle mühimleri geldi ki onda vazgeçirecek tehdit, sakındıracak öğüt, yahut sakınılması gereken acı sonuçlar vardır.
5. Müzdecer, mimli mastar ya da mekân ismi olabilir (bunlar) üstün bir hikmettir. Hikmet-i Bâliğa, kuvvet ve gayeye isabet etme bakımından en yüksek dereceye ulaşmış hikmet demek olup, "mâ"dan veya "müzdecer"den bedeldir, yahut hazfedilmiş bir mübtedânın haberidir. Yani üstün bir hikmet olan tehdidler ve haberlerle Kur'ân geldi. Yahut bunların hepsi, durumun bu şekilde cereyan etmesi, üstün bir hikmettir. Demek ki o uyarılar fayda vermiyor.
6. O halde sen de onlardan, yani o arzularının peşinde giden inkârcılardan yüz çevir, boş yere onlarla mücadele etme de yaklaşmakta olan kıyamet saatine bak. O gün ki, davetçi davet edecektir. Buradaki "yevm" (gün) yaklaşmakta olduğu zikredilen saati beyan etmektedir. Bu "yevm" takdir edilen zikre bağlı olabilirse de, aşağıda gelecek olan fiiline bağlı olması daha uygundur. Kıyamet günü onlardan yüz çevir, şefaat etme mânâsına fiiline bağlanmasını caiz görenler varsa da, üzerine vakf-ı lazım işaretinin konulmuş olması bu ihtimali ortadan kaldırmaktadır. Meşhur görüşe göre buradaki davetci İsrâfil'dir. Başka bir melek olduğu da söylenmiştir. Ebu's-Sûud da, "Âyette geçen davetten maksat, "Ol' der, o da oluverir." ayetindeki emir kabilinden olabilir." diyor. Buna göre çağıran Allah Teâlâ'dır. Yani O çağırıcı münkere, benzeri görülmedik müthiş bir şeye; hesaba, haşre veya haşr için neşre, çağıracağı gün
7. gözleri huşu' içinde, yani olayın dehşetinden gözler korku ve saygı ile düşkün bir halde kabirlerden çıkacaklar. Sanki yayılmış çekirge sürüsü gibi. O çağıran davetciye doğru fırlayacaklar,
8. diyecek ki o kâfirler, bu çok zorlu bir gün. Bu ifadeden müminler için öyle olmayacağı anlaşılıyor.
9. Onlardan önce Nuh'un kavmi yalanladı. Yani o yalanlama fiilini ya Muhammed! Senin kavminden önce Nuh kavmi yaptı, Allah'ın Peygamber gönderdiğine inanmadı. Öyle ki o kulumuza yalan isnad ettiler ve mecnûn (cinlenmiş delirmiş) dediler. Hem de zecredildi, yani tebliğden men edilmek için çok azarlandı, incitildi, eziyet gördü. "Ey Nuh! (bu davadan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, taşa tutulanlardan olacaksın." (Şuarâ, 26/116) diye vazgeçmezse taşlanarak öldürülmekle tehdit ediliyordu.
10. O da Rabbine dua etti. Şöyle ki: Ben mağlubum artık sen öcünü al.
11. Biz de dökülen bir su ile göğün kapılarını açtık. Çoğunluğun beyanına göre "su ile göğün kapılarını açmak" ifadesi bir istiare-i temsiliyyedir. Bulutlardan suyun boşalması, kuvvetli bir sel ile göğün kapılarının açılıp gök kubbenin yarılması manzarasına benzetilmiştir.
12. Yeri de kaynaklar halinde coşturduk derken su birleşti. "mâân", iki su denilmeyip müfred olarak şeklinde zikredilmesi, esas itibarıyla ikisinin bir su olduğuna işaret için olsa gerektir. Müfessirler söz konusu kelimenin müfredliği konusunda diyorlar ki, bundan maksat, iki suyun birleşmesinin mücâveret (yan yana bulunma) yoluyla değil, birbirine karışma ve birleşme suretiyle olduğunu göstermek içindir. Ezelde takdir edilmiş bir emre binâen ki bu da, indirilen suyun yerden çıkarılan kadar olması kanunudur. Yahut ezelde takdir edilmiş bir iş üzerine ki bu da, Nuh kavminin tufan ile helak edilmesi işidir.
