12-YUSUF:

قُلْ هَـذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللّهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَاْ وَمَنِ اتَّبَعَنِي وَسُبْحَانَ اللّهِ وَمَا أَنَاْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ {108} وَمَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ إِلاَّ رِجَالاً نُّوحِي إِلَيْهِم مِّنْ أَهْلِ الْقُرَى أَفَلَمْ يَسِيرُواْ فِي الأَرْضِ فَيَنظُرُواْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَدَارُ الآخِرَةِ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ اتَّقَواْ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ {109} حَتَّى إِذَا اسْتَيْأَسَ الرُّسُلُ وَظَنُّواْ أَنَّهُمْ قَدْ كُذِبُواْ جَاءهُمْ نَصْرُنَا فَنُجِّيَ مَن نَّشَاء وَلاَ يُرَدُّ بَأْسُنَا عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِمِينَ {110} لَقَدْ كَانَ فِي قَصَصِهِمْ عِبْرَةٌ لِّأُوْلِي الأَلْبَابِ مَا كَانَ حَدِيثاً يُفْتَرَى وَلَـكِن تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ كُلَّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ {111}

Meâl-i Şerifi

Bundan dolayı sen,

108. De ki: İşte benim yolum budur; basiret üzere Allah'a davet ediyorum. Ben ve bana uyanlar (işte böyleyiz). Ben Allah'ı tesbih ederim ve ben müşriklerden değilim.

109. Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de o memleketlerin halkındandı, onlar da kendilerine vahiy verdiğimiz birtakım erkeklerden başkası değillerdi. Şimdi o yerlerde şöyle bir gezip görmediler mi? Kendilerinden önce gelip geçenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bir baksalar ya!... Elbette ahiret yurdu müttakiler için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?

110. Nihayet peygamberleri (onların iman etmelerinden) ümit kesecek hale gelince ve kendilerinin yalancı durumuna düştüklerini sanınca, onlara yardımımız geldi, yetişti; dilediklerimiz kurtarıldı. Suçlular topluluğundan bizim azabımız geri çevrilemez.

111. Gerçekten de onların kıssalarında üstün akıllılar için bir ibret vardır. Bu Kur'ân uydurulmuş herhangi bir söz değildir. Lâkin kendisinden önce gelen kitapların tasdiki her şeyin ayrıntılarıyla açıklayıcısı ve iman edecek bir kavim için hidayet ve rahmettir.

108- De ki, işte bu, bu davet, böyle tevhid ve ihlas ile iman yolu benim yolum: Basiret üzere Allah'a davet ederim ben ve bana uyanlar da böyleyiz; yani bana uyan ümmetim de hep böyle basiretle Allah yoluna davet ederler, tıpkı benim gibi yaparlar. Ve ben Allah'ı tenzih ve takdis ile tesbih ederim ve ben müşriklerden değilim. Bu âyet de gösteriyor ki, dine davet ancak bu şartlarla caiz ve verimli olur. Yani müşrikler gibi körükörüne ve birtakım batıl ve bozuk maksatlar uğruna veya kendi nefsanî hevesleri uğruna değil; basiret üzere, ne dediğini bilerek, ihlas ve samimiyetle, edep, nezahet ve hikmet çerçevesinde ve ancak Allah rızası gözetilerek Allah'a davet edilmelidir. Yoksa din ve dindarlık sırf bir gururdan, kof bir iddiadan ibaret kalır: "Rabbinin yoluna hikmetle ve tatlı dille, güzel öğütlerle davet et, onlarla en güzel şekilde mücadele et..." (Nahl 16/125) ilâhî emri, bu noktayı daha ayrıntılı olarak açıklamıştır.

109- Senden önce de biz o memleket halkından kendilerine vahiy gönderdiğimiz kimselerden başka peygamber göndermedik. Yani senden önceki peygamberler de ne melek, ne kadın, ne bedevî, ne de başka yerlerden, uzak diyarlardan gelmiş insanlar değildi. O şehir halkından, medenî insanlardan, kendilerine vahiy verdiğimiz senin gibi erkek, mert ve yiğit adamlardan ibaret idi. Bundan anlaşılır ki: Yukarıda "Allah sizi bedvden getirdi" âyetinden Yakub ve evlatlarının aslında bedevî oldukları sanılmamalıdır. Bütün peygamberler gibi, İbrahim, İshak ve Yakub da esasen kura ehlinden, yani site halkından ve medenî idiler. Bunlar badiyede bulundularsa da bu geçici bir durum, bedevîleri irşad ve davet için bir vazife icabı veya başka bir sebepten dolayı idi. Nitekim daha sonra Hz. Musa'ya da böyle bir ibtila vaki olmuştu. Hz. Âdem bile cennette eşiyle birlikte yaratılmış, sonradan dünyaya gönderilmiş, yaratılıştan ve ruhen medenî bir kimse idi. Peygamber denildiği zaman, onu yemeyen, içmeyen, beşer ihtiyaçlarından hiçbir şeye muhtaç olmayan bir melek sanmamalıdır. (En'âm Sûresi'nde "Eğer o peygamberi bir melek yapsaydık, onu yine bir adam şekline koyardık" (âyetinin tefsirine bkz. En'âm, 6/9)

Bakara Sûresi'nde Âdem'in yaratılışı kıssasında (2/30) geçtiği üzere, Âdem'e ve Âdem soyuna ihsan edilen bilgi edinme özelliğine melekler nail olamamışlardır. Allah'ın imtihanı ile Âdem, meleklere değil, melekler Âdem'e secde etmekle emrolunmuşlardır. İlâhî emirle insanların hizmetiyle görevli melekler vardır, fakat hiçbir insan meleklere hizmetle emrolunmuş ve görevlendirilmiş değildir. Onun için peygamberliğin ilk şartı insan olmaktır, onun belirleyici özelliği de, Allah'ın özel bilgilendirmesi demek olan vahiy göndermesidir. Sonra hem müjdeyi, hem inzar ve uyarıyı içine alan bu ilmin öyle ciddi bir uygulaması ve peygamberlik görevinin öyle ağır şartları vardır ki, kadının yaratılışı ve meşrebi doğrudan doğruya bu ağır görevin sorumluğunu taşımaya elverişli değildir.

Gerçi Allah Teâlâ dilerse bir kadına da o gücü ve tahammülü ihsan edip sonra da ona peygamberlik verebilir. Fakat bu, onun yaratılışını ve mizacını bir erkek mizacına dönüştürmek demek olur. Binaenaleyh insanlar içinde peygamberlik göreviyle görevlendirilecek kimselerin de sıradan erkeklerden değil, onlar arasında en seçkin, en iradeli ve en güçlü kimselerden seçilmiş olması da ilâhî hikmet icabıdır. O halde gerek vahiy, gerek görevin yerine getirilmesi için gerekli olan ruh gücü, sabır ve tahammül açısından peygamberlik, medenî şehirlilerden ziyade, haşin bedevîlere layık olmaz mı? diye bir sual akla gelebilir. Bu ümmînin aldığı vahiy, bir okuma yazma bilenin aldığı vahiyden daha çok mucize anlamı taşıyacağı gibi, bir bedevîye nasip olacak vahiy, bir medenîninkinden daha şaibesiz ve daha büyük bir harika sayılmaz mı? Allah'dan başka her şeyden büsbütün kopmak ile Hak Teâlâ'ya özel bir yaklaşma demek olan vahiy emrine bedevînin ilkel hayatı daha elverişli; çöller ve vahalar, köylerden ve şehirlerden daha ziyade ilâhî ilham ve varidatın gelişmesine uygun değil midir? Ve buralarda dönüp dolaşan bedevîler, daha dayanıklı, hayatın çetin şartlarına daha alışkın ve binaenaleyh daha erkek ve daha yiğit görülmezler mi? şeklinde birtakım vehimlere düşmemek gerekir. Çünkü nübüvvet kaba kuvvet ve sertlik demek değildir; hikmet, nezaket ve incelikle insanları ikna gücüdür. Bu açıdan bakılınca bedevîlik peygamberliğin hikmet ve gayesiyle ters düşen ve bağdaşmayan bir olaydır. Medenilikte belki birtakım hasletlerde gerileme olabilir, fakat o ölçüde ıstıfa (seleksiyon) da artmaktadır. Genel olarak medeni insanların ahlâkî olgunluklarında bedevîlere göre daha yüksek gelişmişlik ve çekicilik vardır. Medenîlerde bilgi, görgü, yumuşak başlılık ve uyumluluk daha öndedir. Buna karşılık bedevîlerde bilgisizlik, görgüsüzlük, kabalık, sertlik, acımasızlık ve karamsarlık önde gelir. Âyette de "Bedevîler inkâr ve nifakça daha beterdirler, bununla beraber Allah'ın, resulüne indirdiği vahyin sınırlarını ve inceliklerini bilmemeye daha yatkındırlar..." (Tevbe 9/97) buyurulmuştur. Bir hadisi şerifte de "Badiyyede yaşayan haşin, av peşine düşen de gafil olur" denilmiştir. Velhasıl din yalnızca ilkel insanların ihtiyaçlarını karşılamak için değil, en yüksek medeniyyetlerin de düzenleyicisidir. Bedevîlik, bir peygamberde bulunması hikmetin gereği olan incelik ve çekiciliğe, olgunluk ve güzelliğe uygun değildir. Öteden beri ilâhî sünnetin ve geleneğin icabı olarak bütün peygamberler kasaba ve site ahalisinden, yani medenî olan kesimin erkekleri arasından gelmiştir. Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed Mustafa da şehirlerin anası anlamına gelen "Ümmülkura" adındaki Mekke şehrinde doğmuş ve orada kendisine peygamberlik verilmiştir. Bu Kur'ân, bu en güzel kıssa ve bu gayb haberleri kendisine yine orada vahyolunmuştur. Şu halde Muhammedî nübüvvet ve risalete inanmayanlar herhangi bir bilimsel gerekçeden dolayı değil, sırf şirke meyilleri ve hakka sırt çevirmeleri yüzünden iman etmezler... Artık o imansızlar yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı? Baksalar ya kendilerinden öncekilerin akıbetleri nasıl oldu? Hani bir zamanlar bütün dünyayı kendilerinin malıymış sanıp da Allah'a şirk koşan, Allah'ın âyetlerine ve peygamberlerine inanmayan, ahireti hesaba katmayan imansızlar nereye gittiler, ne oldular? Takva ile hareket etmiş olan için ahiret evi kesinlikle daha hayırlıdır. Ey aklı olanlar artık aklınızı başınıza almayacak mısınız? Aklınızı kullanarak bu hakikatı anlayıp o hayra yetişmek için şu ölümlü dünyada şirkten ve isyandan sakınıp, uzak durmayacak mısınız?

110- Bu gün şu kara toprağın neresine bakılsa akıbetleri görülecek olan önceki kavimler içinde bir zamanlar dünyaya öyle mağrur olanlar vardı ve bunlar o peygamberlerin karşısında bir müddet için öyle imkanlara sahip kılınmış ve hak ettikleri ceza öylesine geriye bırakılmış idi ki; o peygamberler, vahy ile gönderilmiş olan o resuller umutsuzluğa düşünceye kadar, (yani nasihatlarının işe yaramadığı konusunda iyice ümitlerini kestikleri) ve kendi kendilerini gerçekten yalan çıkarıldı zannettikleri vakit, yani o iman etmeyen kavimlerin dedikleri gibi, o vahiy sözlerinin yalan olduğunun açığa çıkacağını zannedip, hani ya, "siz eğer doğru söylüyorsanız ne zaman gerçekleşecek bu vaad?" (Yâsîn, 36/48) diye şımardıkları vakit, onlara, o peygamberlere vaad edilmiş olan yardımımız geldi, o zaman kime diliyorsak, ona kurtuluş verildi, diğerlerinin hiçbiri kurtulamadı. Gerçekten de suçlu kavimlerden bizim azabımız geri çevrilemez. Yani necat bulup kurtuluşu murad edilenler, o peygamberlere iman eden müttakiler idi. Kurtulmayanlar da hep suçlu ve günahkarlardı. Ve böyle vakti gelip Allah'ın azabı indi mi artık suçlulardan o azabın geri çevrilmesine hiçbir şekilde ihtimal yoktur. Zira Allah'ın hükmüne karşı durabilecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur. O anda çaresiz kalıp iman etmenin de faydası olmaz. Artık uygulamaya konulmuş olan Hakk'ın hükmü bozulmaz.Kesinleşmiş olan karar değiştirilmez. Ve bu her zaman böyledir. Önceki kavimler hakkında böyle olduğu gibi sonrakiler hakkında da böyledir.

111- Gerçekten de onların, (daha önceki peygamberlerle ümmetlerinin ve özellikle Yusuf ile kardeşlerinin) kıssasında büyük bir ibret vardır. Fakat ulu'l-elbab olanlar, yani üstün zekalılar için. İnsanların birçoğu için değil. İçi çürük ve kof olmayan, aklı bir karış havada bulunmayan, Sağlam özlü, temiz akıllı kimseler için. Düşünce yapıları bozulmamış olan üstün akıllılar anlarlar ki, bu, (yani Kur'ân), ya da bu güzel kıssa, uydurulmuş bir söz değildir. Ve lâkin önündekinin, (yani kendisinden önce indirilmiş bulunan ilâhî vahiylerin) doğrulayıcısıdır. Onların tasdiklerine ve temyizlerine ihtiyaç hasıl olan noktalarda onların destekçisi olan bir semavî kitaptır. Evet tasdiki ve her şeyin ayrıntılarının belirleyicisi, ve bir hidayettir, yani doğru yolu gösteren büyük bir rehber ve bir rahmettir ancak iman eden bir kavim için. Çünkü bundan faydalancak olanlar buna inanacak olanlardır. İnanmayanlara gelince, onlar bu hidayetten ve rahmetten faydalanamazlar. Göklerin gürlemesini ve başlarına yıldırımların düşmesini beklerler.

İşte bundan dolayı bu sûreyi gök gürültüsü anlamına gelen Ra'd Sûresi takip eyleyecektir.