27-NEML:
قَالَتْ يَا أَيُّهَا المَلَأُ أَفْتُونِي فِي أَمْرِي مَا كُنتُ قَاطِعَةً أَمْراً حَتَّى تَشْهَدُونِ {32} قَالُوا نَحْنُ أُوْلُوا قُوَّةٍ وَأُولُوا بَأْسٍ شَدِيدٍ وَالْأَمْرُ إِلَيْكِ فَانظُرِي مَاذَا تَأْمُرِينَ {33} قَالَتْ إِنَّ الْمُلُوكَ إِذَا دَخَلُوا قَرْيَةً أَفْسَدُوهَا وَجَعَلُوا أَعِزَّةَ أَهْلِهَا أَذِلَّةً وَكَذَلِكَ يَفْعَلُونَ {34} وَإِنِّي مُرْسِلَةٌ إِلَيْهِم بِهَدِيَّةٍ فَنَاظِرَةٌ بِمَ يَرْجِعُ الْمُرْسَلُونَ {35}
سورة النمل (27) ص 380
فَلَمَّا جَاء سُلَيْمَانَ قَالَ أَتُمِدُّونَنِ بِمَالٍ فَمَا آتَانِيَ اللَّهُ خَيْرٌ مِّمَّا آتَاكُم بَلْ أَنتُم بِهَدِيَّتِكُمْ تَفْرَحُونَ {36} ارْجِعْ إِلَيْهِمْ فَلَنَأْتِيَنَّهُمْ بِجُنُودٍ لَّا قِبَلَ لَهُم بِهَا وَلَنُخْرِجَنَّهُم مِّنْهَا أَذِلَّةً وَهُمْ صَاغِرُونَ {37} قَالَ يَا أَيُّهَا المَلَأُ أَيُّكُمْ يَأْتِينِي بِعَرْشِهَا قَبْلَ أَن يَأْتُونِي مُسْلِمِينَ {38} قَالَ عِفْريتٌ مِّنَ الْجِنِّ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَن تَقُومَ مِن مَّقَامِكَ وَإِنِّي عَلَيْهِ لَقَوِيٌّ أَمِينٌ {39}
Meâl-i Şerifi
32- (Sonra Melike) dedi ki: "Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam."
33- Onlar, şöyle cevap verdiler: "Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbabıyız, buyruk ise senindir; artık ne emredeceğini düşün taşın."
34- Melike, "Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi orayı perişan ederler ve halkının ulularını hakir hâle getirirler. (Herhalde) Onlar da böyle yapacaklardır" dedi.
35- "Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de, bakayım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler."
36- (Elçiler, hediyelerle) gelince Süleyman şöyle dedi: "Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Ama siz, hediyenizle böbürlenirsiniz."
37- "(Ey elçi) Onlara var (söyle); iyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları, muhakkak surette hor ve hakir halde oradan çıkarırız!"
38- (Sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki: "Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o Melike'nin tahtını bana getirebilir?"
39- Cinlerden bir ifrit, "Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm ve güvenim var." dedi.
32- Ey mele' ey milletin beyleri, uluları, ey heyet, dedi: bana bir fetva, fikir verin.
İFTÂ, bir zorluğun açıklanması ile güç vermektir. Ve şer'î işlerde bilindiğine göre burada bu tabir, bu meclisin hüküm verme yetkisini ifade etmekten uzak değildir.
Emrimde, yani bir işimde, yahud vereceğim emir hakkında sizler bana şahit olmadıkça -yahud siz yanımda olmadıkça ben hiçbir işi kestirip atmam, yani şimdiye kadar devlet işlerinden hiçbirinde keyfi idare yapmadım, sizin oyunuzu almadan hiçbirini kendiliğimden yürürlüğe koymadım, her ne emir verdimse sizin huzurunuzda ve sizin görüşlerinizi alarak verdim. Onun için bu mektup işinde de sizin fikir ve fetvanızla kuvvet almak istiyorum. "Siz yanımda olmadıkça." denilmesinden, bunların önemli işleri danışma için huzurunda toplanması alışılmış olan bir topluluk olduğu anlaşılıyor. Bunların, herbiri onbin kişiyi temsil etmek üzere üç yüz on iki kişi olduğu da rivayet edilmiştir. (Katade)
33-Bu heyete söylenen bu noktada, şimdiye kadar hükümet işlerinde keyfi idare yapılmamış olması övülmüş ve görüşlerinin esas tutulmuş olduğu açıklanmak suretiyle hoş bir tavır gösterilerek danışmanın önemi belirlenmiştir ki, bunun açık bir meşrutiyet geleneği olduğu anlatılmaktadır. Fakat gelecek sözden de anlaşılacağı üzere bu meşrutiyet emir ve kumandaya karışma derecesine varmayan uygun bir danışma ve fikir verme özelliğinden ileri gitmediği için tefsirciler burada yalnız istişare ve danışmanın öneminden söz etmişlerdir. Bu heyet dediler: Biz kuvvet sahipleriyiz ve şiddetli bir şavaş ehliyiz. Bazıları bu sözü, biz kuvvet adamları, harb ve savaş ehli askerleriz, siyaset ve görüş serdetmekten anlamayız, ne emredersen onu yaparız mânâsında anlamışlardır. Bunun, asker mantığını göstermesi yönüyle kayda değer bir mânâ olduğunda şüphe yoksa da "bu işimde bana fikir verin" diye başlayan sözün geçiş şekli, yalnız bir askerî şuradan ibaret olmadığına açık bir delildir. "Biz" diyenler kendilerini değil, mektuba muhatap olan topluluğun, yani devletlerinin kuvvetlerini kasdetmişlerdir.
Teslim olmamak için savaşmak gerekeceğini düşünerek güç ve kuvvetimiz vardır, şiddetli harp edebiliriz, diyorlar, bununla birlikte harp etmeliyiz demiyorlar ve emre karışmayı uygun bulmuyorlar da savaş olmadan bir çare bulunabildiği takdirde sevinç duyacaklarını andırır bir şekilde yetkileri teslim ederek ve siyasal bir taktik göstererek sözü şöyle bitiriyorlar: Bununla birlikte buyruk senindir, sana ait bir görevdir. Bak şimdi ne emredeceğini düşün taşın. Harp mi yaparsın, yoksa barışa bir yol mu bulursun?
34-Bunun üzerine harp düşüncesini bir tarafa bırakmak üzere dedi muhakkak ki melikler bir memlekete girdiklerinde, yani harbederek girdikleri zaman onu bozar perişan ederler ve halkının ulularını perişan ve hakir hale getirirler, öldürme, esaret, başka yere sürme, hapis ve benzerleri gibi çeşitli aşağılama, hakaret ve kötülüklere düşürürler böyle de yaparlar mı yaparlar. Yani "bana karşı baş kaldırmayın" diyen Süleyman da böyle yapar mı yapar. Bundan dolayı harpten mümkün olduğu kadar sakınmak ve memleketi düşman baskınına uğratmaya sebebiyet vermemek gerekir.
35- Ve (şimdi) ben onlara bir hediye ile elçi göndereceğim de bakacağım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler? Bu şekilde huylarını yoklayacağım da ona göre hareket edeceğim. Bakalım mal ve ellerine gelecek nimetlerle savuşturulabilecek kimseler mi? Müfessirler bu hediyenin ne olduğu hakkında geniş rivayetler vermişlerdir.
36-37- (Elçiler, hediyelerle) gelince Süleyman'a, hediyeyi kabul etmeyip şu şekilde karşılık verdi: "Dedi ki: Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz?..."
38-39- Ey heyet, ey ulular, dedi. Bu heyetten maksat açıklanmamıştır. "Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil orduları Süleyman'ın hizmetine toplandı" (Neml, 27/17) âyetindeki orduların komutanları (başkanları) olsa gerektir. O kadının tahtını bana kendileri müslim olarak gelmeden önce hanginiz getirir? Süleyman (a.s) onların hediyelerine güvendiklerini bilmişti. Bu sebepten, hediyelerini tehdit edercesine geri gönderince, geleceklerini de bildiğinden gelir gelmez iman etmelerine sebep olacak olağanüstü bir şey göstermek istediği rivayet olunur ki, elçiler kadına varıp Süleyman (a.s)'ın dediğini anlattıklarında "durumu bilmiş vallahi, bu yalnız bir melik değil, biz bunun karşısında güç gösteremeyiz" demiş ve tekrar bir elçi gönderip "kavmimin beyleriyle huzuruna geliyorum, buyruğunu ve davet ettiğin dinini görmek isteğindeyim" diyerek yanında büyük bir kalabalıkla hareket etmiş ve tahtını köşklerinin en sağlam ve korunmuş yerine koydurup kapıları kilitleterek önemli bir şekilde koruma altına aldırmıştı.
Cinlerden bir ifrit, dedi, Ragıb'ın Müfredatı'nda: İfrit, yani pis, çetin demektir. Şeytan gibi insan hakkında da kullanılır, ifrit nifrit, denilir. İbnü Kuteybe demiştir ki: "İfrit, 'müvesseku'l-halk' yani yaratılışı kuvvetli, demektir. Aslı, toprak demek olan 'afer' dendir. 'Afere' güreşti, yere yıktı, demektir." "Ahkâmu'l-mercan fi ahkâmi'l-cânn" isimli eserde Ebu Amr b. Abdülberr' den naklen der ki; Lisanı iyi bilen kelâm âlimleri cinleri dereceler halinde zikrederler. Yalın olarak cin dediklerinde "cinnî" derler. İnsanlarla birlikte oturanını kastettiklerinde "âmir", çoğulunda "ummâr" derler. Çocuklara musallat olana "ervah" derler. Kötü olup başedilmez bir hale gelirse 'şeytan' daha çoğalır ve kuvvetlenirse "ifrit", çoğulunda da "efârhit" derler. Demek ki ifrit, kötülük ve pislikte son dereceyi bulmuş ve şeytanlıkta ileri gitmiş, tuttuğunu devirir, kuvvetli, becerikli, ele avuca girmez bir kerata demektir. Öyle insana da isim olarak verildiği için âyette "cinden" diye açıklanmıştır. Ben onu (o tahtı) sen makamından kalkmadan önce sana getiririm. Her gün makamında sabahtan öğleye kadar oturduğu rivayet ediliyor. Ve gerçekten bu işe gücüm ve güvenim var, yani kolay getiririm, hem de hiçbir şekilde güveni kötüye kullanmam, bozup değiştirmeden hiçbir şey kaybetmeksizin getiririm diye üsteleyerek güvenlik hissi vermeye çalıştı.