9-TEVBE:
مَا كَانَ لِلْمُشْرِكِينَ أَن يَعْمُرُواْ مَسَاجِدَ الله شَاهِدِينَ عَلَى أَنفُسِهِمْ بِالْكُفْرِ أُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ وَفِي النَّارِ هُمْ خَالِدُونَ {17} إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللّهِ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَأَقَامَ الصَّلاَةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلاَّ اللّهَ فَعَسَى أُوْلَـئِكَ أَن يَكُونُواْ مِنَ الْمُهْتَدِينَ {18} أَجَعَلْتُمْ سِقَايَةَ الْحَاجِّ وَعِمَارَةَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ كَمَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَجَاهَدَ فِي سَبِيلِ اللّهِ لاَ يَسْتَوُونَ عِندَ اللّهِ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ {19} الَّذِينَ آمَنُواْ وَهَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ أَعْظَمُ دَرَجَةً عِندَ اللّهِ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَ {20}
سورة التوبة (9) ص 190
يُبَشِّرُهُمْ رَبُّهُم بِرَحْمَةٍ مِّنْهُ وَرِضْوَانٍ وَجَنَّاتٍ لَّهُمْ فِيهَا نَعِيمٌ مُّقِيمٌ {21} خَالِدِينَ فِيهَا أَبَداً إِنَّ اللّهَ عِندَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ {22}
Meâl-i Şerifi
17. Müşrikler kendi inkârlarına kendileri şahit olup dururlarken Allah'ın mescidlerini imar etmeleri mümkün değildir. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Ve onlar ateş içinde ebedi olarak kalacaklardır.
18. Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve Allah'dan başkasından korkmayan kimseler imar ederler. İşte hidayet üzere oldukları umulanlar bunlardır.
19. Siz hacılara su dağıtma ve Mescid-i Haram'ı imar etme işiyle Allah'a ve ahiret gününe iman edip, Allah yolunda cihad edenlerin yaptığı işi bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah katında eşit olamazlar. Allah zalimler topluluğuna hidayet ihsan etmez.
20. İman edip de hicret edip, mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, Allah katında en büyük dereceye sahiptirler. İşte bunlar murada ermiş olan mutlu kullardır.
21. Rab'leri, onları kendi katından bir rahmet, bir rıza ve bir cennetle müjdeler ki o cennette onlar için bitmez tükenmez nimetler vardır.
22. Onlar orada ebedi kalırlar. Çünkü en büyük mükâfat Allah katındadır.
17- Müşrikler kendi aleyhlerindeki küfre kendileri şahit olup durdukları halde Allah'ın mescidlerini imar etmeleri olur şey değildir. Şu halde bunların Mescid-i Haram'ı imar ettikleri veya edecekleri nasıl tasavvur olunabilir? İbnü Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde "Allah'ın Mescidi" müfred (tekil) sigasıyla okunur ve asıl maksadın Mescid-i Haram olduğunu gösterir. Yani müşrikler kendileri kâfir olduklarını gerek söylesinler, gerek söylemesinler, Allah'ın birliğine ve Resulü'nün hak peygamber olduğuna inanmadıklarını kendi vicdanlarında bilip dururken ve Kâbe'nin etrafına putlar dikip, bunların karşısında ibadet ederlerken, çırılçıplak tavaf eylemeleri ve daha başka tutum ve davranışları ile kendi küfürlerine ve müşrik olduklarına kendi yaptıkları şahitlik ederken, yalnızca Allah'a ibadet edilmek üzere bina edilmiş olan Allah mescidlerini imar ediyor olmalarının gerçekte imarla ilgisi olamaz, özellikle Kâbe'nin imarına ilişkin hizmetlerinin gerçekten hizmet olmasına imkân ve ihtimal yoktur.
