13-RA'D:

جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا وَمَنْ صَلَحَ مِنْ آبَائِهِمْ وَأَزْوَاجِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَالمَلاَئِكَةُ يَدْخُلُونَ عَلَيْهِم مِّن كُلِّ بَابٍ {23} سَلاَمٌ عَلَيْكُم بِمَا صَبَرْتُمْ فَنِعْمَ عُقْبَى الدَّارِ {24} وَالَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللّهِ مِن بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللّهُ بِهِ أَن يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الأَرْضِ أُوْلَئِكَ لَهُمُ اللَّعْنَةُ وَلَهُمْ سُوءُ الدَّارِ {25} اللّهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقَدِرُ وَفَرِحُواْ بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا فِي الآخِرَةِ إِلاَّ مَتَاعٌ {26} وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَوْلاَ أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِّن رَّبِّهِ قُلْ إِنَّ اللّهَ يُضِلُّ مَن يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ أَنَابَ {27} الَّذِينَ آمَنُواْ وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم بِذِكْرِ اللّهِ أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ {28}

سورة الرعد (13) ص 253

الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ طُوبَى لَهُمْ وَحُسْنُ مَآبٍ {29}

Meâl-i Şerifi

23. Adn cennetlerine girecekler, atalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanlarla birlikte olacaklar. Melekler de her kapıdan yanlarına girip şöyle diyecekler:

24. "Sabrettiğiniz için size selam olsun. Ahiret yurdu ne güzeldir!"

25. Allah'ın ahdini misak ile belgeledikten sonra bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği bağlantıları koparanlar ve yeryüzünü bozguna verenler varya, işte lanet olsun onlara! Ve yurdun kötüsü de onlaradır.

26. Allah, dilediği kimseye rızkı genişletir de, daraltır da. Onlar ise dünya hayatı ile ferahlanmaktalar. Oysa düna hayatı ahiret hayatının yanında bir yol azığından ibarettir.

27. Yine o iman etmeyenler diyorlar ki: "Ona Rabbinden bir âyet indirilseydi ya." De ki: "Hakikaten Allah, dilediğini şaşırtır ve kendisine gönül vereni de hidayete erdirir."

28. Onlar, iman etmiş ve kalbleri Allah zikriyle yatışmış olanlardır. Evet, iyi bilin ki, kalbler Allah'ın zikri ile yatışır.

29. Onlar ki, iman etmişler ve salih ameller işlemişlerdir, ne mutlu onlara, varacakları yer de ne güzeldir!

23-24-Buna karşılık:

25- "Allah'ın ahdini bozanlar..." Mukatil'den nakledilmiş olduğuna göre, bu âyet ehl-i kitap hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hz. Musa'ya verdikleri misaktan sonra ahdi bozanlar onlardır. Bununla beraber nüzul sebebinin özel olması, âyetin hükmünün genel olmasına engel değildir.

26- "Allah rızkı genişletir..." Abdullah b. Abbas'dan naklolunduğuna göre, bu âyet Mekke müşrikleri dolayısıyla nazil olmuştur. Bu kadar âyetlerle hakka davet karşısında hâlâ:

27- Kâfir olanlar, ona Rabb'inden bir âyet indirilseydi, deyip duruyorlar. Akıllı insanların üzerinde derinden derine düşüneceği bunca âyet, evet Allah tarafından Hz. Muhammed'in hak peygamberliğine delil olarak bunca âyet varken, bunları delil saymıyorlar da kimsenin karşı koyamıyacağı zorunlu bir olayı, bir musibeti ve belayı isteyip duruyorlar. Oysa bu cebir ve zorlama, ilâhî hikmete aykırıdır. Bunların bu sözlerinin burada bir defa daha tekrarlanması gösterir ki, bu sûrenin başlıca nüzul sebeplerinden birisi de kâfirlerin bu isteklerini inatla sürdürmeleridir. Bunlara cevap olarak:

De ki: Muhakkak ki, Allah dilediğini şaşırtır, dalalete düşürür. O kimsede hidayet değil de dalalet yaratır. Yani, ey kâfirler, sizin böyle demeniz bu sözünüzde ısrar etmeniz, dalaletten başka birşey değildir. Sizi Allah şaşırtmıştır. O, kimi dilerse onu böyle şaşırtır. Bununla beraber bunda sizin geçerli bir mazeretiniz yoktur. Bu saptırmanın sebebi sizin O'na inabe etmemeniz, gönül vermemenizdir. Oysa O, kendisine inabe eden herkesi hidayete erdirir.

İnabe: Hakk'a teslimiyetle yönelmek ve Hakk'ın âyetlerini derinden derine düşünerek O'na dönmek ve tevbe etmektir ki, asıl anlamı "hayır nöbetine girmek" demektir. Binaenaleyh hidayetin şartı nefsin istek ve iradesinden çıkıp, Hak Teâlâ'nın iradesine yönelmek, O'na teslim olmak ve bağlanmak demek olan cüz'î iradedir. Yukarıdan beri birkaç yerde açıklandığı üzere her kişinin ömründe, ömürler birbirine eşit olmasa bile, kendisine verilmiş olan bir süre söz konusudur. O süre içinde hidayeti seçmek için kendisine bir imkan tanınmış demektir. İşte ömür denilen süre içinde hidayeti veya dalaleti seçmek kulun tercihine bırakılmıştır. Bu süre içinde tercihini iyi kullanıp Hakk'a boyun eğmeyenler için dalalet, artık cebrî ve vazgeçilemez bir huy halini alır ki, daha sonra hidayeti arzu etse de kolay kolay muvaffak olamaz. Ve işte idlalin ilâhî meşiyyetle ilgisi, mümkün olan vaktinde boyun eğip kabullenmekle bağlantılı olduğuna dikkat çekmek için de ek bir cümle ilave edilerek, cebir itirazlarına yer bırakılmamıştır. O, Allah'a gönül verip inabe edenler ve hidayete erenler kimlerdir bilir misiniz?

28- Ki bunlar, Allah'ın zikri ile kalbleri tatmin bulmuş olarak iman edenlerdir. Burada "zikrullah"dan murad "Bu (Kur'ân) da bizim indirdiğimiz mübarek bir zikirdir" (Enbiya 21/50) "Hiç şüphe yok ki Kur'ân'ı biz indirdik biz. Ve muhakkak onu biz koruyacağız" (Hicr 15/9) ve "Kur'an kendilerine geldiği zaman, onu inkâr ettiler. Hiç şüphe yok ki o pek yüce bir kitaptır Ona ne önünden, ne de arkasından bir batıl gelmez. O, hikmet sahibi ve övülen (Allah) tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41/ 42) âyetleri gereğince Kur'ân-ı Kerim'dir. Yani bunlar iman etmek için Allah'ın bir hatırlatması, özel bir bildirisi, en açık seçik tebliği olan Kur'ân'dan daha büyük, daha faydalı bir âyet, bir mucize olamıyacağını bilirler ve kalpleri bununla tatmin bulur, doyuma ulaşır da artık tezkir değil ilzam ve zaruret ifade edecek, binaenaleyh imanın vereceği faideyi veremiyecek olan zorlama âyetlerini gözetmezler.

Evet, bilin ki, başkasıyla değil, ancak Allah'ın zikri ile veya Allah'ı anmak ve hatırlamakla kalbler mutmain olur. Gönüller huzura erer, içsel acılar, sancılar şifa bulur, sükuna kavuşur, yatışır. Çünkü her şeyin başlangıcı ve sonu Allah'a bağlıdır. Bütünüyle sebepler zinciri Allah'dan başlar ve yine dönüp dolaşır O'nda son bulur. Mümkün ve muhtemel olan her şeyin akışı Allah'da kesilir. Allah, daha üstü ve daha ötesi olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh olan yüceler yücesi bir (kebiru'l-müteal) olduğundan, gerek dış dünyadaki varlıklarda, gerek vicdanda O'ndan ilerisi yoktur ki, fazla bir kalb hareketine imkân ve ihtimal bulunsun. Allah deyince, düşünceler hareket hedefinin son noktasına erişmiş, mantıklar durmuş, bütün duygular, bütün korkular ve ümitler son durağına dayanmış bulunur. Gönüller O'nun dışında hangi dünya nimetine meylederse etsin, hangi isteğe ulaşırsa ulaşsın, onların hepsinin daha iyisi ve daha üstünü, daha ötesi bulunduğundan, hiçbirinde karar kılamaz. Hiçbiri ruhun özlemini gideremez, heyecanını doyum noktasına ulaştıramaz. Haz ve lezzette daha yükseğine ulaşmak ister. Fakat kalb ilâhî marifetten, Allah'ı zikirden zevk almaya başlayınca, bütün maksatların ve bütün işlerin Allah'a yönelmiş olduğunu anlar ve artık O'ndan yüksek bir makam ve merciye, O'nun dışında bir maksuda geçmek mümkün olmaz. Bundan dolayıdır ki, mari-fetullah'a yükselemeyen ve Allah'ı zikretmeyen kâfir ve gafil kalbler, hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, kalb huzuru, gönül huzuru veya "cemiyyet-i dil" denilen mutluluğu tadamaz. Huzur bulamaz, çırpınır da çıpınır durur. Üstelik bu çırpınış bir aşk neşvesinin uyandırdığı vuslat heyecanı da değildir, geçici sebeplerin, boş emellerin sarsılıp yıkılışından kaynaklanan bir hicran acısıdır ki, "Allah" demedikçe sürekli olarak devam eder gider. Allah'ı zikretse, Allah Teâlâ'nın tezkiriyle olur ki, iki mertebe üzere tecelli eder:

Birincisi, doğrudan doğruya zikir işini kalblerde yaratmasıdır ki, bu fiilî bir hidayettir.