13. Onu ise yükledik, tahtalı ve çivili bir şeye bindirdik.
"Elvâh" levh kelimesinin çoğuludur. Levh, her neden olursa olsun tahta gibi yassı olan şeye denir. Düsür de, disâr'ın çoğuludur. Disâr, geminin tahtalarını birbirine bağladıkları bağ, kenet, perçin (çivi) veya halata denir. Zât-ı elvâh ve düsur'dan maksat, gemidir. Tarif için bir nevi sıfat isim yerine konulmuştur. Yani bir takım tahtaların birbirlerine özel bir biçimde kenetlenmesiyle yapılmış olan gemiye bindirdik.
O tahtalardan yapılmış gemi bizim gözetimimiz altında akıp gidiyordu. "Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında, onlarla birlikte yüzüp gidiyordu..." (Yusuf,11/42) âyeti gereğince dağlar gibi dalgalar içinde Allah'ın görüp gözetmesiyle yani doğrudan doğru koruması altında akıp gidiyordu.
14. O küfredilmiş, değeri bilinmeyip nankörlükle karşılanmış olan zata, yani Nuh (a.s)'a mükafat için, ki onu yalanlayanlar boğulurken O, Allah'ın koruması altında bulunuyordu.
15. Şüphesiz biz onu, yani gemiyi bir mucize olarak bıraktık. Bu âyetin tefsiriyle ilgili Katâde'den, "Hz. Nuh'un gemisinin enkazı Cudi Dağı'nda kaldı, hatta önceki ümmetler onu gördü." şeklinde bir rivayet vardır. Ancak bu rivâyette kasdedilen bizzat o geminin kalmış olması değil, mutlaka onu hatırlatacak bir gemi cinsinin olduğunu göstermektir. Çünkü bunun ibret alma ve düşünme alanı daha geniş ve daha umûmidir. Böyle olunca da şu kınamanın faydası daha açık anlaşılmaktadır. Fakat hani düşünen? kelimesinin aslı zikr'dendir. İftiâl bâbından ism-i fâili gelir. Müzdecerde olduğu gibi, tâ, dâl'a kalbedilmiş sonra da zâl, dâl'a idgâm edilmiştir. Böylece mütezekkir gibi, düşünen mânâsını ifade etmektedir. Yani her gemiyi gören veya duyan kimsenin düşünmesi gerekirken, düşünen mi vardır? demektir.
16. Ki nasılmış azabım ve uyarılarım? Bu istifhâm (soru) korkutma, hayret ve dehşet içindir.
17. Şüphesiz Kur'ân'ı da kolaylaştırdık, yahut kolaylıkla ihsan ettik. Düşünülmek için fakat hani düşünen? Buradaki âyeti, bu sûrenin tekrar eden âyetidir ki, her kıssanın sonunda "Andolsun, onlara kötülükten önleyecek nice önemli haberler gelmiştir." (Kamer, 54/4) âyetini hatırlatmak için tekrar edilmiş ve bu suretle her birinin müstakil olarak söz dinleyip, düşünüp ibret alması gerektiğini anlatmıştır.
18. Âd yalanladı, burada anlatılacak kıssanın müstakil bir kıssa olduğunu göstermek için atıf yapılmamıştır. Yalanladı da, azabım ve uyarılarım nasıl oldu? Bu istifhâm önceki gibi korkutmak için değil, söylenecek söze dikkatleri çekmek içindir.
19. Çünkü biz onların üzerine bir sarsar rüzgarı gönderdik. Sarsar, soğuk veya gürültülü bir fırtına demektir. Uğursuzluğu devamlı bir günde ki uğursuzluğu, onların helak olmaları ile son bulmadı da, kıyamete kadar kabirde azab gördüler. Bazı astrologların (yıldız âlimlerinin) zannettiği gibi o uğursuzluk, günün kendisi ile ilgili değildir. Yani o gün, herkes ve her şey için uğursuz olmayıp, sadece onlar hakkında uğursuz olmuştur.
20. O insanları yoluyordu, yani çekip koparıp alıyordu. Sanki onlar, dibinden kopmuş hurma kütükleri gibidirler Âd, iri bedenli bir kavim olduğu için başları koparılıp yere serildikçe bu teşbihe konu oluyorlardı.
21. O halde azabım ve uyarılarım nasılmış? Bu istifham da korkutma ve hayret içindir.
22. Şüphesiz Kur'ân'ı da kolaylaştırdık, düşünmek için fakat hani düşünen.
