7- A'RAF:
ادْعُواْ رَبَّكُمْ تَضَرُّعاً وَخُفْيَةً إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ {55} وَلاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ بَعْدَ إِصْلاَحِهَا وَادْعُوهُ خَوْفاً وَطَمَعاً إِنَّ رَحْمَتَ اللّهِ قَرِيبٌ مِّنَ الْمُحْسِنِينَ {56} وَهُوَ الَّذِي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْراً بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِهِ حَتَّى إِذَا أَقَلَّتْ سَحَاباً ثِقَالاً سُقْنَاهُ لِبَلَدٍ مَّيِّتٍ فَأَنزَلْنَا بِهِ الْمَاء فَأَخْرَجْنَا بِهِ مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ كَذَلِكَ نُخْرِجُ الْموْتَى لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ {57}
سورة الأعراف (7) ص 158
وَالْبَلَدُ الطَّيِّبُ يَخْرُجُ نَبَاتُهُ بِإِذْنِ رَبِّهِ وَالَّذِي خَبُثَ لاَ يَخْرُجُ إِلاَّ نَكِداً كَذَلِكَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَشْكُرُونَ {58}
Meâl-i Şerifi
55- Rabbinize yalvara yalvara ve gizlice dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.
56- Düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O'na, korkarak ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti, iyilik edenlere yakındır.
57- Rahmetinin önünde müjdeci olarak rüzgarları gönderen O'dur. O rüzgarlar, yağmur yüklü bulutları yüklenince, onu kurak bir memlekete gönderir, sonra onunla yağmur yağdırır ve onunla her çeşit ürünü yetiştiririz. İşte Biz, ölüleri de böyle diriltiriz. Gerekir ki düşünür, ibret alırsınız.
58- Güzel memleketin bitkisi, Rabbinin izniyle çıkar; kötü olandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte biz, şükreden bir toplum için âyetleri böyle açıklarız.
55- Rabb'inize dua edin,
yalvararak ve gizli olarak. Âsım'dan Ebu Bekir Şu'be kırâetinde okunur ki, bir
çeşit korku ile demektir. Yani önce haddinizi bilip Rabb'ınızı tanıyınız,
istivâ, yaratma ve emir, yücelik ve ululuk, bütün hayır ve bereket O'nun ve O'na
mahsus olduğunu ve kendinizin gece ve gündüz içinde O'na her dem, her lahza
muhtaç ve O'nun hükmü altında ve rubûbiyetinde yaratık ve memur bulunduğunuzu ve
hiç bir zaman O'ndan müstağni olamayacağınızı itiraf ediniz. İkinci olarak o
yücelik ve ululuk karşısında O'na müracaattan ve ihtiyacınızı sunarak
arzularınızı talep ve niyaz etmekten yasaklanmış olmadığınızı ve tersine
doğrudan doğruya istek ve duaya izinli ve hatta emredilmiş bulunduğunuzu,
Allah'ın lutuf ve ihsanında cimrilik olmadığını ve fakat yaratma ve emir, hüküm
ve hâkimiyetin ona mahsus olduğundan isteklerinizi yerine getirmeye mecbur
olmaktan uzak bulunduğunu biliniz de, ona göre O'ndan dilekler dileyiniz, arzu
ve ihtiyaçlarınızı isteyiniz. İsteyiniz ama pervasızca veya bağırıp çağırmakla
değil, tam tazîm ile yalvararak ve bütün bir ihlas ile gizli yalvarma halinde.
Zira muhakkak ki O, haddi aşanları sevmez. Herhangi bir şeyde ilâhî emrin tayin
ettiği sınırı aşmak istiyenleri sevmez, haklarında hayır murad etmez. Şu halde
kendilerini talep ve duadan ihtiyaçsız sayanları sevmediği gibi, duanın sınırını
aşanları da sevmez, dualarını kabul etmez.
