9-TEVBE:

إِلاَّ الَّذِينَ عَاهَدتُّم مِّنَ الْمُشْرِكِينَ ثُمَّ لَمْ يَنقُصُوكُمْ شَيْئاً وَلَمْ يُظَاهِرُواْ عَلَيْكُمْ أَحَداً فَأَتِمُّواْ إِلَيْهِمْ عَهْدَهُمْ إِلَى مُدَّتِهِمْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ {4} فَإِذَا انسَلَخَ الأَشْهُرُ الْحُرُمُ فَاقْتُلُواْ الْمُشْرِكِينَ حَيْثُ وَجَدتُّمُوهُمْ وَخُذُوهُمْ وَاحْصُرُوهُمْ وَاقْعُدُواْ لَهُمْ كُلَّ مَرْصَدٍ فَإِن تَابُواْ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ فَخَلُّواْ سَبِيلَهُمْ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ {5} وَإِنْ أَحَدٌ مِّنَ الْمُشْرِكِينَ اسْتَجَارَكَ فَأَجِرْهُ حَتَّى يَسْمَعَ كَلاَمَ اللّهِ ثُمَّ أَبْلِغْهُ مَأْمَنَهُ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لاَّ يَعْلَمُونَ {6}

Meal-i Şerif

4- Ancak kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklerden size olan ahitlerinde hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinize hiçbir kimseye yardımda bulunmamış olanlar bunun dışındadır. Siz de onlarla olan antlaşmanızın hükümlerine antlaşma süresinin sonuna kadar uyunuz. Muhakkak ki, Allah müttakileri sever.

5- Şu haram aylar bir çıktı mı artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Eğer tevbe ederler ve namaz kılıp zekatı verirlerse onları serbest bırakın. Muhakkak ki, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

6- Eğer müşriklerden biri aman dilerse, ona aman ver. Ta ki, Allah'ın kelâmını dinlesin. Sonra onu güvenlik içinde olduğu yere kadar gönder. Çünkü bunlar gerçekten de bilgisiz bir kavimdirler.

4- Ahdini bozanlara aşağıda bildirildiği şekilde dört aydan fazla mühlet tanıma, ancak o müşrikler içinde kendileriyle antlaşma yapmış olduklarınız, üstelik size hiçbir şeyi eksik bırakmayanlar, yani antlaşma şartlarından hiçbirine riayetsizlik etmeyenler, size doğrudan doğruya hiçbir zarar vermedikleri gibi, size karşı olan hiçbir kimseye de arka çıkmayanlar (Nitekim Hz. Peygamber ile yaptıkları antlaşma şartlarına riayet eden Beni Huzaa'ya saldıran Beni Bekr gibi ki, bunlara Kureyş müşrikleri silah yardımı yapmışlardı), işte böyle dolaylı yollardan bile zarar vermeyenlere, işte böylelerine antlaşmada belirlenen müddetin dolmasına kadar süre tanıyın. Yani bunları o antlaşmaya uymayanlarla karıştırmayın ve bir tutmayın. Öbürleri gibi, bunlara da dört aylık süre bitince hemen savaş açmaya kalkışmayın. Bunlara onlar gibi muamele etmeyin. Antlaşma şartlarında belirlenen süre doluncaya kadar bekleyin, o sürenin tamamı tamamına bitmesini gözetin ve siz de antlaşma şartlarına uyun. Çünkü Allah, müttakileri muhakkak sever. Sözleşme şartlarına uymak da takvadandır. İsterse karşı taraf müşrik olsun, onlar arasında bile ahdine riayet eden vefalı kimselerle etmeyen gaddarları eşit tutmak takvaya aykırıdır.