İşte bunların bütün amelleri boşa gider. O inkâr ve şirk halinde iken yaptıkları Mescid tamirleri ve buna benzer hayırlı işleri ne varsa hepsi hebaen mensura (tamamen boş gitmiş) olur ve boşa gider. Ve onlar ateşte ebedi kalırlar, ahirette de ebedi olarak cehehnemde kalacaklar. Sırf Allah için olmayan hiçbir amelin ebedi hayrı olamaz. Allah için bir bina veya herhangi bir amel yapmakla bunu yaparken Allah'dan başkasına tapmak veya herhangi bir küfür işlemek, bunun ikisi bir araya gelecek şey değildir. Bunda samimiyetsizlikten daha başka bir çelişki vardır. Bu çelişki de yapılan işleri siler süpürür, hiçe indirir. Bundan dolayı kâfirlerin bir yandan inkârlarını ve şirklerini açığa vurup öte yandan Allah mescidini imar etmeleri, kendileri açısından inanmadıkları bir işi yapmaları demektir. İnanmadan yaptıkları işten hayır görmeyecekleri kesindir. Ayrıca maddi anlamda mescidi tamir ediyor ve ona iyi bakıyor gibi görünmeleri, aslında onun asıl manevi yönünü gözardı etmelerine ve amacından saptırmalarına yönelik bir tahribattır, onun ruhuna zımnen bir zarardır. "Zarar vermek için bir mescid edinenler ..."(Tevbe, 9/107 âyetinin tefsirine bakınız.) Mescidin imarı iki mânâya gelir. Birisi binasının tamiri ve yenilenmesi, diğeri de ziyaret edilip içinde ibadet edilmesidir. Nitekim Beytullah'ı ziyaret etmeye imarla aynı kökten gelen "umre" adı verilir. Mescidlere çokça giden ve içlerinde çokça duran kimselere de yine aynı kökten olan "ummâr-ı mesâcid" denilir. Aynı şekilde birisi, bir kimsenin meclisine çokça devam ettiği zaman onun hakkında "felan adamın muammir-i meclisi" denilir. İşte bundan dolayı bir mescidin imarı, yani mamur hale gelmesi, hem binasının bakımı, hem de cemaatının çokluğu ile mümkün olur. Hanelerin mamur olması da bu iki cihetin bir araya gelmesiyledir. Birisi umranı maddî, diğeri de umran-ı manevîdir. İçinde Allah rızası için ibadet, zikir ve ilim tedrisi gibi taat ve faziletlerin devam etmesi ve o mescidin esas yapılış gayesiyle bağdaşmayan faaliyetlerden korunmasıyla mümkün olur. Bir mescid içinde dünya işiyle ilgili konuşma bile onu kuruluş amacının dışında kullanmak anlamına gelir ki, bu da onun imarını ihlal etmek demektir. Bu konuda şu hadisi şerifler ne kadar dikkat çekici uyarılardır: Resul-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem'den varid olmuştur ki, "Mesciddeki konuşma, tıpkı hayvanın otu yiyip bitirdiği gibi hesanatı yiyip tüketir". Yine Peygamber (s.a.v.) şu hadisi kudsiyi de bildirmiştir; "Allah Teâlâ buyurdu ki, yeryüzünde benim evlerim mescidlerdir ve oralardaki benim ziyaretçilerim de onları mamur edenlerdir. İmdi ne mutlu o kula ki, evinde temizlenir ve iyice temizlendikten sonra gelir beni evimde ziyaret eder. Çünkü ziyaretçisine ikramda bulunmak ziyaret olunan üzerine bir görevdir". Diğer bir hadisi şerifte "Her kim mescide ülfet ederse Allah da ona ülfet eder". Bir başka hadisde ise "Bir adamı mescidlere devam ediyor gördünüz mü onun mümin olduğuna şahitlik ediniz". Enes (r.a.)'den de rivayet olunmuştur ki, "Her kim bir mescidde bir kandil bulundurursa o mescidde o kandilin ziyası devam ettiği sürece melekler ve Arşı taşıyan yüce melekler o kimse için istiğfar eder". İşte buna göre mescidleri boş lakırdılardan bile korumak gerekeceğinden, bir mescide herhangi bir küfür ve şirk şöyle dursun, herhangi bir fıskın ve küçük günahın yaklaştırılması bile o mescidin manevî imarına indirilen bir darbe sayılırken, müşriklerin yaptıkları nasıl olur da imar olarak adlandırılabilir? Burada asıl mesele müşriklerin mescidleri imar edip etmemeleri ve bunun caiz olup olmaması değildir. Âyet, onların yaptığını temelden geçersiz sayıyor. Yani onların imarları imar değildir.