İkincisi de Allah'ı hatırlatacak âyetlerle delilleri yaratması veya göndermesidir. Bu âyet ve deliller de iki kısımdır: Birincisi asayı ejderha yapmak, ateşte yaktırmamak, dağları yerinden oynatmak, ölüyü diriltme, gökten sofra indirmek, ayı ikiye bölmek gibi duyularla idrak olunabilecek âyetlerdir ki bunların etki gücü, olayın meydana geldiği ana ve orada bulunanların gözlemlerine bağlı kalacağından, geçici ve sınırlıdır. Binaenaleyh bunlar bütün insanların kalblerinin yatışmasına sebep bakımından değil, akılların Allah'ı zikretmeye sebep olması bakımından faydalı olabilirler. Diğer kısmı da her zaman ve herkes için düşündürücü olan aklî âyetler ve itikadî delillerdir ki, işte Kur'ân böyle bir Allah zikridir. Kur'ân'ın düşünceye yaptığı telkinlerle Allah'ı zikretmiyen ve bununla tatmin bulamıyan kalblerin, hiçbir âyet ve delille tatmin bulmasına imkan yoktur. Bunlar ebediyete kadar doyum ve tatminden yoksun kalacak ve acı içinde çırpınıp duracak: "Ah nolurdu bir âyet, bir mucize indirilseydi" deyip gideceklerdir. Allah Teâlâ bunların kalblerinde zikir ve itminanını yaratmaz. Artık bunların kalbi, selim kalb değildir; kalb olmaktan çıkmıştır. Vicdan da vicdan olma özelliğini yitirmiştir, çürümüş ve bozulmuştur. Onun için Kur'ân'ın düşündürücü âyetlerinden istifade edemezler de cebir ve azab âyetlerini gözetirler. Baskı, şiddet ve zorbalıktan anlarlar. Allah zikri ile tatmin olmayan bu kâfirler "Yürekleri bomboş" (İbrahim 14/43) âyeti gereğince gönülleri boş heva ve heveslere kapılmış kalmış, kalbsiz ve vicdansızdırlar.

29-O kalbler o kimselerdir ki, iman ettiler ve salih ameller işlediler. Kalblerin böyle canlı kişiler ile açıklanmasında dikkat çeken iki incelik vardır: Bu ifade bir bakıma şunu ima eder ki, insan asıl kalb demektir. Nitekim Ebu'l-Fethi'l-Bustî bu mânâyı şu beytiyle dile getirmiştir:

Yani, "Nefse dikkat et ve faziletlerini geliştirip mükemmelleştir. Çünkü sen ruh ile insansın, cism ile değil".

Bir bakıma da şunu ima eder ki, özellikleri iman ve salih ameller olan temiz kalbliler, bütün insan toplumlarının, hatta bütün kâinatın kalbi sayılırlar, âlemlerin kalbi durumundalar. Ne mutlu onlara ve güzel yurt onlara.

Denilmiştir ki:

Tuba: Habeş veya Hind lisanında cennetin adıdır. Ebu Hureyre, bir rivayette Abdullah b. Abbas, Muattib b. Senim, Übey b. Umeyr, Vehb b. Münebbih "cennette bir ağaçtır" demişlerdir. Bu rivayet ayrıca Utbe b. Ubeydi Sülemî'den nakledilen bir hadisi şerifte, merfu olarak Hz. Peygamber'e varmaktadır: O hadiste denilmiştir ki, bir A'rabî "Ey Allah'ın Resulü cennette meyve var mıdır?" diye sormuştu, Resulullah da buyurdu ki: "Evet onda bir ağaç vardır ki, ona Tuba denilir."

Kurtubî der ki, doğrusu şecere (ağaç)dır. Çünkü bu konuda merfu olan Utbe hadisi vardır. Ayrıca Süheylî'nin zikrettiği üzere bu hadis, sahih hadislerdendir. Bunu Ebu Amir de Temhid'de, aynı şekilde Sa'lebi de zikretmişlerdir.

Kelimenin lügat açısından iştikak ve anlamına gelince, bütün dil bilginleri demişlerdir ki, Tuba kelimesi "ukba" veznindedir. "Tîb" kökünden mastardır ki, misk gibi tayyip olmak, hoş olmak demektir. "Ya" harfi sakin, ma kabli de mazmum olduğu için "Musa" kelimesindeki gibi, "vav" a dönüşmüştür. Tîb, bilindiği gibi, temiz ve güzel kokular veya bu kokulardaki hoşluktur. Ve "Tuba lehum" deyimi, tıpkı "selamün aleyküm" gibi bir dua cümlesidir. Ve bu maksatla kullanılır. Buna göre anlamı, "hoş olasınız, hoş olunuz" demektir. Mutayyeb olmak, hoşluk, güzellik, kutluluk, iyilik ve mutluluk, hasılı tatlı hayat onların olacak demektir. Ki imrenmek onlara, nimetler onlara, güzellikler onlara, sürekli iyilik, tükenmez hayır onlara, keramet, ferah, gözaydınlığı onlara diye çeşitli deyimlerle tefsir ve ifade edilmiştir. Bununla beraber "Tuba" kelimesinin "atyeb" kelimesinin müennesi olarak "hüsna" gibi ismi tafdil olması da ihtimal dahilindedir. Hasılı ne mutlu o tatmin bulmuş kalblere ki, en tatlı hayat, en güzel zevk ve lezzetler onlarındır, istikbal güzelliği onlarındır.