DUA: Küçüğün büyükten, acizin güçlüden ihtiyaç ve arzusunu ciddi olarak istemesi
ve rica etmesi demek olduğundan fiil, söz ve hâl olarak yalvarmak, ihlâs ve
ciddilik, bir de istenilen şeyin isteyen ve kendisinden istenilenin hâl ve
şanlarına layık ve uygun olması, aralarındaki nisbeti bozucu olmaması duanın
tarifinde dahil şartlarındandır. Bunun için duada yalvarma halinde bulunmamak
varlığa, pervasızlığa, bir çeşit çalıma delalet eder. Ufak bir saygısızlık
etmek, dua sınırından emir veya iltimas sınırına geçen bir haddini aşma olayı
olduğu gibi, duayı gizli bir şekilde yapmamak, bağırıp çağırmak da ihlas
sınırından gösterişe, dua sınırından şikayet ve davaya geçen bir hadsizliği
kapsar. Nitekim sahih bir hadiste de şöyle vârid olmuştur: "Siz, ne bir sağıra,
ne de bir gâib (ortada olmayan)e dua ediyor değilsiniz, şüphesiz bir işitene ve
yakına dua ediyorsunuz." Şu halde dua gizlemek vacib değilse, en azından
mendubdur. Ne kadar ibrete şâyândır ki, Cenab-ı Allah gece ve gündüzde mağlubun
örtü ve örtünme içindeki isteğine yardım eder, zafer bahşeder de galibin
pervasızca olan değersiz talebini tersine çevirir ve başına geçirir. Sonra duada
layık olmayan bir şey istemek, mesela harika (mucize) istemek, peygamberlik
mertebesi istemek ve yahut günah olan şeyler istemek de duada haddi aşma
cümlesindendir. Bu son cümle, özellikle buna bir uyarıyı içermektedir. Aynı
şekilde duada fazla söz söyleme ve uzatma da haddi aşma cümlesindendir. Nitekim
İbnü Mâce'nin "Sünen"inde rivayet edilmiştir ki, Abdullah b. Muğaffel hazretleri
oğlunun "Allah'ım, cennete girdiğimde sağ tarafındaki beyaz köşkü senden
dilerim." diye dua ettiğini işitmiş, oğlum, demiş, Allah'tan cenneti iste ve
ateşten ona sığın, ben Resulullah'dan dinledim ki "Bir kavim olacak duada haddi
aşacaklar." buyurdu. İbnü Atıyye'nin ve Zemahşerî'nin nakl ettiklerine göre bu
hadiste Resulullah: "Allah'ım, senden cenneti ve ona yaklaştıran sözü ve işi
dilerim, ateşten ve ona yaklaştıran söz ve işten de sana sığınırım." demesi
kişiye yeterlidir, buyurmuş ve "Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez." âyetini
okumuş.
56-Kısaca yalvararak ve gizleyerek dua ediniz, haddi aşmayınız, ve yeryüzünde
ıslahından sonra fesat çıkarmayınız. Allah Teâlâ yeri yaratıp nizamına koymuş,
faydalarınıza ve iyiliğinize uygun bir şekle sokmuş. "Doğrusu biz yeryüzünde
sizi yerleştirdik, orada size geçimlikler verdik." ve "Sizin için yeryüzünde
belirli bir zamana kadar yerleşme ve geçim imkânı vardır." (Bakara, 2/36)
âyetlerinin delaletince sizi onun üzerinde yerleştirmiş ve kudret vermiş, bir
vakte kadar onu size karargâh, geçim ve faydalanmanız için bir yer yapmış, fayda
ve zararınızı onun düzelme ve bozulmasına bağlamış ve bundan sonra sizi bunun
ıslah ve ifsadından sorumlu tutmuş. Şu halde siz isteyeceğinizi emri dairesinde
Allah'tan isteyiniz de yeryüzünün ıslahından sonra üzerinde düşmanlık etmekle
fesat çıkarmayınız, şirk ve isyana, azgınlık ve düşmanlığa sapmayınız. İstek
hedefiniz, şirk değil tevhid, küfür değil iman, isyan değil itaat, ihtilal değil
intizam, zulüm değil adalet, yıkma değil yapma, kısaca bozmak değil yapmak,
fesat değil iyilik olsun. İnsan muhtaç olduğu her hangi bir şeyin, bir lokma
ekmeğin, bir yudum suyun yokluğundaki fecaati düşünmeli, bastığı yerin nizamı
bozulup çalkalanmaya başlamasındaki dehşetin şiddetini hesap etmeli de her çeşit
bozgunculuktan sakınmalı, daha iyisini yapamayacağı hiç bir şeyi bozmamalı ve
her nede tasarruf ederse bir iyilik fikri ile tasarruf etmeli, faydasız yere bir
dânenin bile bozulma ve yok olmasından sakınmalıdır.