18- Allah'ın mescidlerini, onlar gibiler değil, ancak şu kimseler imar ederler ki, onlar Allah'a ve ahiret gününe iman ederler. Aslında "mescid" kelimesi, "içinde Allah'a secde edilen yer" demek olduğundan, Allah'a iman etmeyenlerin, Allah'a ibadet ve secde için bir yer bina etmeleri veya böyle bir yerin Allah rızası için imarı ile yakından ilgilenmeleri aklen mümkün olabilecek bir şey değildir. Sonra Allah'a ibadet ile meşgul olmanın asıl faydasının ahirette görüleceği için ahirete iman etmeyenlerin ibadet için mescid yapmaları da söz konusu olamaz. Onlar ne iman ederler, ne ibadet bilirler, ne de mescid yaparlar. Fırsat bulurlarsa mescidleri yıkarlar, yıkamazlarsa onu mescidlikten çıkarıp başka maksatlar için kullanırlar. Şu halde "Allah'ın mescidi" tabirinden de açıkça anlaşılacağı üzere bunu imar için her şeyden önce Allah'a ve ahirete iman etmiş olmak şarttır. Fakat bu yeterli bir şart değildir. Bununla beraber namazı kılan, yani namaz kılmak da şartttır: Zira mescidlerin yapılmasındaki asıl maksat, içinde namaz kılınmasıdır. Namazın lüzumuna inanmayanlar mescid yapmak ihtiyacını da duymayacaklardır. Namaz kılmayanlar da mescidlerin boş kalıp manen harap olmasına sebep olurlar. Bununla beraber namaz kılmak da tek başına yeterli değildir ve zekatı veren. Bu da şarttır. Mescid imarının mala ve zekata da bağlı olan bir yanı vardır. Farz olan zekat borcunu vermeyen, fakir ve kimsesizleri gözetmeyenlerin mescid bina etmeleri veya mescidleri imar etmeyi düşünmeleri onlardan beklenmeyecek bir harekettir. Bunun gibi, onların mescide gidip mümin fakirlere zekat vermek de mescidlerin manevî imarıyla ilgili bir konudur. Ancak bu da kâfi değildir. Bütün bunlarla beraber Allah'dan başkasından korkmayan kimseler. Gerçi insan birçok sebeplerden korkup çekinebilir. Korkmamak elinden gelmez. Allah'dan korkmayanlardan da hiç korkulmaz demek değildir. Fakat Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirmek için Allah korkusundan başka hiçbir korkuyu saymayan, herhangi bir korku ile Allah rızasına yönelik işlerden vazgeçmeyen, şahsi çıkarları ile Allah'ın hakkı çatıştığı zaman Allah'ın hakkını üstün tutan, Allah'ın emrettiği iyi işleri yapmak için şunun bunun kınanmasından veya bu yüzden uğrayacağı zulümlerden yılmayan, hatta gerektiğinde cihada koşmaktan veya Allah yolunda mücadele vermekten korkmayan, hasılı çeşitli korkular ve endişeler ile Allah yolundan çıkmayacak bir imana sahip olan ve bu âyette sözü edilen dört hasleti şahsında bulunduran kimseler ancak Allah'ın mescidlerini imar ederler. Bu özelliklere sahip kimseler bulunmalıdır ki, Allah'ın mescidleri hakkıyla imar edilebilsin. Yoksa ilk üç haslet bulunup da iman ve İslâm'ın asıl hakikatı ve özü demek olan bu dördüncü haslet bulunmazsa mescidlerin mamur olmasına gayret edenler olmaz. Günün birinde bir kâfirin veya zalimin ve hatta sıradan bir cüretkârın tehdidinden korkanlar kendi elleriyle mescidlerini yıkmak alçaklığını bile gösterebilirler. Maddî ve manevî anlamda mescidlere yapılacak saldırılardan ve saygısızlıklardan onları koruyamayan ve korumayı sürdürmeyen, yani gerçek anlamda kâmil iman sahibi müminlerden mahrum kalan mescidlerin ne servetle, ne de başka bir yolla imarlarını devam ettirebilmeleri ihtimali yoktur. Onun için İşte bunlar, yani bu dört hasleti şahsında toplamış olan insanlar hidayeti bulmuş, murada ermiş kimselerden olabilirler. Yani doğrudan doğruya ebedî saadeti elde edecek, Cennet'e nail olacak olanlar ancak bu özellikleri taşıyan cemaatlerin içinde bulunabilirler. Bunların bile içindekilerin hepsi için gerçek hidayeti elde etmiş olması kesin değildir. Olsa olsa yakın ihtimaldir. Çünkü yardımcı fiili, umulur, mümkün, belki, gibi anlamlara gelir. İşin özü, müminler için bile böyle olunca, artık müşriklerin durumu nedir kolaylıkla tasavvur olunabilir.