23. Semûd kavmi de uyarıları yalanladı, burada nüzür, uyarma ve nasihat mânâsına nezîr'in çoğulu olabileceği gibi münzir, yani peygamberler mânâsına da gelebilir. Fahr-i Râzî konuyla ilgili şöyle bir mütalaada bulunup demiştir ki; "Allah Teâlâ, bu sûrede beş kıssa zikretmiş ve orta derecede bir kıssayı en mükemmel şekilde ifade etmiştir. Çünkü Sâlih (a.s)'in durumu, Hz. Muhammed (s.a.v)'in durumuna daha çok benzemektedir. Ayrıca onun getirdiği mucize diğer peygamberlerin getirdiği mucizelerden daha hayret vericidir. Gerci İsa (a.s) ölüyü diriltmiştir. Lakin ölü, canlılığın mekanı idi. Demek ki o, Allah'ın izniyle hayatı, mümkün olan bir yerde isbat etmişti. Musa (a.s)'ın da asâsı ejderha oldu demek ki Allah Teâlâ, bir odunda hayat ispat etmiştir. Lakin odun, nebattır. Nebatta da hayvandakine benzer bir büyüme kuvveti vardır. Bu, diğerinden daha enteresandır. Sâlih (a.s)'ın elinde görülen mucize ise taştan deve çıkmasıdır. Halbuki taş cemâddır. Hayata da nemâya (büyümeye) da onda imkan yoktur. Demek ki bu daha çok hayret vericidir. Hz. Peygamber (s.a.v) ise hepsinden daha üstününü getirdi ki, o da göksel bir cisimde yaptığı tasarruftur. Müşrikler diyorlardı ki: "Göğe kimse ulaşamaz. Onun yarılması ve kapanmasına imkan yoktur. Arz, maddeleri bitişik cisimler olup, her biri diğerinin suretini kabul edebilirse de gök onu kabul etmez". Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v)'in getirdiği mucize Sâlih (a.s)'in enteresan olan mucizesinden daha enteresan daha beliğ ve devamlıdır."
24. Yalanladılar da dediler ki: bizden bir beşere, bir kişiye mi tâbi olacağız? Önce demekle bir beşere uymayı kabul etmek istemediler, melek ister gibi göründüler, sonra bizden demekle kendilerinden ve kendi içlerinden olan bir beşere tâbi olmak istemediklerini anlatmış oldular. Bunun tersi, kendilerinden olmayıp da dışardan bir insan olsa ona uyabileceklerini gösterir ki bu hal genellikle, istiklâle layık olmayan kavimlerin ruh hallerini gözler önüne sermektedir. Yani onlar kendi aralarında kıskançlıkla geçimsizlik yaparlar da, bir yabancının başlarına geçmesini memnuniyetle karşılayarak esârete doğru giderler. Daha sonra da diyerek kendi içlerinden bir ferde uymayı kabul etmezler. Ancak bu bir ferd değil de cemiyet olmuş olsa o zaman tâbi olabileceklerini ifade etmiş bulunurlar. Onun için olmalı ki içlerinde "O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar..." (Neml, 27/48) âyetinin mânâsı vâki olmuştu. Halbuki gerçekte bir cemiyetin teşekkül edebilmesi de bir kişinin başkanlığı altında birlik kanununa tâbidir. Ancak onlar kendilerinden bir beşere uymayı istemiyorlar da diyorlar ki, her halde biz o zaman muhakkak bir şaşkınlık ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Yahut o surette yolumuzu kaybetmiş ve ateşler içine düşmüş bulunuruz. Sâlih (a.s) onlara Allah'ın emrini dinlemedikleri takdirde sapıklık içinde kalıp ateşlerde yanacaklarını söylediği için, onlar da böyle reddediyorlardı. Yani asıl sana uyarsak şaşkınlık etmiş ve ateşlere düşmüş oluruz diyorlardı.
25. O zikir, yani vahiy aramızdan ona mı bırakılıyor? Biz de onun gibi bir ferd bir beşer değil miyiz? Yahut içimizde ondan daha layıkı yok mu? Hayır o bir mağrur, şımarık, şımarıklılıkla üstümüze çıkmak isteyen bir yalancıdır. İşte bu derece yalan isnad etmek suretiyle onu yalanladılar.
26. Yarın, yani azabı görecekleri gün bileceklerdir ki kimmiş o kezzâb-ı eşir, yani hakka inanmayan şımarık yalancı.