Böyle yapınız ve hem korku, hem ümid halinde Rabbinize dua ediniz. Korku halinde
ümidi, ümit halinde korkuyu bırakmayarak, daima ikisinin denklik noktasını
gözeterek dua etmelidir. Çünkü Allah hem celâl sahibi, hem ikram sahibidir.
Âlemde Allah'ın emri altında gece ve gündüz nasıl birbirleriyle yarış ederek
gidiyorlarsa, korku ve ümid de öyledir. Bu iki ruh haleti insanın manevî yolda
ilerlemesi (seyr ü sülûkü)nde iki kanat gibidir. Her hangisi atılsa insan yaralı
bir kuş gibi uçmaktan mahrum kalır. Kalb ancak bunların karşılıklı
çarpışmasındaki uygunluk ve denklikten doğrudan doğruya Hak yüzüne bakan bir yön
alır. Duanın güzelliği de, kalbin bu istikametiyledir. Böyle dua edenler, duada
ihsan mertebesine ermiş muhsin (iyilik sever)lerden olurlar. Şüphesiz ki iyilik
edenlere Allah'ın rahmeti yakındır. Hiç bir hususta Allah iyilik yapanların
ecrini zayi etmez. Duada iyilik edenlerin de dualarını kabul eder, yakında
muratlarına erdirir.
57- Ve O, o Allah'tır ki rahmetinin iki eli arasında, yani önünde müjdecileri
olarak birtakım rüzgarlar gönderir. Nâfi, İbnü Kesir, Ebu Amr, Ebu Cafer, Yakub
kırâetlerinde , İbnü Âmir'de okunduğuna göre rahmetinin önünde nâşir
(neşredici)leri olarak yaygın bir takım rüzgarlar gönderir. "Büşr', "beşûr"in
çoğulu; "nüşr", "neşûr"un çoğuludur. "Resul" vezninde "neşûr", "nâşir" (yayıncı)
veya menşûr (neşredilmiş) mânâsına gelir. Nun'un fethasıyla "neşir" de
neşretmek, yaymak ve ayırmak mânâsına masdar olduğu gibi, "güzel rüzgar"
mânâsına ve bundan bulutu yayıp döşeyen, hoş ve yumuşak rüzgar mânâsına isim de
olur. Bu şekilde İbnü Kesir, Hamze, Kisâî kırâetlerinde okunduğuna göre de:
"Rahmetinin önünde neşr halinde rüzgar gönderir". Yağmur yağdıracağı nimet ve
hayat neşredeceği zaman önce durgun havaları oynatır, sükûnlarını harekete
çevirir. Hareketi berekete başlangıç, sebep, delil ve elçi, müjdeci ve nâşir
yapar, yayar, fakat her hareketi değil, özel bir hareketi. Çünkü azap olan
hareketler, azap habercisi olan rüzgarlar da vardır. Bu mânâ ile İbnü Ömer
(r.anh)dan rivayet edilmiştir ki rüzgar sekiz şekildir; dördü azap, dördü
rahmettir. Azap olanlar: Kasıf, âsıf, sarsar, akîm. Rahmet olanlar da: nâşirât,
mübeşşirât, mürselât, zâriyattır. Bir nebevî hadiste de şöyle varid olmuştur:
"Ben, saba ile mansur oldum. Âd, debûr ile helak edildi, cenûb da cennet
rüzgarındandır." Hz. Ka'b'den de nakledilmiştir ki, Allah üç gün rüzgarı
hapsetse, yeryüzünün çoğu kokardı. Hasılı korkulacak hareketler, korkutucu olan
rüzgarlar da vardır. Fakat ilâhî rahmetin müjdecileri ve yayıcıları mürselât ve
zâriyâtı da onlar içindedir. Bunun için ümidin korkudan, korkunun ümitten
ayrılmaması gerekir.