Rivayet olunduğuna göre, Resulullah ile müşrikler arasında "Kâ'be'yi tavaftan kimseyi engellememek ve Mekke şehrinde kimse tehdit edilmemek ve korkutulmamak" üzere bir genel sözleşme, ayrıca Huzaa, Müdlic v.s. Arap kabileleri ile o kabilelerin özelliklerine göre yapılmış olan ve belli süreleri içeren ikili sözleşmeler vardı. Ne zaman ki, Hz. Peygamber Tebük Seferi'ne çıktı, o zaman savaşa katılmayıp Medine'de kalan münafıklar, etrafa çeşitli yalan haberler yaymaya başladılar. Bunun üzerine de müşrikler ahitlerini bozmaya başladılar. Öyle ki Hz. Peygamber'in Tebük'ten döndüğünde onların birçoğu ahitlerini bozmuş bulunuyorlardı. Bunun üzerine yukarıda da anlatıldığı şekilde bu sûre nazil olmuş, ahitleri yüzlerine fırlatılıp atılmış ve "nebz" edilmiş oldu. Ancak Beni Damra ve Beni Kinâne gibi pek az kabile ahitlerini bozmamış idi. İşte genel bir "nebz"den sonra bu âyette özel ve ikili antlaşmalara temas edilerek ahitlerine riayet etmiş olan bu gibi kimselere, antlaşmaların özelliğine göre o antlaşmalarda belirtilen sürenin sonuna kadar süre tanınması, istisnai bir durum olarak bildirilmektedir. Onlar bir noksan iş yapmadıkça antlaşmada belirlenen sürenin sonuna kadar onlara mühlet tanınması emrolunmaktadır. Yukarıda geçtiği üzere, Hz. Ali tarafından dördüncü madde olarak ilan edilen ve "Her ahit sahibine ahdi itmam olunacaktır." fıkrası da bunu içermekteydi.

Yine denilmiştir ki, en fazla süresi bulunan antlaşma da Beni Kinane'nin bir oymağı ile yapılmış olan bir antlaşmaydı, onun da dokuz aylık süresi kalmıştı. O da tamamlandı. Demek ki, bu ilandan dokuz ay sonra Arap Yarımadası'nda ahit sahibi hiçbir müşrik kalmamış oluyordu.

5-Bütün bunlar bilindikten sonra şimdi şu haram aylar sıyrılınca, geçip gidince ki bu aylar "Onlardan dört tanesi haram aylardır." (Tevbe 9/36) dört aydır. "Sana haram aylarda savaş yapmayı sorarlar..." (Bakara 2/217) âyeti uyarınca normal senelerde geçerli olan haram aylar ki, Zilka'de, Zilhicce, Muharrem ve bir de Recep diye bilinen aylar olmayıp, âyetinde söz konusu olan ve Kurban Bayramı'ndan sonrasını içine alan dört aylık süredir. Bunun ilk elli günü bilinen haram aylar kapsamına giriyor ise de geriye kalan yetmiş günü bunun dışındadır. Fakat bu ilana göre, söz konusu günler de tıpkı haram aylar gibidir. Bu arada şu da anlatılmış oluyor ki, sözleşmeyi içeren herhangi bir ay da tıpkı haram aylardan olur. Yani tanınan dört aylık süre içinde saldırı veya savaş yasaktır, ahitlerine riayet edenlerin müddetleri bitinceye kadar da durum yine böyledir. Fakat bu haram aylar çıkınca, yani tanınan dört aylık süre dolunca, artık o müşrikleri nerede bulursanız katlediniz, öldürünüz. Yani dört aydan sonra artık onlarla aranızda savaş durumu başlamıştır. Şu halde onların saldırılarını beklemeksizin hemen onlara savaş açınız, haram ve helâl farkı gözetmeden onları nerede bulursanız ve nasıl öldürebilirseniz öylece öldürünüz. Bununla beraber sünnette müsle yapmaktan, yani burun ve kulak gibi organları kesmekten ve bir kimseyi durdurup, elini kolunu bağlayarak ok ve benzeri aletlerle yavaş yavaş ve işkence ile öldürmekten menedilmiştir. Bundan başka Hz. Peygamber buyurmuştur ki, "Öldürme yönünden insanların en iffetlisi iman ehlidir." Ve yine "Öldürdüğünüz vakit güzellikle öldürün." diye buyurmuştur. İşin böyle olması gerektiğini şu âyetler de ima yollu anlatır: Ve onları tutunuz, yakalayıp esir ediniz. Demek oluyor ki, tutup esir almak mümkün iken hemen öldürmeye kalkmamalıdır ve onları hasrediniz, bulundukları yerden çıkıp serbestçe dolaşmalarına, şuraya buraya gitmelerine izin vermeyiniz, onlar için her mersada oturunuz yani kaçırmamak, geçirmemek için evine, işine veya ticaret için sefere gidecek her geçidi tutup onları göz altında bulundurunuz. Artık tevbe ederlerse, yani şirkten vazgeçip imana gelirlerse Namazı kılıp zekatı verirlerse, yani namaz ve zekatı kabul ederek müslüman olurlarsa hemen yollarını açınız, koymuş olduğunuz engelleri kaldırınız, yukarıda söz konusu edilenlerden hiçbirini yapmayınız, onları kendi hallerine bırakınız. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir. İmana girmelerinden dolayı, daha önce yapmış oldukları şeyleri, şirk, küfür ve haksızlıkları bağışlar, üstelik iman ve taatlerine ecir ve sevap da verir. Demek ki, o müşriklere ya ölüm ve esaret veya İslâm'a girmekten başka birşey bırakılmamıştır. İleride de geleceği üzere, onlardan, ehl-i kitapta olduğu gibi, cizye dahi kabul edilmeyecektir. Hasan Basri rivayet etmiştir ki; esirlerden biri, Hz. Peygamber'e işittirecek şekilde "Allah'a tevbe ederim, Muhammed'e tevbe etmem." diye üç kere bağırmış, Peygamber Efendimiz de "Bırakınız, hakkı ehline tanıdı." buyurmuştur.