19- Hacılara sakalık etmeyi ve Mescid-i Haram'ın (yani Kâbe'nin) imarını, onun anahtarlarını taşımak, yıkılan yerlerini tamir etmek ve temizlemek gibi hizmetleri Allah'a ve ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden kimsenin işiyle bir mi tutuyorsunuz? Bu gibi hizmetleri iman ve cihad ehlinin amelleri gibi mi tuttunuz? İman ve cihaddan sarf-ı nazar ederek sırf imar ve sakalık işini fazilet, önem ve değer açısından iman ve cihadla aynı şey mi sanıyorsunuz? Bunlar hiç birbiriyle kıyas olunur mu? İmanı olup olmamak, cihadda bulunup bulunmamak bir yana, yalnızca imaret ve sakalık işini, isterse o iş Mescid-i Haram'ın sakalığı olsun, hiç iman edip Allah yolunda cihad edenlerin yaptığı hizmetlere benzetmek olur mu? Bunlar Allah katında eşit olamaz. Bunlar hadd-i zatında eşitlik kabul etmeyen ayrı ayrı şeylerdir. Bir kere az önce anlatıldığı üzere iman etmeden yapılan sakalık ve imar işleri bir hiçtir. İmanla yapıldığı takdirde bile gerçi hacılara su vermek ve bizzat Kâbe'nin umranına hizmet etmek Allah katında sevabı olan faziletli amellerdendir, ancak ne olursa olsun bu gibi hizmetler, Allah yolunda cihad eden müminlerin iman, amel ve cihadına eşdeğer olamazlar. Aralarında o kadar büyük bir fark vardır ki, onun buna benzetilmesi bile doğru değildir. Müşriklerin yaptığı gibi, imansız sakalık ve imaret hizmetini, iman ve cihada üstün tutmak veya eşit saymak şöyle dursun, imanla beraber sakalık dahi cihadla bir tutulamaz. Böyle bir benzetme bile büyük bir haksızlık ve zulüm olur.
Ve Allah zalim olan kavme hidayet etmez. Zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Gerçekten üstün olanı aşağı olana tercih etmeye muvaffak kılmaz. Zalimlere uyanlar ve katılanlar da onlara eklenmiş olur. Hidayete ermek doğrudan doğruya meramına nail olmak için zulümden ve zalimlerden uzaklaşıp Allah'a ve ahiret gününe iman ederek, Allah'dan başka hiçbir şeyden korkmayan bir yürekle Allah yolunda, din-i hak uğrunda bütün cehdini sarfedip o müşrikler, kâfirler ve zalimlere karşı uğraşmak ve çalışmak lazımdır ki, zulüm ve hıyanet korkuları bertaraf edilsin de bütün Allah mescidleri mamur olsun, hak ve adalet, rahmet ve rıza kapıları açılsın.
Sakın bu eşitsizlikten ve benzetilemez diye ortaya konulan görüşlerden sakalık ve imaretin cihaddan efdal olduğu gibi ters bir mânâ çıkarılmaya çalışılmasın.
20-21- İman ve hicret edip Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, Allah katında derece bakımından en büyüktürler. Bunların yücelik mertebeleri ve üstün değerleri hepsinden yüksektir. Başkaları sakalık ve imaret de dahil olduğu halde diğer olgunluk ve faziletlerin hepsini elde etmiş olsalar bile, bu mücahidlerin, sırf mücahid oldukları için, Allah katındaki rütbe ve dereceleri yine de hepsinden üstündür. Ve işte gerçekten kurtuluşa erenler bunlardır. "Acaba", "belki" "umulur ki" gibi ihtimal ve tereddüt bildiren edat ve fiileri olmayan gerçek ve mutlak anlamdaki kurtuluş işte bunlara mahsustur. Bunların kurtuluş ve necatına göre diğerlerinin durumu, sanki bir fevz ü necat bile değildir. Nisa Sûresi'nde "Müminlerden özür sahibi olmaksızın evlerinde oturanlarla Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar." (Nisa, 4/95), "Allah cihad edenleri, evlerinde oturanlara pek büyük ecirlerle üstün tutmuştur. Onlara katından derece derece lütfederek bir mağfiret ve rahmet ihsan etmiştir..." (Nisa, 4/95-96) âyetiyle de mücahitlerin Allah katındaki yerlerini belirlemiştir. (Bu âyetlerin tefsirine bkz.)
Bu âyetlerin sebeb-i nüzulünde rivayet olunduğuna göre; Müşrikler, Yahudilere "Biz hacılara sakalık yapıyoruz, Mescid-i Haram'ın imarını ve bakımını üstlenmişiz. Biz mi efdaliz, Muhammed ve ashabı mı?" demişler. Onlar da "Siz efdalsiniz" cevabını vermişler. Ayrıca Hz. Ali, amcası Hz. Abbas İslâm'a girdikten sonra, ona "Amca, hicret edip Resulullah'a katılsanız." demiş, o da "Ben hicretten daha efdal bir halde değil miyim? Beytullah'ı ziyaret edenlere su veriyorum ve Mescid-i Haram'ı imar edip bakımını sağlıyorum." diye cevap vermiş. Bunun üzerine bu âyetler nazil olunca Hz. Abbas "Bana öyle geliyor ki, bu sakalık görevini bırakacağım." demiş. Hz. peygamber de kendisine "Sakalık işinize devam ediniz, çünkü sizin onda hizmetiniz vardır." buyurmuş. "Sahih-i Müslim"de rivayet olunduğu üzere Numan b. Beşir demiştir ki, "Resulullah'ın minberi yanında idim, bir adam, ben hacılara sakalık etsem de başka hiçbir amel işlemesem gam yemem, dedi. Bir başkası da ben Mescid-i Haram'ı imar etsem de başka hiçbir amel işlemesem kendime dert etmem, dedi. Bir diğeri de Allah yolunda cihad etmek bu sizin söylediklerinizden daha efdaldir dedi. Bu bir Cuma günü idi. Derken Ömer (r.a.) bunlara, susun, Resulullah'ın minberinin dibinde böyle sesinizi yükseltmeyin. Maamafih namazı kıldıktan sonra bu ihtilaf ettiğiniz meseleyi Resulullah'dan sorup öğreneyim, dedi. Daha sonra Allah Resulü'nden meseleyi sordu, Allah Teâlâ da bu âyeti inzal buyurdu".
Şimdi de bu büyük fevz ü necatın derecesinin yüceliği ve kesinliği şöyle bir açıklama ile müjdeleniyor:
Onların Rabb'ı olan Allah, kendilerine şunları müjdeler: tarafından bir ilâhî rahmet, fevkalade bir ihsan ve bir rıdvan, hem razı, hem marzî olarak huzur ı izzetine kabul buyuracak bir büyük rıza ve görülmedik cennetler ki, onlar için orada bitmez, tükenmez ve sonu gelmez bir nimet ve lezzet vardır. Hem nasıl?
22- o bahtiyarlar, o cennetlerde süresiz kalmak, ebediyyen bulunmak üzere yaşayacaklar. O cennetlerin ne nimetlerine sınır var, ne de sahiplerine zeval var. Şüphe yok ki Allah, ancak O'nun katında bir büyük ecir vardır. Sonu olan sınırlı amellere, sonsuz ve sınırsız mükafatlar verebilmek ancak O'na mahsustur. Bütünüyle dünya ve dünya ecirleri bunun yanında pek küçük kalır. Dünyada başkalarından beklenecek herhangi bir ecir onun ölümüyle sona erer. Dünya nimetlerinin hiçbiri uğrunda can vermeye değmez. Allah katındaki ecir de dünyalara sığmaz. Ebedi olduğu için ona nail olan öldükten sonra kıyamet gününde de ondan faydalanır. "Yaptıklarınızın karşılığı ancak kıyamet günü size tamamen ödenecektir." (Âl-i İmran, 3/185) âyeti bunu açıkça beyan eder. Bundan dolayı böyle bir mükafatı elde etmek için işlenecek amel, can vermek bile olsa, değer, yine de azdır.