Havanın eserlerinden rih ve rüzgar: Hareketli hava demektir ki, yönlerine,
vasıflarına göre uyumlu veya uyumsuz bir çok kısımları ve çeşitleri vardır.
Genel şekilde yönlere göre dört veya sekiz rüzgar esas gibi düşünülür ve
rüzgarların oluşumunda ve cereyanında ilâhî tasarrufa delalet eden pek çok
noktalar vardır. Rüzgar, hareket eden hava olmak itibariyle şüphesiz ki bir
tahrik ile meydana gelir. Havanın her hareketine de rüzgar denilmediğinden,
rüzgar göndermek, havayı bir noktadan diğer noktaya özel bir şekilde hareket
ettirmek mânâsını içerir. Bir kerre bu hareket, havanın tabiî bir fiili
değildir. Zira hava sakin de olur. Bunun için tabiat bilgisinde rüzgarın oluş
sebebi havanın aldığı sıcaklık, yani soğuk ve sıcak değişimlerine nisbet olunur.
Şu halde rüzgarın oluşunun da gece ve gündüz meselesinde açıklanmış olunduğu
üzere ısı tabiatı ile soğuk tabiatı arasındaki galibiyet ve mağlubiyet
oranlarının tahvil (değiştirme) ve tasrif (idare)ine râcidir ki, bu da doğrudan
doğruya ve tabiat üstü bir Allah emridir. Şu halde gerek bir kural altında esen
muntazam bir rüzgar olsun, gerekse nizamsız olsun, ikisi de bir tabiatı diğer
tabiata musallat etme demek olduğundan, doğrudan doğruya rabbanî bir tasarruf
olduğunda şüphe yoktur. Şu kadar ki nizamlı rüzgarda âdet ve uyum, nizamsız
rüzgarda harika (âdet üstülük) galiptir. Onun için Allah'ın kudretini yalnız
harikada aramak gafletinde bulunanlar, ilâhî fiil ancak fevkalade rüzgarlardır
zannederler. Bununla beraber burada bahis konusu olan yalnız ilk hareket ettiren
delilini teşkil eden bu tahrik değildir. Bu tahrikin içermiş olduğu daha bazı
özellikler ile beraber, bunun sonuçta hayat ve nimete, yağmur gibi bir ilâhî
rahmete olan ilgisi başlangıç delaleti yani bundan sonra gelecek diğer bir ilâhî
fiili haber verir bir şekilde akıllar âlemi peygamberlik çeşidini temsil etmesi,
rüzgar olayının diğer bir olay olan yağmur olayını hazırlaması ve vuku bulmadan
önce işaret etmesi durumuna da bilhassa dikkat nazarı çekilmiştir. Ve bu şekilde
hem yaratma, hem emir, hem maddiyat, hem maneviyat açısından kudret ve ilâhî
hikmet tecellileri gösterilerek ahiret ve peygamberlik meselesini hatırlatacak
ve düşündürecek misaller nakledilmiştir Özet olarak bir takım rüzgarlarda daha
sonra gelecek olan ilâhî rahmeti müjdeleyen bir elçi, bir melek misali vardır.
Allah Teâlâ bunları rahmetinin önünde müjdeciler ve yayıcılar olarak gönderir.
Şimdi kudrete bakınız ki nihayet o rüzgarlar (havadan) ağır ağır bulutları az ve
hafif bir şey gibi kaldırıp yüklendiği zaman, yani rüzgarların fâidelerinden
birisi de bulutları derleyip toplamak, yaymak ve yağmura muhtaç olan yerlere
götürmek için tepelerinde taşımaktır. Fakat bu taşıyışta gayet dikkate değer bir
husus vardır. Çünkü hava hafif, bulutlar ise ağırdır. Hafifin ağırı kaldırması
ise tabiatın tersidir. Gerçekte burada bu ağırlık ve ıklâl (yüklenme, kaldırma)
ihtarının tabiat ilimleri bakımından pek büyük önemi vardır. Zannedilirdi ki,
bulutlar havadan hafif su buharından ibarettir. Halbuki asıl bulut su buharı
hali değil, bizzat su taneciklerinin toplu hali olduğu sonradan farkedilmiş ve
suyun ise havadan ağır olduğu bilinmekte olduğundan, bulutların hava boşluğunda
muallâkta durması Fizik ilminde bir mesele teşkil etmiştir. Ve izahında iki
görüş hasıl olmuştur: Başlangıçta, "O su tanecikleri sabun köpüğü gibi boş ve
içlerinde hava hapsedilmiş olup, bu hava dışardaki havadan fazla bir ısı
derecesinde bulunduğundan hafif olarak üzerinde yüzüyor." denilmiş. Sonra bu
görüş çürütülerek bulutları birleştiren su taneciklerinin içi boş değil, dolgun
bulunduğu ve bundan dolayı her biri kendi hacmindeki havadan ağır olduğu halde
aşağıdan rüzgarın tahrikiyle kum tanelerinin yukarı çıkması gibi hava boşluğunda
muallâk kalarak sağa sola hareket ettiği kabul edilmiştir. Öncekine göre balon
ve gemi gibi hafifin ağır üzerinde duruşu, ikinciye göre de kuş ve uçak gibi
ağırın hafif üzerinde duruşudur ki "ağır bulutları kaldırıp yüklendiği zaman"
âyetinin hatırlatması da bunda açıktır. Evet havadan ağır olan su taneciklerini
daha sıcak hava ile doldurmakla köpük haline koyarak hafiflendirip küçücük
baloncuklardan oluşan bulut donanmalarını hava üzerinde tutmakta da büyük bir
sanat olduğu şüphesiz ise de su taneciklerinin ağırlıklarını olduğu gibi
muhafaza etmekle beraber, onlardan daha hafif olan havanın sırf hareketten
aldığı kuvvetle o ağır bulut kütlelerini kaldırıp yüklenmesi daha çok dikkat
çeken bir hadisedir ki, bunda hareketin önemi ve hareket emrini veren muharrik
(hareket ettirici)in, yalnız hareketle, hafiflik ve ağırlık hükümlerini
değiştiren ve tabiatlerin hükmünü tersine çeviren ve değiştiren mutlak bir
kudrete sahip olduğu doğrudan doğruya ortaya çıkar. İşte bu mânâyı öğrenme
sayesindedir ki, hareket ettirici kuvvet elde edilmesiyle uçaklar yapılmış ve
kuş gibi hava üzerinde uçma başarısı elde edilmiştir. Bu açıklamadan anlaşılır
ki rüzgarları hareket ettirmekteki bu yüksek kudreti özellikle hatırlatan bu
"ağır bulutları kaldırıp, yüklendiği zaman" kavramında Muhammed aleyhisselâm'ın
peygamberliğinin kesin delillerinden birisi olan ilmî bir mucize var demektir.
Bir mucize ki, beşer ilmi bunun doğruluğuna bin seneden sonra vakıf
olabilmiştir. Bununla beraber iş bununla kalmıyor, Allah rüzgara o kuvveti
vermekle beraber onu onda atalet (cisimlerin bir hareket ettirici olmadan
hareket edemiyecekleri) kuralı üzere bir tabiat istivâsiyle bırakmıyor. Bu
noktada irade tecellisini anlatıyor ve kendi istivâ hakimiyetini gösteriyor.