6-Bu noktada tevbe ile ilgili olarak savaşta karşı tarafa, harbîye tanınacak eman meselesine de dikkat çekilerek buyuruluyor ki; Ve eğer müşriklerden biri sana isticare ederse, yani söz konusu süre sona erdikten sonra bile sana sığınırsa, senden eman isterse, senin kendisine eman verip car olmanı, saldırıdan himaye etmeni talep ederse sen de ona eman ver, ta ki, Allah kelâmını dinlesin. Kur'ân'ı ve gerçeğin delillerini dinlesin, davet ettiğin dinin hakikat ve hakkaniyetine muttali olmak imkânını elde etsin. Zira o dili bilenler için yalnızca işitmek hakikatı anlamaya kafi gelebilir.

Rivayet olunuyor ki, Hz. Ali'ye müşriklerden bir adam geldi, "Bu süre bittikten sonra şayet bizden bir kimse Allah'ın kelâmını dinlemek için veya başka bir ihtiyaç için Muhammed'e gelecek olsa hemen öldürülecek midir?" dedi. O da "Hayır, çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor." dedi ve âyetini okudu. Hz. Ali'nin bu sözü zahiren âyete aykırı gibi görünür. Zira âyette hacet zikredilmemiş, yalnızca "Allah'ın kelâmını dinleyebilsin" diye buyurulmuştur. Bunun için denilmiştir ki, ihtiyaçtan maksat, herhangi bir dünya haceti değil dinle ilgili bir ihtiyaçtır. Zira Peygamber Efendimiz'e gelecek olan kimse dinle ilgili bir ihtiyaç için gelir. Allah kelâmıyla ilgili olan her türlü iş, mesela inanç problemleriyle ilgili sorabileceği her türlü soru ve alacağı cevaplar, onlara ait deliller genel olarak Allah kelâmını dilemiş olmak gibidir. Fakat dikkat olunursa, âyette aksine yasak getiren bir ifade ve ima yoktur. Öyleyse haceti böyle sınırlamaya da lüzum yoktur. Zira âyette isticare mutlak anlamda eman dilemek şeklindedir. "Tâ ki, Allah kelâmını dinleyebilsin." kaydı "eman"a değil, "fe ecirhu"ya müteallaktır. Bu ise şu demektir ki, eman dileyen hangi maksat ve hacetten dolayı dilerse dilesin, eman veren onun Allah kelâmını dinleme imkânına kavuşacağını, bu dinlemedeki hikmeti ve faydayı gözeterek eman vermelidir. Şu halde dinleme isteyeni bu gaye ile, yani bir dini hacet ve talep ile eman dilerse ona eman vermek vacip olur. Fakat mutlak surette veya bir dünya ihtiyacından dolayı eman dilerse ona mutlaka eman vermek vacip olmaz. Yerine göre, caiz de olabilir, hatta reddi de vacip olabilir. Şu halde bu âyetten başlıca şu sonuçlar çıkarılabilir:

1. Bazı âlimler demişlerdir ki; bir kâfir, itikat etmek için bizden iman ve tevhidin ve Hz. Peygamber'in nübüvvetinin delillerini ve gerekçelerini öğrenme talebinde bulunursa, yani bu konuda ikna olmak isterse, Allah'ın birliğini ve Hz. Peygamber'in gerçek peygamber olduğunu anlatmak ve bu konudaki belge ve delileri ortaya koymak üzerimize vacip olur. Ve bir harbî, böyle bir talepte bulunduğu zaman bu delilleri açıklayıp belgeleri ortaya koymadan onu öldürmeye kalkışmak caiz olmaz. Zira Allah Teâlâ yukarıda açıklanan bunca ilandan ve sürenin sona ermesinden sonra bile "ta ki, Allah kelâmını işitebilsinler" diyerek onlara eman verilmesini emir buyurmuştur. Bu emir şuna delalet eder ki, her kim bizden işiyle ilgili bir şeyin tarifini talep eder ve bu konuda yardım dilerse ona o istediği şeyi öğretmek üzerimize vacip olur.

2. Fıkıh âlimleri demişlerdir ki, bir harbî, dâr-ı İslâm'a dahil oluverirse kendisi de, malı da ganimet olur. Ancak İslâm'a girmek niyetiyle Allah kelâmını işitmek gibi bir şer'î maksat veya ticaret için eman dileyerek ve eman alarak girerse, hatta bir sabinin veya bir mecnunun verdiği eman ile dahi girerse, bunların verdiği emanın birer şüpheli eman olmasına rağmen o harbînin saldırıdan korunması vacip olur. Herhangi biri, İslâm diyarına bir elçilik görevi ile giderse elçilik bizatihi emandır. Birisi dar-ı İslâm'daki bir malını almak için girer ve o malın da emanı bulunursa, o malın emanı, aynı zamanda sahibinin de emanı olur.

Hasılı öyle, o maksatla eman ver, sonra da onu güvenlik içinde güvenli yerine ilet. Allah kelâmını dinledikten sonra iman etmezse bile canı ve malı saldırıdan korunmuş olarak onu güvenli olduğu mahalline kadar, yani vatanına kadar ilet.

Binaenaleyh dinleyicinin uzun süre İslâm diyarında tutulup bekletilmesi de caiz değildir. İşte bu, yani bu eman ve iblağ emri şundan dolayıdır ki, bunlar gerçekten bir şey bilmez bir kavimdirler. İman ve İslâm'ın hakikatını ve ahkamını bilmezler ve hatta bu Arap müşrikleri her hususta cahil bir kavimdir. Şu halde eman lazımdır ki, hakkı duysunlar da hiçbir mazaretleri kalmasın.

Bu esaslar anlaşıldıktan sonra berâenin hikmet ve sebeplerine gelelim:

Bu ilan üzerine antlaşma yapmış olanlara karşı bu şekilde bir berâet ilanı ve ilişki kesme, bir ahde vefasızlık ve şu halde bir haksızlık, bir saldırı demek olmaz mı, gibi bir şüphe söz konusu değildir. Çünkü: