15-HİCR:

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ فِي شِيَعِ الأَوَّلِينَ {10} وَمَا يَأْتِيهِم مِّن رَّسُولٍ إِلاَّ كَانُواْ بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ {11} كَذَلِكَ نَسْلُكُهُ فِي قُلُوبِ الْمُجْرِمِينَ {12} لاَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَقَدْ خَلَتْ سُنَّةُ الأَوَّلِينَ {13} وَلَوْ فَتَحْنَا عَلَيْهِم بَاباً مِّنَ السَّمَاءِ فَظَلُّواْ فِيهِ يَعْرُجُونَ {14} لَقَالُواْ إِنَّمَا سُكِّرَتْ أَبْصَارُنَا بَلْ نَحْنُ قَوْمٌ مَّسْحُورُونَ {15}

سورة الحجر (15) ص 263

وَلَقَدْ جَعَلْنَا فِي السَّمَاء بُرُوجاً وَزَيَّنَّاهَا لِلنَّاظِرِينَ {16} وَحَفِظْنَاهَا مِن كُلِّ شَيْطَانٍ رَّجِيمٍ {17} إِلاَّ مَنِ اسْتَرَقَ السَّمْعَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ مُّبِينٌ {18} وَالأَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَأَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنبَتْنَا فِيهَا مِن كُلِّ شَيْءٍ مَّوْزُونٍ {19} وَجَعَلْنَا لَكُمْ فِيهَا مَعَايِشَ وَمَن لَّسْتُمْ لَهُ بِرَازِقِينَ {20} وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ عِندَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ إِلاَّ بِقَدَرٍ مَّعْلُومٍ {21} وَأَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَأَنزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَمَا أَنتُمْ لَهُ بِخَازِنِينَ {22} وَإنَّا لَنَحْنُ نُحْيِي وَنُمِيتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ {23} وَلَقَدْ عَلِمْنَا الْمُسْتَقْدِمِينَ مِنكُمْ وَلَقَدْ عَلِمْنَا الْمُسْتَأْخِرِينَ {24} وَإِنَّ رَبَّكَ هُوَ يَحْشُرُهُمْ إِنَّهُ حَكِيمٌ عَلِيمٌ {25}

Meâl-i Şerifi

10- Andolsun, senden önceki milletler arasında da peygamberler gönderdik.

11- Onlara hiçbir peygamber gelmiyordu ki onunla alay etmiş olmasınlar.

12- Biz o küfrü suçluların kalbine işte böyle sokarız.

13- Kur'âna iman etmezler, halbuki öncekilerin sünneti (inanmadıkları için başlarına gelenler) gelip geçmiştir.

14- Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar,

15- "Gözlerimiz perdelendi, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır" derler.

Gerçekten;

16- Andolsun biz, gökte birtakım burçlar yarattık ve bakanlar için onu süsledik.

17- Ve göğü taşlanan bütün şeytanlardan koruduk.

18- Ancak kulak hırsızlığı eden şeytan hariç, onu apaçık bir alev sütunu takip eder.

19- Yeryüzünü düzgün bir şekilde yarattık ve oraya sabit dağlar yerleştirdik. Orada hikmetle ölçülmüş her şeyden bitkiler bitirdik.

20- Orada hem sizin için, hem de sizin rızıklarını veremediğiniz kimseler için geçim yollarını yarattık.

21- Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Fakat biz, onu ancak ihtiyaca göre, belli ölçülerde veririz.

22- Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirip sizi onunla suladık. O suyu hazinelerde tutan da siz değilsiniz.

23- Elbette biz diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve hepsinin varisleri de biziz.

24- Andolsun ki biz, içinizden İslâm'da öne geçmek isteyenleri de biliriz, geri kalmak isteyenleri de biliriz.

25- Şüphesiz Rabbin O'dur ki, onları kıyamet gününde hesaba çekmek için toplayacaktır. O, hikmet sahibidir, bilendir.

10-11-12- İşte öyle yani bütün önceki peygamberlerin etrafında bulunan ve her gelen peygamber ile alay edenlerin kalblerine yaptığımız gibi biz ona, o zikre bir yol veririz suçluların kalplerinde, yani Allah'ın sözünün her kalbe girişi ve orada alacağı akım bir değildir. Güzel bir tohuma iyi bir yerde verilen gelişme ve büyüme, çorak yerlerde verilmediği gibi, Allah'ın sözünün de suçlu kalblerdeki yankılanmaları, temiz kalblerdeki tecellilerine benzemez. Temiz kalblere edebî bir hayatın yayılması ile girip dizilen sözünü Allah Teâlâ, suça bulaşa bulaşa mizacı bozulmuş olan suçluların çürük kalblerine mızrak saplar gibi, aksi tesir ile sokar.

13- Öyle ki ona inanmazlar. Halbuki önlerinde öncekilerin sünneti geçmiştir. Yani geçmişte peygamberleri yalanlayanlar ve onlarla alay eden imansızları o inanmadıkları şeylerle Allah Teâlâ'nın hep mahvetmiş olduğu ve bunun öteden beri meydana gelen Allah'ın bir sünneti, Allah'ın bir kanunu olduğu, tecrübe ile sabit bir gerçek iken ve bundan ötürü ders alacak bunca tarihi ibret önlerinde geçmiş iken yine inanmazlar.

14-15- Onlara gökten bir kapı açsak da orada göz göre yukarı çıksalar, yani melekler, o kapıda açıktan açığa inip çıkıyor olsalar veya doğrudan doğruya kendileri çıksalar gözlerine inanmazlar da mutlaka derler ki başka bir şey değil, muhakkak gözlerimiz perdelendi daha doğrusu biz büyülenmişiz de gözlerimize kuruntular ve hayaller gerçek gibi görünüyor. Yoksa gerçekten göğe çıkmak mümkün mü? diye inkâr ederlerdi.

16- Şüphesiz ki biz gökte burçlar yarattık. BURC: aslında yüksek köşk demektir. Gökte özel bir şekilde toplanmış bir takım yıldızların toptan görünüşlerine de bu mânâ ile burc denilmiştir ki, bu takım yıldızların meşhurları on ikidir. Bulundukları yerlere "mıntakatü'l-bürûc" (burclar mıntıkası) denilir ki güneşin bir yerden diğer bir yere geçme noktalarını sınırlayan Yengeç burcu yörüngesi ile Oğlak burcunun yörüngesi arasındaki kuşaktır. Astronomi bilginlerinin teriminde burçlar denildiği zaman Güneş ve gezegenlerin yörüngeleri sayılan bu on iki burç anlaşılır. birçok tefsirciler de bu on ikiyi söylemişlerdir. Fakat gökteki burçlar, yalnız bu on iki burçtan ibaret değil, sayıları pek çoktur. Çoğu bu on iki burcun içinde ise de Büyükayı kümesi, Küçükayı kümesi gibi kutuplar bölgesinde olanlar da vardır. Ve bu âyette, belirsiz çoğul kipi ile genel olarak buyurulmuş olduğundan dolayı, bunu on iki ile sınırlamak görünüşe aykırıdır. Öyle ise âyetteki güzel zevki tatmak için burc kelimesinin içerdiği mânâlara dikkat etmelidir. Burc denildiği zaman ilk önce yüksek bir köşk mânâsı vardır. İkinci olarak bu köşkün maddesinde yıldızlar vardır Üçüncü olarak yıldız mânâsında ışık anlamı vardır. Bu şekilde buyuruluyor ki: "Baksanıza, biz gökte birçok burclar, yıldızlardan yapılmış, ışıklarla donanmış türlü türlü şekillerde yüksek yüksek köşkler yaptık. Yani tabiata kalsaydı bunlar olamazdı. Gök meydana gelmez, meydana gelseydi bile basit bir uzaklık olmaktan öteye geçemezdi. Yıldızlar ve özellikle bunların değişik şekillerde teşekkülleri olamaz, yıldız tabiatı ile miktarları, uzaklıkları farklı olamazdı, değişik manzaralara ayrılamaz, hepsi aynı şekilde, aynı vaziyette eşit mesafelerde, bir boyda, bir tarzda olur, gök manzaralarında bu güzel burçlar bulunmazdı. Sanat ve kuvvetimizle biz bunları yaptık."

Ve bakanlar için onu, o göğü süsledik. Yani o çeşitli burçları, nurdan avizeleri, güzel manzaralarıyla gök öyle güzeldir ki, dikkati çekmemesi, bakanların ibret almaması mümkün değildir. Fakat bunun için bakacak, baktığını görecek, gördüğünün ilerisini sezip ibret alacak görüş sahibi olması lazımdır. Görüş sahibi olanlar bu güzel sanata tutulup baksınlar, bu yüceliği bu kudret eserlerini seyretsinler de yaratanın yücelik ve ululuğuna delil getirmekle tevhide yükselsinler diye onu süsledik ve donattık.

17- Ve onu her taşlanmış şeytandan koruduk.

RACÎM: Recimden feîldir ki, fâil mânâsında olur, mef'ûl mânâsına da olur. Recm, lügatta taşlamak demektir. Sonra öldürülmüş mânâsına gelir ki, bu, benzetme yoluyladır. Kâzif (iftiracı) gibi sövmek ve küfretmek ile haysiyete dokunan söz söylemek mânâsına gelir. Çünkü çirkin söz atmaktır. "Seni mutlaka taşlarım" (Meryem, 19/48) gibi yalnız zan ile söyleyivermek mânâsına gelir ki, dilimizde de "atma" denilir.

"Karanlığa taş atar gibi" (Kehf, 18/22) zan ile söylemek terimi de bundandır. Atılan, "kendisi ile atış yapılan" her şeye isim de olur. Çünkü "Ve onları, şeytanlar için taşlamalar yaptık.." (Mülk, 67/5) âyetinde mermî mânâsınadır. Nihayet taşlama, kovma ve lanet mânâsına gelir. Çünkü kovulan taşlanır ve Bu mânâlardan her biri ile de tefsir edilmiştir. Şeytan taşlanmıştır, atar, kendi kendine hükümler verir. Bilmediği şeyleri atar, yalan söyler, iftira eder. Yukarda adı geçen alay edenler gibi küfreder ve söver; fırsat bulursa haksız yere öldürür. Taşlanmıştır, ileride açıkça ifade edileceği gibi kovulmuş ve lanetlenmiştir. Burada de "küllün" kapsamlı olması "racîm"in muhtemel bütün mânâlarına, cin ve insan şeytanlarının hiçbiri dışarda kalmamak üzere, hepsini içine almak suretiyle, yani herbirine birer kapsam ifade eder. Ve racîm (taşlanmış) niteliği, diğerlerini dışarda bırakan bir kayıt olmayıp şeytanın açıklayıcı bir niteliği olduğundan bu nitelik, "bütün şeytanlar"dan hiçbirini kapsam dışında bırakmaz, yani her şeytan, her mânâsı ile racîmdir. Racîm (taşlanmış) olmayan hiçbir şeytan yoktur. Özetle , "sûr" ipucu ile bu mânâlardan her birinin yalnız başına ve nöbetleşe anlatılmasının kastedilmiş olduğu anlaşılır. Kur'ân'a ve Hz. Peygambere dil uzatmak isteyen ve insan şeytanlarından olan adı geçen kâfirler, bu recmin asıl konusu olduğundan dolayı, mânâ açısından bu genelleştirme daha açıktır. Bununla birlikte şeytanın kendisinden ayrılmayan genel bir özelliği olan racîm niteliğinin, akla gelen ve bilinen mânâsı mercûm, (taşlanmış) yani kovulmuş ve lanetlenmiş mânâsı, tam açıklayıcı vasıf olduğundan dolayı, diğer mânâlara ihtiyaç da kalmayabilir. Bundan dolayı meâlin özeti şu olur: "Biz göğü bakanlar için süslemekle beraber her taşlanmış şeytandan koruduk. İster cin ve ister insandan hiçbir şeytan göğe çıkamaz, gökteki durumlar hakkında bilgi sahibi olamaz. Yerdeki gibi orada şeytanlık yapamaz. Benzerlerine açık olan o güzel gök, gözleri şeytanlıkta olan gizli açık bütün şeytanlara kapalıdır ve hepsi taşlanmış ve kovulmuşlardır. Bundan dolayıdır ki, o kâfirler de göğe baksalar bile yükselmeye imkan bulamazlar, yükselemezler. Ve diyelim ki kendilerine gökten bir kapı açılsa da açıktan açığa yükselecek olsalar, gözlerine inanmazlar da gözlerimiz döndü veya büyülendik derler.

18-Ancak kulak hırsızlığı eden müstasnâ, yani gök, korunmuş olup ona yükselemedikleri için melekler âlemini dinleyemez. "Artık o şeytanlar 'mele-i âlâ'yı (melekler âlemini) dinleyemezler." (Saffât, 37/8). Gökteki melekleri dinlemekle bilgi alamazlar. Ancak göğe ait inen ilimler ve haberlerden işittikleri bazı şeyleri çalarak şeytanlık yapmak için kulak hırsızlığı edenler vardır. (Saffât, 37/7-10. âyetler ile; Cin, 72/8-9. âyetlerin tefsirine bkz.) Onun da peşine açık bir alev sütunu düşmüştür. Açık bir alev ardından yetişmektedir.

ŞİHÂB: Lugatte ateş alevi demektir. Parıltılardan dolayı yıldızlara ve süngüye de denilir. Özellikle gökten yıldız kayıyor gibi, görünen aleve denildiği çok olmuştur. Bunun bir alevleme olduğu görünürse de fizikî olarak oluşma şekli henüz ilmi olarak açıklanmış değildir. Bu konuda değişik varsayımlar vardır. Eskiden tabiat ilmi ile uğraşan bilginler, yükselen buharların, yani havanın yüksek tabakalarına yükselmiş olan birtakım gazların tutuşmalarına yorumluyorlardı. Son zamanlarda da şu görüş ortaya çıkmıştır: Kıvılcımlar, uzayda sürüler halinde seyr ve hareket eden bir takım küçük cisimlerdirler. Yer bunların birçok yörüngelerine rast gelir. Ve bunlar yeryüzüne rast geldikleri zaman, atmosferin yüksek kısımları ile teması sonucunda süratlerinin şiddetinden dolayı sürtünme ile meydana gelen ısı ile tutuşurlar. Göktaşları da bunlardan düşer. Alev sütunlarının sürati saniyede kırk ile yetmiş iki kilometre arasında değişir. Gök taşlarının hareketi ne gezegenlerin düz yörüngeleri içinde, ne de onlarla aynı yönde olmayıp bunlar yörüngelerinin cinsine göre daha fazla kuyruklu yıldızlara benzetildiğinden astronomların bazısı bunları parçalanmış kuyruklu yıldızların bir döküntüsü olarak düşünmek istemişlerdir. Şüphe yok ki şihâb (alev sütunu) ve gök taşları konusu şimdiki astronomi ilminin üzerinde kurulduğu çekim kanununa tatbik edilerek henüz açıklanabilmekten uzaktır.

Rastgele söylenen sözlere karışan herhangi bir açıklama da ilmî bir açıklama olamayacağından bunlar göğe ait sırlardan sayılır. Fakat ilâhiyyât ilmine yükselindiği zaman bütün o rastgele meydana gelen olayların birer tasarruf olduğu anlaşılır. Ne olursa olsun şu açıktır ki, alev sütunları atmosferin en yüksek sınırı üzerinden yeryüzüne doğru akan bir tutuşma ve yanma olayıdır. Son teoriye göre de demek oluyor ki bunlar, yukarıdan bir bomba gibi gelip yeryüzünün gök tarafında bulunan hava tabakasına girerek tutuşmaktadırlar ki bu mânâ, Saffât Sûresi'ndeki "Her şeyi delip, geçen alev" (37/10) mânâsına uygun düşer. Ve demek ki bu yanma ve tutuşma, atmosfer havasının göğe doğru en yüksek sınırlarına çıkıp gizlenmiş olan hararetle ilgili kuvvetleri ile bir temas halinde meydana gelmektedir. Bu gizli hararetle ilgili kuvvetler ise biraz sonra âyette açıklanacağı üzere cinlerin, gizli şeytanların yaratılmış oldukları "zehirli ateş" ile ilgilidir. Ve işte Mülk Sûresi'nde (67/5) ve Cin Sûresi'nde (72/8-9) de geleceği üzere Kur'ân'da özellikle şunu haber veriyor ki alev sütunları göğe doğru çıkmak isteyen cin şeytanlarına atılan birtakım göğe ait mermilerdir. Bunlarda nitelik itibarı ile hem yıldızlar, hem taş ve hem ateş mânâsı vardır. Ve şu halde ilâhî hikmet açısından bunların tutuşması, birtakım kuvvetlerin ve kötü ruhların yakılması ve kovulması ile ilgilidir.

Kurtubî tefsirinde der ki: "Şihablar (kıvılcımlar) bunları öldürür mü, öldürmez mi? Bu konuda ihtilâf edilmiştir. İbnü Abbâs (r.a) demiştir ki: Yaralar, yakar, yıkar, öldürmez. Hasan ile beraber bir grup da öldürür demişlerdir. Fakat birinci görüş en doğru görüştür." Bu alev sütunlarının insan şeytanlarını kovması ise ya bir manevî taşlama yerine mecazi olarak kullanılmıştır veya cin şeytanları içindir. Çünkü kulak hırsızlığını ilk önce gizli şeytanlar yapar ve âyetteki alev sütununun umumî mecaz yolu ile maddî ve manevî şeyleri kapsaması, açıklama tarzına daha uygundur. Ve bu üslubun zevkine ermek için Kur'ân hakkındaki "Ve biz onu koruyacağız" (Hicr, 15/9) âyeti ile, gök hakkındaki âyetleri arasındaki benzerliğe dikkat etmek gerekir. Yani Kur'ân gök gibidir. Allah'ın sanatı ve kudretinin delilleri ile dolu olan gök, nasıl onurlu cisimleri ve yüksek burçları ile bakanlar için süslenmiş ve şeytanlardan korunmuş ve kulak hırsızları oradan bir ateş şulesi ile kovulmuş ise, Kur'ân da öyledir. Yıldızlar ve burçlar gibi âyetler ve sûreler ile güzel nazmı, temiz kalplerin sahipleri için süslenmiştir. Ve o günahkârlardan olduğu gibi, taşlanmış şeytanlardan korunmuştur. Onlar, ona yükselemezler. İman ve iltifat ile almaz ve dinlemezler. Olsa olsa kulak hırsızlığı ederek şeytanlık yapmak isteyenler bulunur ki bunları da parlak bir ateş şulesi kovalamaktadır.

Ve apaçık Kur'ânın bu parlak ateş şuleleri ise o şeytanlara, kâfirlere, suçlulara cehennem ateşi ile, Allah azabını gösteren uyarı âyetleridir. Gök böyledir.

19- Yere gelince. Düşünce sahipleri için, Allah'ın kudretinin delilleri onda da apaçıktır. Yalnız astronomi ilimleri ile değil, yer bilimleri ile de Allah'ın birliği isbat edilmiştir. Başlıcaları: Onu yaydık sündürüp serdik. (Ra'd, 13/3 âyetin tefsirine bkz.) Öyle ki bunda şeytanlar da bulunabilir. Bununla beraber ona oturaklı ağır dağlar da oturttuk ve onda ölçülü, yani her bakımdan birbirine uygun veya tartılı her şeyden bitirdik.

20- Ve onda size ve rızık veremeyeceğiniz kimselere geçimlikler verdik. Ve hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz. Dünya serveti biter, Allah'ın kudreti bitmez tükenmez.

21- Ve onda size ve rızık veremeyeceğiniz kimselere geçimlikler verdik. Ve hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz. Dünya serveti biter, Allah'ın kudreti bitmez tükenmez.

22- Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik. "Levâkih", "Likâh" tan türeyen "Lâkiha"nın çoğuludur. Likâh, aşı demektir. Lâkiha da aşılı veya aşıcı mânâlarına gelir.

Bu âyetin bu mânâsı da başlı başına bir ilmî mucizedir. İbnü Abbas'tan bunun tefsirinde: "Rüzgarlar ağaçların ve bulutun aşılayıcısıdır" diye nakledilmiştir.

Hasan, Dahkâk, Katâde de bunu söylemişlerdir. Râzî, bunu kaydettikten sonra der ki: Erkek dişiye suyunu boşaltıp da dişi gebe olunca denilir ki "erkek aşıladı dişi tuttu, gebe oldu" demektir. Bunun gibi rüzgarlar da bulutların erkekleri yerinde kabul edilir. İbnü Mesud hazretleri bu âyetin tefsirinde demiştir ki: "Allah Teâlâ, rüzgarları bulutlara aşılama için gönderir. Onlar da suyu taşıyıp bulutlara karıştırır. Sonra bulutu sıkıştırıp bir aşı gibi akıtır." Bu açıklama, rüzgarların bulutu aşılamasının bir yorumudur. Fakat ağaçları aşılamasının tefsirini zikretmemişlerdir. Yani âyetin yukarda anlatıldığı gibi rivayet ile tefsirinde rüzgarların ağaçları da aşıladığı nakledilmiş olmakla beraber nasıl aşıladığı açıklanmamış. Bir tefsirci olduğu gibi, bir doktor da olan Fahrü'r-Râzî için de bu konu bilinmez kalmıştır. Gerçi ağaç aşılamak eskiden beri bilinen bir şey ise de bununla rüzgarın bir ilgisi yoktu. Bitkilerde rüzgarın yapabileceği bir aşılama yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Ra'd Sûresi'nde açıklandığı üzere "Orada bütün meyvalardan iki çift yarattı." (Ra'd, 13/3) gerçeği ortaya çıktıktan, yani bütün bitkilerin çiçeklerinde erkek, dişi çifti bulunduğu ve erkeğin dişiyi aşılaması ile meyveler meydana geldiği anlaşıldıktan sonradır ki, rüzgarların bir aşıcı hizmetini yerine getirdikleri anlaşıldı. Ve bu şekilde âyetinin de âyeti gibi bilinmeyen bir ilmî gerçeği açıkladığı bin küsür sene sonra anlaşılmış ve açıklanmış ve bundan dolayı bu âyetin de bir mucize olduğu ortaya çıkmıştır.

İşte rüzgarlar, taşıyıcı ve dağıtıcı oldukları için faydalarından birisi de özellikle böyle ağaçları ve bitkileri aşılamasıdır. Bunun meydana gelmesi için de rüzgarın belirli bir miktar ile uygun ve yumuşak bir şekilde esmesi gerekir. Yoksa aşılama yerine bozma olur. Rüzgar, havanın bir hareket ve akımıdır ki, havanın değişik şekilde ısınıp soğumasındaki değişmeler ile meydana gelir. Tabiatta bu değişmeler ise sıcaklık ve soğukluk tabiatları üzerinde hakim bir etkiye bağlı olduğundan, bütün rüzgarlar doğrudan doğruya ilâhî bir tasarruf olduğu gibi, bunların aşılama yapacak bir derecede esmeleri de doğrudan doğruya Allah'ın bir lütfudur.

Bununla beraber düşünülmelidir ki, su olmasaydı bu aşılar ne olur, hayat ne olurdu? Onun için rüzgarlara bulutları da aşılatarak gökten bir su da indirdik, yağmur yağdırdık da onu size sunduk; tabiata kalsaydı ne rüzgar eser ne aşılama olur, ne yağmur yağardı. Onu hazinelerde saklayan da siz değilsiniz, yani yağdıktan sonra dağlarda, pınarlarda, kuyularda, göllerde, havuzlarda, mahzenlerde, küplerde, testilerde v.s. tutan da siz değilsiniz, biziz. Burada rüzgarların gönderilme, suyun indirilme ile anlatılması aynı zamanda bir de benzetmeye işaret eder. Çünkü "erselnâ" peygamberlerin gönderilmesini; "enzelna" da kitabın indirilmesini hatırlatır. Ve demek olur ki: İşte Allah tarafından gönderilen peygamberler de o aşılayıcı rüzgarlar gibidir; Allah'ın feyizini taşıyarak kabiliyeti olanlara yayar ve aşılarlar. İndirilen kitap da o gökten inen su gibi hayatın mayasıdır.

23- Ve şüphesiz ki biz gerçekten hem diriltiriz, hem öldürürüz. Bu, hiç delile muhtaç olmayan açık bir gerçektir. Fakat amma "Ölünce mal ve mülk varislerimize kalacak mı?" diyecekler. Hayır hepsine vâris de ancak biziz. Bu dünyada yaşarken mülk ve tasarruf iddia edenlerin ve edecek olanların hepsi yok olur. Mecâzî mülkleri, görünürdeki tasarrufları ellerinden alınır, her zaman bakî, kayıtsız ve şartsız herşeyin sahibi yüce şanımızla biz kalırız.

24- Andolsun biz, sizden önce gelip geçenleri de biliriz, geri kalanları da biliriz. Doğuşta, ölümde önde olan, miras bırakmak isteyen önce gelip geçenlerinizi de, geri kalanları, miras almak isteyen sonra gelenlerinizi de veya imanda, kâfirlikte, itaatte, isyanda ön safta bulunmak isteyenleriniz de, geri kalan geri kalmak istiyenleriniz de ezelde ve sonsuza kadar gerçekten bilgimiz dahilindedir.

25- Ve senin O Rabbindir ki, yani seni yaratan ve terbiye edip gönderen o Allah'ındır ki ey Muhammed! Onları mutlaka haşredecektir.

Ve önce gelip geçenleri ve sonra gelenleri sonunda mahşere toplayıp hesaba çekecektir. Onun için şimdilik bırak o kâfirler yiyip içip devamlı eğlensinler. O Rabbin gerçekten hikmet sahibidir, çok bilendir.