Onun için gıyab (üçüncü şahıs)tan tekellüm (birinci şahıs)e dönerek buyuruyor
ki:
Tam rüzgarlar, ağır bulutu kaldırıp yüklendikleri zaman biz o bulutu ölü bir
belde için sevk ederiz de, o suyu o beldeye indiririz, ve o su ile her türlü
meyveleri çıkarırız ve çıkaragelmişizdir. İşte ölüleri, kabirlerinden, böyle
çıkaracağız, şimdi siz düşünebilirsiniz. Bunları düşünür anlayabilirsiniz ki,
yaratmak da emir de kendisinin olan ve tahrik ve irade ile bunları yapmaya ve
ölmüş bir beldeyi yeniden diriltmeye kâdir olan Rabb'ınızın ölüleri
diriltebileceğinde şüphe yoktur. Fakat şunu da unutmamak lazım gelir ki, yağmur
yağmakla her yer eşit olarak meyve vermez, her toprağın başlangıçta kuvveti bir
olmaz.
58-Yağmur yağar ve iyi belde, toprağı iyi olan arazinin Rabbinin izniyle nebatı
iyi çıkar. Gerçi Allah'ın izni, iradesi ve kolaylaştırması olmayınca hiç bir şey
olmaz. Fakat Allah'ın âdetinde yaratma ile emir arasında uyum bulunduğundan hoş
ve iyi olan toprağın mahsulleri de yağmurla - Allah'ın izniyle bereketli, güzel
ve kolaylıkla çıkar. Fena olanın ise, çıkmaz, çıkarsa da ancak zorla, pek az ve
faydasız bir şey çıkar, yağmurdan da istifade edilmez. Şu halde insan yerin
iyiliğindeki önemi iyi takdir etmeli ve onun iyilik ve kötülüğünde kendisinin de
bir sorumluluğu bulunduğunu unutmamalıdır. İşte biz şükredecek her hangi bir
toplum içindir ki, bu âyetleri böyle çevirip türlü türlü şekillere kor, tekrar
ederiz, ve daha edeceğiz. Yani bu beyan ve tasvir, insanlar için bir darb-ı
meseldir. Peygamberler, ilâhî rahmetin müjdeci ve yayıcıları, yüklenmiş
oldukları teklifler ve şeriatler, hayatın kendisiyle kâim olduğu saf su ile dolu
ağır bulutlar gibi Kur'ân kalblerin âb-ı hayatı (hayat suyu), din ve mârifet
(bilgi), ebedî bir hayat olan ilâhî rahmet; sorumlu ve muhatap olan insanlar da
yağmurun indiği yerler gibi iki kısımdır: Topraklar gibi insanların ve insan
topluluklarının da iyisi ve kötüsü, mümini kâfiri vardır. İyiler iyi düşünür,
Allah'ın peygamberlerinden istifade eder, ilâhî âyetleri düşünmek ve anmakla
ibret alır, iman eder, hayat bulur, Allah'ın nimetlerine şükreder. Ahiret için
güzel ameller ile güzel semereler verirler. Yaratılış âyetlerinde ve şeriat
koymada cereyan eden ilâhî tasrîf ve tasarrufların, peygamberleri gönderme ve
Kur'ân'ı inzal etmenin hikmeti de bilhassa bunların faydaları ve şükranıdır.
Çorak yer gibi fena olanlar ise Allah'ın nimetlerini ve rahmetini inkâr ve küfür
ile karşılarlar, bu faydalanmadan mahrum kalırlar. Onların meyve vermelerine
Allah'ın izni taalluk etmez. Zorluk ve mahrûmiyet içinde felakete yuvarlanır
giderler. Nitekim peygamberlerin kıssaları ve milletler tarihi buna şahittir.
Bunun için burada Âdem'in yaratılışından sonra başlayan ve insan cinsinin
peygamberliğinde yerleşerek zamanı idare eden istivâ hükmü altında peygamberlik
işinde ilk yaratmanın altı günü misali üzere harikaları içeren altı devir teşkil
eden altı peygamberin peygamberlik kıssalarıyla yedincisinde "Muhakkak ki zaman,
Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü hâli gibi devam etmektedir." hadis-i
şerifin mânâsının da delalet ettiği üzere Hz. Muhammed'in peygamberliğinde
tecelli eden peygamberlik hükmünü anlatmak ve açıklamak üzere yemin ile
buyuruluyor ki: