46-AHKAF:

وَمِن قَبْلِهِ كِتَابُ مُوسَى إِمَاماً وَرَحْمَةً وَهَذَا كِتَابٌ مُّصَدِّقٌ لِّسَاناً عَرَبِيّاً لِّيُنذِرَ الَّذِينَ ظَلَمُوا وَبُشْرَى لِلْمُحْسِنِينَ {12} إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ {13} أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ خَالِدِينَ فِيهَا جَزَاء بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ {14}

سورة الأحقاف (46) ص 504

وَوَصَّيْنَا الْإِنسَانَ بِوَالِدَيْهِ إِحْسَاناً حَمَلَتْهُ أُمُّهُ كُرْهاً وَوَضَعَتْهُ كُرْهاً وَحَمْلُهُ وَفِصَالُهُ ثَلَاثُونَ شَهْراً حَتَّى إِذَا بَلَغَ أَشُدَّهُ وَبَلَغَ أَرْبَعِينَ سَنَةً قَالَ رَبِّ أَوْزِعْنِي أَنْ أَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّتِي أَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلَى وَالِدَيَّ وَأَنْ أَعْمَلَ صَالِحاً تَرْضَاهُ وَأَصْلِحْ لِي فِي ذُرِّيَّتِي إِنِّي تُبْتُ إِلَيْكَ وَإِنِّي مِنَ الْمُسْلِمِينَ {15}

Meâl-i Şerifi

12- Kur'ân'dan önce de bir rehber ve rahmet olarak Musa'nın kitabı Tevrat vardı. Bu Kur'ân ise zulmedenleri uyarmak, iyilik yapanları müjdelemek için Arap lisanı ile indirilen ve kendinden öncekileri tasdik eden bir kitaptır.

13- "Gerçekten Rabbimiz Allah'tır." deyip, sonra da dosdoğru olanlara gelince onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

14- İşte onlar cennetlikdirler, yaptıklarına karşılık orada ebedi olarak kalacaklardır.

15- Biz insana ana ve babasına iyilik yapmayı tavsiye ettik. Anası onu zahmetle karnında taşıdı ve zahmetle doğurdu. Onun ana karnında taşınması ile sütten kesilme süresi otuz aydır. Nihayet insan olgunluk çağına ulaşıp, kırk yaşına geldiğinde der ki: "Ey Rabbim! Bana ve ana babama ihsan ettiğin nimetlerine şükretmemi ve senin hoşnut olacağın salih amel işlememi ilham et. Benim neslimden gelenleri de salih kimseler kıl. Doğrusu ben tevbe edip sana yöneldim. Ve ben gerçekten müslümanlardanım."

12-14- Halbuki onun önünden yani Kur'ân'dan önce nazil olmuş Musa'nın kitabı vardır. Bununla hem eski bir iftira demelerinin nereye kadar varmış olduğu gösterilmiş oluyor hem de cevabı verilmiş oluyor. Çünkü o öyle var ki Bir imam ve rahmet olmuş bir halde, Allah'ın dininde senelerce rehber, kendisine uyulmuş, arkasınca gidilmiş ve o sayede Allah Teâlâ'nın rahmetine, nimetine erilmiş, eğer o bir iftira, bir yalan olsaydı o feyiz ve rahmet olur muydu? Ve işte bu da yani Kur'ân da dili Arapça olarak tasdik edici bir kitap, Musa'nın bir imam ve rahmet olan kitabını tasdik, onun esasındaki hakikati ispat ve teyid eden Arapça dilli bir kitap ki tasdikin hikmeti de zulmedenleri uyarmak için, her kim olursa olsun, kendisinden herhangi bir şekilde zulüm, haksızlık meydana gelenlere Allah'ın azabını haber vererek sonucun korkunçluğunu anlatmak için güzellik yapan iyilere de müjde için, şöyle ki: "Gerçekten Rabbimiz Allah'dır." deyip, sonra da dosdoğru olanlar, yani ilmin özü olan tevhit ile amelin sonu olan doğruluğu kendilerinde toplayanlar. (Fussilet Sûresi'nde bu âyetin benzeri olan 30. âyetin tefsirine bkz.) Orada melekler vasıtasıyla müjde yapılıyordu. Burada ise doğrudan doğruya yapılıyor.

15- "Biz insana ana babasına iyilik yapmayı tavsiye ettik. Tavsiye bir kimseye yapması gereken bir şeyi öğüt tarzında önceden söylemektir. İman ve doğruluk en birinci özellikleri olan iyilerin şanı beyan olunurken anaya babaya iyilik özellikle tavsiye edilmiştir. Bu tavsiye birkaç yerde gelmiştir. Fakat herbirinde başka bir nükte ve bakış açısıyla sevkedilmiş olduğu için tekrar değil ayrı ayrı fayda ifade etmektedir. Nitekim burada da "Yaptıklarının karşılığı olarak" ifadesi dolayısıyla iyilik ve doğruluğun önemli bir misali olmak üzere getirilmiştir. Rivayet olunduğuna göre ifadesine kadar bu iki âyet Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) hakkında nazil olmuş ve birçok hükümlerin de esaslarını içinde toplamıştır. Önce ahlâkî açıdan araya üç mertebede dikkat çekilmiştir. Birincisi, babanın galibiyeti altında olarak tağlib yoluyla valideyn içinde, ikincisi üçüncüsü ile doğurma ve emzirme yönüyledir. Baba ise yalnız 'de bir kere zikredilmiştir. Bir Hadis-i Şerif'te beyan olunan şu ifade ile mütenasiptir. Bir adam; ya Resulullah "Ben kime çok iyilik edeyim?" demişti. Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Anana", sonra kime dedi, yine "anana" buyurdu, sonra kime? dedi, yine "anana" buyurdu. Sonra kime? dedi, "babana!" buyurdu.

" Anası onu sıkıntı ile, zahmet ve meşakkat ile yüklendi yine zahmet ve meşakkat ile karnındakini doğurdu. Hamilelik süresi, ve sütten kesilmesi de otuz aydır. Bakara Sûresi'nde "Emzirmeyi tamamlamak isteyen baba için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler." (Bakara, 2/233), Lokman Sûresi'nde de "Onun sütten kesilmesi iki yıldadır. (Lokman, 31/14) buyurulduğuna göre bu otuzun iki senesi emzirme müddeti, altı ayı da hamilelik müddeti oluyor. Demek ki hamileliğin en az müddeti emzirmenin de en çok müddeti gösterilmiştir. Çünkü bunlara kadının namusu nesep ve nikâhın haramlığı yönleriyle pek çok önemli hükümler dayanmaktadır. Rivayet olunur ki Hz. Ömer (r.a.)'e bir kadın duruşmaya götürülmüştü ki altı ayda doğurmuştu. Had cezası uygulanmasını emretti. Hz. Ali (r.a) bu âyeti hatırlatarak "had" cezası lazım gelmez hamilelik süresinin en az müddeti altı aydır diye itiraz etti. Hz. Ömer de tasdik etti. Fahreddin Râzî bunu naklettikten sonra der ki: Akıl ve tecrübede bunun böyle olduğuna delâlet eder. Tecrübe sahipleri diyorlar ki ceninin teşekkülü için takdir edilmiş bir zaman vardır, o zaman ikiye katlanınca cenin harekete başlar, bu toplama iki misli daha ilave edilince cenin anasından ayrılır dünyaya gelir. Mesela ceninin yaratılışını otuz günde tamam farz edelim. Bu zaman ikiye katlanıp altmış gün oldu mu cenin hareket eder. Bu toplama iki misli olan yüzyirmi gün daha ilave edilince yüz seksen eder ki altı aydır. O vakit "cenin" anadan ayrılır. Yaratılış otuzbeş günde tamam olduğunu farz edelim, o vakit yetmiş günde hareket eder iki misli yüz kırk daha ilave olununca toplamı iki yüz on gün eder ki yedi aydır. Çocuk anadan ayrılabilir. Kırk gün olduğunu farz etsek seksen günde hareket eder iki yüz kırk günde anadan ayrılır ki sekiz aydır. Kırkbeş günde tamam olduğunu farz edelim o zaman da doksan günde hareket eder ikiyüz yetmiş günde anadan ayrılır ki dokuz ay eder. İşte tecrübe sahiplerinin anlattıkları kural budur. Calinûs demiştir ki ben hamilelik zamanlarının miktarlarının miktarlarını çok merak ile araştırdım. Bir kadın gördüm ki yüz seksen dört günde doğurdu. İbnü Sina da kendisinin bunu müşahade etmiş olduğunu kaydetmiştir. Demek ki hamileliğin en az müddeti Kur'ân'ın nassına göre de tıbbın tecrübelerine göre de bir olarak altı aydır. Ama hamileliğin en çok müddeti hakkında Kur'ân'da bir delalet yoktur. Ebu Ali b. Sina Şifa adındaki eserinde dokuzuncu makalesinin altıncı faslında demiştir ki, tamamıyla itimad ettiğim güvenilir bir yerden bana ulaştı ki bir kadın hamilelik senelerinin dördüncüsünden sonra bir çocuk doğurdu dişleri bitmişti, hem de yaşadı. Eristatalis'ten de şöyle hikâye olunmuştur: Hayvanların doğum ve hamilelik zamanları bellidir. İnsandan başka ki gebe bir kadın bazan yedi ayda bazan sekiz ayda doğurur. Sekizinci ayda Mısır gibi muayyen beldelerden başka yerlerde az yaşar. Ama genellikle çoğunluk dokuzuncu aydan sonra doğmaktadır. Tecrübe sahipleri şunu da hatırlatırlar ki yukarıda geçtiği üzere ikiye katlamak suretiyle beyan ettiğimiz kaide kesin değil, yaklaşık olarak böyledir. Bazan günlerde fazlalık eksiklik olabilir, sonra Râzî ceninin tamamlandığı müddeti de altı kısma ayırarak tecrübeye dayanan bilgilerine göre kaydetmiştir ki zamanımızda buna "mebhas-ı rüşeym" yani cenin, embriyo bilimi denilmekte ve özel bir tasnife tabi tutulmaktadır. Nihayet der ki, altıncısında organlar birbirinden seçilir ve hissolunacak şekilde belli olur, bunun toplamı kırk gündür, bazen kırk beş güne kadar uzanır en azı da otuzdur. Şu halde bu, tıbbî tecrübelerle Peygamber (s.a.v.)'in şu hadisinde haber verdiğine uygun düşmektedir. "Her birinizin yaratılışı anası karnında kırk günde toplanır." tecrübe sahipleri derler ki: "Kırktan sonraki düşük cenin torbası yarılıp da soğuk suya konulduğu zaman organları belirgin küçük bir şey ortaya çıkar, kısaca hamileliğin en az müddeti altı ay olduğu gibi emzirme müddetinin de en çoğu iki