18-KEHF:
سورة الكهف (18) ص 300
وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هَذَا الْقُرْآنِ لِلنَّاسِ مِن كُلِّ مَثَلٍ وَكَانَ الْإِنسَانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلاً {54} وَمَا مَنَعَ النَّاسَ أَن يُؤْمِنُوا إِذْ جَاءهُمُ الْهُدَى وَيَسْتَغْفِرُوا رَبَّهُمْ إِلَّا أَن تَأْتِيَهُمْ سُنَّةُ الْأَوَّلِينَ أَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ قُبُلاً {55} وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَلِينَ إِلَّا مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ وَيُجَادِلُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ وَاتَّخَذُوا آيَاتِي وَمَا أُنذِرُوا هُزُواً {56} وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن ذُكِّرَ بِآيَاتِ رَبِّهِ فَأَعْرَضَ عَنْهَا وَنَسِيَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ إِنَّا جَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَن يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْراً وَإِن تَدْعُهُمْ إِلَى الْهُدَى فَلَن يَهْتَدُوا إِذاً أَبَداً {57} وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِ لَوْ يُؤَاخِذُهُم بِمَا كَسَبُوا لَعَجَّلَ لَهُمُ الْعَذَابَ بَل لَّهُم مَّوْعِدٌ لَّن يَجِدُوا مِن دُونِهِ مَوْئِلاً {58} وَتِلْكَ الْقُرَى أَهْلَكْنَاهُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَعَلْنَا لِمَهْلِكِهِم مَّوْعِداً {59} وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِفَتَاهُ لَا أَبْرَحُ حَتَّى أَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ أَوْ أَمْضِيَ حُقُباً {60} فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَباً {61}
سورة الكهف (18) ص 301
فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتَاهُ آتِنَا غَدَاءنَا لَقَدْ لَقِينَا مِن سَفَرِنَا هَذَا نَصَباً {62} قَالَ أَرَأَيْتَ إِذْ أَوَيْنَا إِلَى الصَّخْرَةِ فَإِنِّي نَسِيتُ الْحُوتَ وَمَا أَنسَانِيهُ إِلَّا الشَّيْطَانُ أَنْ أَذْكُرَهُ وَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ عَجَباً {63} قَالَ ذَلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِ فَارْتَدَّا عَلَى آثَارِهِمَا قَصَصاً {64} فَوَجَدَا عَبْداً مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْماً {65} قَالَ لَهُ مُوسَى هَلْ أَتَّبِعُكَ عَلَى أَن تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْداً {66} قَالَ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْراً {67} وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلَى مَا لَمْ تُحِطْ بِهِ خُبْراً {68} قَالَ سَتَجِدُنِي إِن شَاء اللَّهُ صَابِراً وَلَا أَعْصِي لَكَ أَمْراً {69} قَالَ فَإِنِ اتَّبَعْتَنِي فَلَا تَسْأَلْنِي عَن شَيْءٍ حَتَّى أُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْراً {70}
Meâl-i Şerifi
54- Şüphesiz biz, bu Kur'ân'da insanlara çeşitli mânâları türlü misallerle açık olarak verdik. İnsan ise, her şeyden çok mücadelecidir.
55- Kendilerine doğru yolu gösteren peygamber geldiğinde insanları, iman etmekten ve Rabblerinden günahlarının mağfiretini istemekten alıkoyan şey sadece geçmiş milletlerin başlarına gelen felaketlerin kendilerine de gelmesini veya ahiret azabının ansızın göz göre göre gelip çatmasını beklemek olmuştur.
56- Halbuki biz peygamberleri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfir olanlar ise hakkı, batılla ortadan kaldırmak için mücadele ediyorlar. Onlar, âyetlerimizi ve korkutuldukları azabı da alaya almışlardır.
57- Rabbinin âyetleriyle nasihat edilip de onlardan yüz çeviren ve daha önce işlediği günahları unutandan daha zalim kim olabilir? Biz onların kalbleri üzerine (Kur'ân'ı) anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. Ey Muhammed! Sen onları doğru yola çağırsan da onlar asla hidayete ermezler.
58- Bununla beraber rahmet sahibi olan Rabbin çok bağışlayıcıdır, tevbe eden kullarına rahmeti boldur. Eğer Allah, işledikleri günahlar yüzünden onları hemen cezalandıracak olsaydı, onlara hemen azab ederdi. Fakat onlara vaad edilen bir zaman vardır ki, o geldiğinde Allah'ın azabından bir kurtuluş yeri bulamazlar.
59- İşte zulmettikleri için helak ettiğimiz şehirler! Biz onların helâkleri için de belirli bir zaman tayin etmiştik.
60- Ey Muhammed! Bir vakit Musa genç adamına demişti ki: "İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim, yahut senelerce gideceğim."
61- Bunun üzerine ikisi de iki denizin birleştiği yere vardıklarında balıklarını unuttular. Bu arada balık, denizde yolunu bulup kaybolmuştu.
62- İki denizin birleştiği yeri geçtikleri zaman, Musa genç arkadaşına: "Kuşluk yemeğimizi getir. Gerçekten biz bu yolculuğumuzda epey yorulduk" dedi.
63- Adam: "Gördün mü! dedi. Kayaya sığındığımız vakit doğrusu ben balığı unutmuşum. Onu hatırlamamı, muhakkak şeytan bana unutturdu. O denizde garip bir yol tutup gitmişti."
64- Musa da demişti ki: "İşte aradığımız o idi." Bunun üzerine izlerine dönüp gerisin geri gittiler.
65- Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.
66- Musa ona: "Allah'ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?" dedi.
67- (Hızır) dedi ki: "Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin.
68- "İçyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin?"
69- Musa: "İnşaallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim" dedi.
70- (Hızır) dedi ki: "O halde bana tabi olacaksın; ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma!"
60- Bir vakit Musa genç adamına demişti ki, yahudiler Hz. Musa'nın bu kıssasını kabul etmek istememişler. Muhaddisler ve tarihçilerden bunun, Musa b. İmran değil, Musa b. Mişa olduğunu zannedenler de olmuştur.
Nitekim Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve diğer hadis kitaplarında rivayet olunduğu üzere Said b. Cübeyr şöyle demiştir: "İbnü Abbas (r.anhüma) ya dedim ki: 'Nevf-i Bükalî, Hızır'ın arkadaşı olan Musa'nın, İsrailoğulları'nın peygamberi olan Musa değildir iddiasında bulunuyor.' Bunun üzerine İbnü Abbas: 'Allah'ın düşmanı yalan söylemiş' deyip uzun bir hadis ile bunun bilinen Hz. Musa olduğunu Resulullah'tan naklederek anlatmıştır. Ve gerçekten Kur'ân'da zikredilen Musa'dan diğer bir Musa anlaşılmaz.
Musa'nın delikanlısı da rivayetlerin çoğuna göre Yûşa' b. Nun'dur. Çünkü o hizmet ediyor, öğreniyordu. Hizmetçiler çoğunlukla genç yaşta olduklarından Araplarda hizmetçiye genç denilmesi de edebî bir üsluptur. Bir hadis-i şerifte de: "Hizmetçilerinize kölem, cariyem, demeyiniz; delikanlım deyiniz" buyurulmuştur. Gerçi bazılarının dediği gibi bir başkası olması da muhtemeldir. Fakat sahih haberlerde Yûşa' olduğu belirtilmiştir. O halde olay, Musa Mısır'dan çıktıktan sonra, Tîh sahrasında iken meydana gelmiş demek olur. Bu kıssanın sebebi bir rivayette şöyle nakledilmiştir.
Musa Rabbine sorup: "Ya Rabb! Kullarının sana en sevgilisi hangisidir?" demiş. Buyurulmuş ki: "Beni zikreden ve unutmayan." Ey (Rabb!) en hakim kulun hangisi?" demiş. Buyurulmuş ki: "Hak ile hükmeden ve arzularına uymayan kimsedir." "En bilgili kulun kimdir?" demiş. Buyurulmuş ki; "Belki bir kelimeye rast gelirim de bir doğru yolu gösterir veya bir felaketten kurtarır diye insanların ilmini araştırmakla kendi ilmine ekleyen kimsedir." Bunun üzerine Musa (a.s) demiş ki: "Ya Rabbi! Kullarından benden daha bilgilisi varsa bana göster". "Var" buyurulmuş. "O halde onu nerede arayayım" demiş. "Her iki denizin birleştiği yerde, kayanın yanında balığı kaybedeceğin yerde..." diye tarif edilmiştir.