senedir. "Hamilelik süresi ve sütten kesilmesi ve otuz ay" toplamının haberidir. Ancak İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri bu âyette bir de şu mânâ ihtimalini nazar-ı dikkate almıştır. Hamilelik süresi de sütten ayrılma süresi de otuz aydır. Bu durumda hamilelik müddetinin de otuz ay, emzirme müddetinin de otuz ay olması ve ikisinin de en çok süresinin beyan edilmiş bulunması gerekir. Hz. Aişe'nin rivayet ettiği bir Hadis-i Şerif hamileliğin en çok müddetinin iki seneden fazla olamıyacağını ispat etmiş olmakla hamilelik hakkında zikredilen ihtimalin sakıt olması lazım gelirse de sütten kesilme hakkında iki sene "Emzirme süresini tamamlamak isteyen baba için tam iki yıl." (Bakara, 2/233) âyetiyle kayıtlı bulunduğu için nikâhın haramlığını ifade eden emzirme müddeti bakımından en çok sürenin otuz ay olması şüphesi devam etmektedir. Bu ihtimali ortadan kaldıracak bir delil yoktur. Dolayısıyla haram kılanın mübah kılana tercih olması hakkındaki usul kaidesi gereğince otuz ay içinde emişenler hakkında ihtiyaten süt kardeşliği dolayısıyla nikahın haramlığının sabit olması gerekir. Fakat Lokman Sûresi'nde "Onun sütten kesilmesi iki yıl içindedir." ifadesi mutlak olduğu için İmameyn bu şüpheye iştirak etmemişlerdir. Fetvada da bu tercih edilmiştir. (Bu konuda geniş bilgi için Fıkıh'dan Hidaye ve şerhlerine bkz.) İşte babanın ananın böyle haklarından dolayı onlara iyilik ile muamele etmesini o insana tavsiye ettik. Nihayet hayat en güçlü çağına erdi, kuvvet ve olgunluk çağına erdi. Kuvveti ve aklı sağlamlaştı. Bunu bazıları bülûğ ile, bazıları da olgunluk çağıyla tefsir etmişlerdir. Bu, şuna daha yakındır: Ve kırk yaşına erişti. Denilir ki peygamberler de kırktan sonra peygamberlikle görevlendirilmişlerdir. Bununla birlikte Hz. İsa ile Yahya'nın küçüklüklerinde peygamberlikleri de söz konusudur. İşte tam aklını, kuvvetini toplayıp da kırkına erdiği zaman o tavsiyeyi yerine getirerek dedi: Allah'tan üç dilek diledi, birincisi şöyle nimetlerine şükür niyazı. Ey Rabbim! Bana öyle ilham et, öyle arzu ver ki senin nimetine şükredeyim. Önce şükrü istemesi, şükrün daima bir nimet neşesiyle ilgili olduğundan ilk önce kalbin neşesini bulmak içindir. İşte her başarının sırrı da bu neşedir. O neşe iledir ki rızaya uygun büyük salih ameller yapılabilir. Hem bana ihsan ettiğin nimetine hem de anama babama ihsan ettiğin nimetine, anama babama, yani din nimeti ve varlık nimeti. İkincisi, ve senin razı olacağın salih bir amel işleyeyim. Kelimesinde tenvin tazim için, yani büyük bir iş olduğunu ifade etmek içindir. Yahut çokluk ifadesi içindir. Birçok iş demektir. Yahut da bir çeşit tekliktir ki salih amel cinsinden Allah Teâlâ'nın rızasını özellikle celbedecek bir çeşit amel, rızayı gerektirecek itaat demektir. Üçüncüsü neslimde de benim için islah nasip et, yani ıslahı, düzgünlüğü onlara da ulaştır. İçlerinde sabit kıl çünkü ben tevbe ile sana yüz tuttum, senin razı olmayacağın fillerden veya senin zikrinden alıkoyacak şeylerden tevbe edip sana yöneldim. Çünkü ben müslümanlardanım. Kendilerini ihlas ve samimiyetle senin birliğine teslim edenlerdenim. Bu iki cümle duanın sağlam olmasının, tevbe ve İslâm'a bağlı olduğuna işarettir. İbnü Abbas (r.a) hazretleri demiştir ki: Allah Teâlâ, Ebu Bekir (r.a)'in duasını kabul buyurdu da müminlerden dokuz kişiyi azat etti ki Bilali Habeşi ve Âmir b. Füheyre bunlardandır. Ve her ne hayır istediyse Allah Teâlâ ona yardım etti. Zürriyyeti hakkında da duasını kabul buyurdu. Çocuklarının hepsi iman ettiler. Ona hem anasının babasının, hem de çocuklarının hepsinin İslâm'a girmesi nasip oldu. Babası Ebu Kuhafe Osman b. Amr ve annesi Ümmül Hayr bintü Sahr b. Ömer, oğlu Abdurrahman b. Ebi Bekir ve onun oğlu Ebu Atik hepsi Peygamber'e yetiştiler ve Hz. Ebu Bekir'in ulaştığı manevî derece sahabeden hiçbirine nasip olmadı. "Allah hepsinden razı olsun." Bununla birlikte ashab-ı kiramın hepsi böyle iyilik ve doğruluk duyguları ile dopdolu idiler.