İki denizin birleştiği yer ki, açıkça anlaşılan bir boğaz olmasıdır. Nitekim Ka'b-i Kurazî'den Tanca, yani Sebte boğazı olduğu rivayet edilmiştir. Übey'den de Afrikiyye olduğu nakledilmiştir. Fakat Mücahid ve Katade'den İran denizi ile Rum denizinin birleştikleri yer olduğu rivayet olunmuştur. Bu şekilde maksat bir boğaz değil, dar bir dil, bir engel olması gerekir. Çünkü İran denizi, Basra körfezi; Rum denizi de Akdeniz olduğuna göre, Basra körfezi ile Akdenizi birleştiren bir boğaz yoktur. Bundan dolayı bu olsa olsa İran denizinin bağlantılı olduğu Hint okyanusu ile Akdeniz arasında Süveyş kanalının açıldığı dar bir dil olsa gerektir. Kayadan açıkça anlaşılan Kudüs'teki tanınmış Sahratullah (Allah taşı) olması çok muhtemeldir. İbnü Atiyye demiştir ki: "O, yani İran denizi Hint okyanusunun bir koludur ki Azerbaycan'ın arkasından başlayan İran toprağında kuzeyden güneye doğru uzanır. Şu halde bu görüşe göre iki denizin birleştiği yer, iki denizin, Suriye toprağı tarafında bulunan yönden iki denizin birleşmesine esas olan yerdir." Tefsir bilginleri burada "bahreyn" (iki deniz) kelimesinin, bahr (deniz) kelimesinin ikili olmak üzere iki deniz mânâsına sayılmış, bir özel isim olmasını göz önünde bulundurmamış görünüyorlar. Halbuki Mu'cemü'l-Büldân'da anlatıldığı gibi Bahreyn, Hint Okyanusu denizi sahilinde Basra ile Umman arasında birçok ülkeyi kapsayan bir kıt'anın özel ismi olduğu da bilindiğinden bu mânâ düşünülecek olursa, iki denizin birleştiği yer, Bahreyn kıtasının (bölgesinin) toplu yeri veya merkezi demek olur. Özel isim, genel isimden daha açık olması itibariyle bu mânâ, hem açık, hem de Sebte boğazından daha yakındır. Daha önce Medyen'e gitmiş olan Musa'nın ondan sonra Bahreyn'e bir seyahata çıkması da uzak görülen bir görüş değildir. Ancak tefsir bilginleri, buna değinmemiş olduklarından bunu destekleyen naklî bir delil bulunamıyor, Nitekim İstanbul boğazı hakkındaki yayılmış haber de böyledir. Tefsir bilginlerinin bu mânâ üzerinde durmamalarının sebebi -Allah daha iyi bilir bundan sonraki âyette ikil zamiri ile buyurulmuş olmasıdır. Çünkü özel isim olsaydı zamir tekil olacaktı. Öyle olmakla beraber bu ikil zamirini Musa ile arkadaşına gönderenler de olmuştur. Bir de bazıları buradaki bahreyn'in (iki denizin) biri acı, biri tatlı; yani bir nehir olduğunu söyledikleri gibi, diğer bazıları da Azerbaycan tarafındaki "Kürr ve Ress" nehirleri olduğunu söylemiştir. "Res halkını ve bu arada daha birçok nesilleri (inkârları yüzünden helak ettik)" (Furkan, 25/38 âyetinin tefsirine bkz.) Nihayet, "mecme'a'l-bahrayn" iki ilim denizi demek olan Musa ile Hızır'ın birleştikleri yer demektir diyenler de olmuştur. Keşşâf bunun hakkında; bid'at tefsirlerinden demiş. Ebu Hayyan da: Bu batıniyye tefsirine benziyor demiş. Bu görüş, daha birçokları ile beraber tasavvufçulardan olan Nişaburî Tefsiri'nde bile red ve tenkid edilmiştir. Bununla beraber şunu itiraf etmek gerekir ki, bu mânâ lafız itibariyle uzak olmakla beraber, mânâya göre sabittir. Çünkü yukarıda naklolunan ihtilaflar karşısında ifadesinden anlaşılabilen, kesin olarak anlatılan şey Musa ile Hızır'ın buluşacakları bir yer olmasından ibaret kalıyor.
61- İkisi, iki denizin birleştiği yere varınca, -burada buyurulmayıp da araya bir de ilave edilmiş olmasının nüktesi düşünülmelidir.- balıklarını unuttular, yani aradıklarını bulmak için alamet olacak olan balığın ne halde olduğuna dikkat etmek hatırlarına gelmedi. Sözün gelişinden anlaşılıyor ki Musa, sormayı unuttu. Delikanlısı da söylemeyi unuttu. İlerideki "kuşluk yemeğimizi bize getir" ifadesinden anlaşılacağı üzere bu balık demek ki yiyecekleri gıdaları idi. Bundan dolayı diri değil idi. Halbuki o denizdeki yolunu tutmuş, bir deliğe girmişti. Demek ki, ölülerin dirilmesine numune olan bir mucize meydana gelmiştir. Musa'nın haberi olmadığına göre bu artık aranan zatın bir mucizesi oluyordu. Delikanlı bunu görmüş, her nasılsa haber vermeyi unutmuştu. Onun için varacakları yere vardıklarının farkına varamayarak geçtiler gittiler.
62- "Geçtikleri zaman Musa genç adamına: Kuşluk yemeğini bize getir dedi." Delikanlı dedi ki
63- gördün mü, kayaya
sığındımız vakit ben balığı unutmuşum. Yani orada ne olduğunu söylememişim.
Tefsir bilginlerinin sözlerinden buradaki kaya deniz kenarında tanınmayan bir
kaya imiş gibi anlaşılıyor. Çünkü balığın denize gittiğinin anlatılmasından bu
kayanın da deniz kenarında olması gerekir gibidir. Fakat biz bunun Kudüs'teki
herkesçe bilinen kaya olduğuna hükmetmek istiyoruz. Çünkü "es-sahra= kaya"dan
açıkça ve hemen anlaşılan budur. Balığın denizdeki yolu tutup bir deliğe girmiş
olması da orada bir su deliğine sıçramış olmasıyla açıklanabilir. Gerçekten bu
kayanın yanında Musa ile Hızır buluştuğundan sonra ileride "ikisi birlikte
gittiler, nihayet gemiye bindiklerinde..." (18/71) buyurulacağı gibi gemiye
bininceye kadar hayli gitmiş olduklarına göre buradan denize kadar epey bir
mesafe bulunduğu da anlaşılmaz değildir. Ve Allah daha iyi bilir, bu şekilde bu
olayda, kayanın mukaddesliğinin esası bulunur.
64- Delikanlının bu haber verme ve özür dilemesine karşı Musa: "İşte bizim istediğimiz de buydu" dedi. Burada "nebğı" fiili cezmedilmiş müzari (geniş zaman) olmadığından genel kurala uygun olarak "nebğî" okunmalı idi.
Fakat genel kurala aykırı olarak "yâ" düşürülmüştür ki, bu kaldırma genel kurala aykırı olmakla beraber dildeki kullanışa aykırı değildir. Tilavette daha fasih olmuş. Artık aramanın uzamadığına bir işaret olması itibariyle mânâda beliğ düşmüştür. Bununla beraber "yâ" ile okunuşu da vardır.
Bunun üzerine o ikisi izlerini takip ederek gerisin geriye döndüler,
65- derken salih kullarımızdan birini buldular ki biz nezdimizde ona bir rahmet vermiştik. Yani vahiy ve peygamberlik nimeti ile nimetlendirmiş ve tarafımızdan kendisine ilim öğretmiştik. Bazıları bu zatın kim olduğu hakkında ihtilaf etmişlerse de tefsir bilginlerinin çoğu Hızır olduğunu nakletmişler ve açıklamışlardır. Tasavvufçular, hadis bilginlerince sahih olarak kabul edilmeyen bazı haberlerle Hızır'ın hiç vefat etmediğini ve arasıra görüldüğünü söylemişlerdir. Onun için buradaki rahmeti, uzun süre yaşamak ile tefsir edenler olmuştur. Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin "Futuhât-ı Mekkiyye" sinde Hızır'ın hayatına dair birtakım bahisler ve hikayeler görülür. İbnü Salâh ve Nevevî gibi bazı yüce zatlar, Hızır'ın yaşadığı hakkında büyük âlimlerin görüş birliğini nakletmişler, fakat takip olunmuşlardır. (eleştiriye uğramışlardır.) Buna karşılık bir çok âlimler de bazı hadislerle "Ey Muhammed! Biz senden önce hiçbir insana ebedilik vermedik..." (Enbiyâ, 21/34) âyetiyle akla ve nakle dayanan bazı deliller getirerek vefat etmiş olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hayyân, bunun cumhur sözü olduğunu kaydetmiştir. Gerçekten tefsir bilginlerinin çoğu, birçok yerlerde olduğu gibi buradaki rahmeti de vahiy ve peygamberlik ile tefsir etmişlerdir.
İbnü Kayyim-i Cevzî, Hızır (a.s)ın hayatı hakkında zikrolunan hadislerin hepsi yalandır. Yaşadığına dair sahih bir hadis bile yoktur demiş. Alûsî de bu konuyla ilgili sözleri ve delilleri uzun uzadıya inceleyip araştırdıktan sonra demiştir ki: Her türlü hesaptan sonra Hz. Peygamberin sahih hadisleri ve aklın tercih ettiği deliller, vefat etti diyenlerin sözüne tamamen uygun ve iddialarını tamamen desteklemektedir. Ve bu haberlerin dış görünüşlerinden sapmayı gerektiren bir şey yoktur. Olsa olsa çok hayırlı bazı salihlerden -ki sahih olduğunu Allah bilir rivayet edilen hikayelerin dış görünüşlerini gözetme ve Muhyiddîn-i Arabî gibi Hızır'ın yaşadığını söyleyen bazı tasavvuf ulularına iyi fikir besleme meselesi kalır ki, bu da bir delil meydana getirmez. Eğer yalnız söyleyen kimsenin değerinin yüceliğinden ve onun hakkındaki iyi kanaatten dolayı, o gibi sözlere değer verip de kabul edersen kıyamete kadar Hızır'ın yaşadığına inanabilirsin. Eğer Hz. Ali'nin "söyleyene bakma, söylediğine bak" dediği gibi söyleyen kimsenin onurunun yüceliğine aldanmayıp da sözü, delilin bulunması ve bulunmamasına göre kabul veya reddedeceksen iki tarafın delillerini, faydasına ve zararına olan delilleri öğrendikten sonra, vicdanından fetva sor, vereceği fetva ile amel et. Sakın birtakımlarının yaptığı gibi, bir konuda tasavvufçulara uymayanı hemen doğru yoldan sapıtmaya kalkışma. Çünkü İslâm hukukuna göre veya akla göre bir delilin, red edemeyeceği konularda ehlinden işitilen bir söze inanmamak bir mahrumiyet olabilirse de şer'î veya aklî delilin reddettiği bir dava tasavvufçularca da kabul edilmez.
Biz de şunu söylemek isteriz ki, bu konu görünen hayat açısından üzerinde düşünülürse Hızır'ın yaşadığını kabul etmeyen âlimlerin sözü açık olduğunda şüphe yoktur. "Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir" (Maide, 5/75) âyeti bu konuda yeterli bir delildir. Fakat işaret, şiarları olan tasavvufçuların sözlerini de dış görünüşü üzere tartışma konusu yapmamak icab eder. Özellikle Musa ve Hızır kıssası bir zâhir ve bâtın kıssası olduğuna göre o bâtın (gizlilik), Hızır meselesinin konusunu meydana getirir. Tasavvufçuların sözünde buna delil de yok değildir. Şeyh Sadreddin İshak Konevî "Tebsıratü'l- Mübtedî ve Tezkiretü'l-Müntehî" isimli eserinde: "Hızır (a.s)ın varlığının misal âleminde" olduğunu nakletmiş. Abdurrezzak-ı Kâşî: "Hızır, ruhun ferahlığından, İlyas ruhun sıkıntısından ibarettir" demiş. Bazıları da Hızriyyetin, Hızır (a.s)ın derecesi üzere bazı salih kimselerin erdiği bir rütbe olduğunu söylemiştir ki, bu üç sözü, bu konunun anahtarı olmak üzere kabul edebiliriz.
LEDÜNN: "yanında" gibi bir zarftır. Türkçede katımızdan veya tarafımızdan demek gibidir. Ve görülüyor ki ilmin değil, öğretmenin kaydıdır. Bununla beraber öğretmenin, O'nun katından olması, ilmin de O'nun katından olmasını gerektirmez değildir. Şüphe yok ki bütün peygamberlerin ilmi Allah tarafından vahiy ve öğretmek itibarı ile Ledünnî (Allah katından)dir. Fakat burada dikkate değer bir husus şudur ki "ve kendisine tarafımızdan ilim öğrettik." kaydı ile Hızır'a öğretilmiş olan ilim, Musa'nın ilminden bambaşka bir ilim, yani Allah tarafından öğretilen ilimlerden özel bir ilim olduğu anlatılmıştır ki, âyetteki kıssalar karinesi (ipucu) ile tefsir bilginleri, bunu "Gayıplar ilmi ve gizli ilimlerin sırları" diye tefsir etmişlerdir. Diğer bir ifade ile demişlerdir ki: "Musa'nın ilmi, şer'î hükümleri bilmek ve dış görünüşe göre fetva vermekti. Hızır'ın ilmi ise işlerin iç yüzünü bilmekti." Sahih-i Buharî'de rivayet edilmiştir ki, Hızır şöyle demiş: "Ey Musa! Ben Allah'ın ilminden bana öğrettiği bir ilim üzereyim ki, sen onu bilmezsin. Sen de Allah'ın ilminden sana öğrettiği bir ilim üzeresinki ben onu bilmem." Bu şekilde ilm-i ledünnî (Allah bilgisi) deyimi, bu özel ilimde en özel bir mânâ ile terim olmuştur ki, buna hakikat ilmi ve batın (gözle görülmeyen şeyler) ilmi de denilmiş ve tasavvufçular, bu kıssaya bir delil olarak tutunmuştur. Özetle ledünnî ilim, kafa çalıştırmakla elde edilmeyip Allah tarafından, sırf Allah vergisi olan bir mukaddes kuvvetin tecellisidir. Etkiden etki yapana, duygudan varlığa doğru giden bir ilim değil, etki yapandan etkiye (ize), varlıktan duyguya gelen birinci derecede bir ilimdir. Nefsin olagelene geçişi değil, olagelenin nefiste meydana çıkmasıdır. Doğrudan doğruya bir keşiftir. Fakat ledünnî deyimi, bunun özellikle Allah'ın sırlarına ait olanından daha fazla deyim olmuştur. Türkçede bir işin ledünniyatı demek iç yüzündeki gizli incelikleri ve sırları mânâsında herkesçe bilinir. Bu kıssada ilim için araştırma yapmak ve yolculuğa çıkmaya bir teşvik delili ve bununla beraber ledünnî ilmin çaba harcamak ve istemekle kazanılmasının mümkün olmadığını anlatmak vardır.
66- Bakınız Musa ile delikanlısı Allah'tan böyle bir rahmet ve ilme erişmiş özel bir kulu bulduklarında ne yaptılar: Musa ona dedi ki: "Sana öğretilen ilimden bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?"
RÜŞD, hayrı, doğru yolu bulmaktır. Bu sözde âlime karşı alçak gönüllülüğün gereğine ve ilim tahsilinden esas maksadın rüşdü kazanmak olduğuna ve ilim öğrenmede gönül alçaklığı, edeb, nezaket, ardına düşme ve hizmetin şart olduğuna delalet vardır.
67-69-Bu izin istemeye cevap olarak o kul; Musa'ya dedi ki: "Sen benimle arkadaşlığa asla sabredemezsin." Bu sözle Hızır, Musa'nın psikolojik durumu hakkındaki ilk keşfini göstermiş ve ona kendini anlatmış oluyordu ki, sonunda doğruluğu gerçekleşecektir. Gerçekten bu istekle Musa'nın alacağı ders, kendi yerini tanımak ve bir sabır dersi almaktan ibaret olacaktır. Yani bu konuda çok sabır lazımdır. Senin ise şüphesiz ki benimle beraber sabretmek elinden gelmez ve bunda mazursun. Çünkü iç yüzünü bilemediğin bir şeye nasıl sabredeceksin?
Yani beraberimde birtakım şeyler göreceksin ki, sır ve hikmetinden haberin olmayacak, dış görünüşe göre ise iyi görünmeyecek. Sen bir şeriat sahibi olman itibariyle onları dış görünüşlerine göre uygun göremeyip itiraz etme gereğini duyacaksın.
70- Musa dedi ki: "İnşallah beni sabırlı bulacaksın, sana hiçbir işte karşı çıkmayacağım." dedi. Allah dilemezse başka.