6- EN'AM:

وَالَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا صُمٌّ وَبُكْمٌ فِي الظُّلُمَاتِ مَن يَشَإِ اللّهُ يُضْلِلْهُ وَمَن يَشَأْ يَجْعَلْهُ عَلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ {39} قُلْ أَرَأَيْتُكُم إِنْ أَتَاكُمْ عَذَابُ اللّهِ أَوْ أَتَتْكُمُ السَّاعَةُ أَغَيْرَ اللّهِ تَدْعُونَ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ {40} بَلْ إِيَّاهُ تَدْعُونَ فَيَكْشِفُ مَا تَدْعُونَ إِلَيْهِ إِنْ شَاء وَتَنسَوْنَ مَا تُشْرِكُونَ {41} وَلَقَدْ أَرْسَلنَا إِلَى أُمَمٍ مِّن قَبْلِكَ فَأَخَذْنَاهُمْ بِالْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء لَعَلَّهُمْ يَتَضَرَّعُونَ {42} فَلَوْلا إِذْ جَاءهُمْ بَأْسُنَا تَضَرَّعُواْ وَلَـكِن قَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ {43} فَلَمَّا نَسُواْ مَا ذُكِّرُواْ بِهِ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ أَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍ حَتَّى إِذَا فَرِحُواْ بِمَا أُوتُواْ أَخَذْنَاهُم بَغْتَةً فَإِذَا هُم مُّبْلِسُونَ {44}

سورة الأنعام (6) ص 133

فَقُطِعَ دَابِرُ الْقَوْمِ الَّذِينَ ظَلَمُواْ وَالْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ {45} قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَخَذَ اللّهُ سَمْعَكُمْ وَأَبْصَارَكُمْ وَخَتَمَ عَلَى قُلُوبِكُم مَّنْ إِلَـهٌ غَيْرُ اللّهِ يَأْتِيكُم بِهِ انظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ ثُمَّ هُمْ يَصْدِفُونَ {46} قُلْ أَرَأَيْتَكُمْ إِنْ أَتَاكُمْ عَذَابُ اللّهِ بَغْتَةً أَوْ جَهْرَةً هَلْ يُهْلَكُ إِلاَّ الْقَوْمُ الظَّالِمُونَ {47} وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَلِينَ إِلاَّ مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ فَمَنْ آمَنَ وَأَصْلَحَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ {48} وَالَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا يَمَسُّهُمُ الْعَذَابُ بِمَا كَانُواْ يَفْسُقُونَ {49}

Meâl-i Şerifi

39- Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola koyar.

40- De ki: "Kendinizi hiç düşündünüz mü, Allah'ın azabı size gelse veya kıyamet vakti gelse, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Eğer sözünde doğru kimselerseniz cevap verin".

41- Hayır, yalnız o Allah'a yalvarırsınız. O da dilerse kaldırılmasını istediğiniz belayı kaldırır ve o zaman ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz.

42- Şüphesiz ki senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Bize yalvarsınlar diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp cezalandırdık.

43- Hiç olmazsa kendilerine baskınımız geldiği zaman olsun, yalvarmalı değiller miydi? Fakat kalbleri katılaştı ve şeytan yaptıklarını kendilerine güzel gösterdi.

44- Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık. Nihayet kendilerine verilen o nimetlerle sevinip zevke dalınca onları azabımızla ansızın yakalayıverdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler.

45- Böylece zulmeden kavmin kökü kesildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.

Ey Muhammed, sen Allah'a hamdet de, hamd etmeyen nankörlere:

46- De ki: "Söyleyin bakalım, eğer Allah kulaklarınızı ve gözlerinizi alır da kalblerinize mühür vurursa, Allah'tan başka onları size getirecek tanrı kimdir?". Dikkat et, âyetlerimizi nasıl türlü türlü açıklıyoruz, sonra da onlar yüz çeviriyorlar?

47- De ki: "Söyler misiniz bana! Size Allah'ın azabı ansızın veya açıkça gelirse, zalim toplumdan başkası mı helak olur?"

48- Biz peygamberleri, ancak rahmetimizin müjdecileri ve azabımızın habercileri olmak üzere göndeririz. Artık kim iman edip durumunu düzeltirse, onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.

49- Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, yapmakta oldukları fenalıklar yüzünden onlara azap dokunacaktır.

39-Kitapta hiçbir şey eksik bırakılmadığı halde bizim âyetlerimizi yalanlayanlar ise, sağırdırlar. Onları duymazlar, gereği gibi düşünecek ve anlayacak şekilde işitmezler ve bundan dolayı "geçmişlerin masalları" derler. Ve âyetlerden saymazlar da başka âyet isterler. Ve dilsizdirler. Hakkı söyleyemezler. Ve onun için davetine icabet edemezler. Türlü türlü karanlıklar içindedirler. Küfür, cahillik, inat, taklit, nefsin isteği ve ihtiras karanlıkları içinde önlerindekini görmezler, karanlıkta yuvarlanır giderler. Evet Allah kimi dilerse onu sapıklıkta bırakır. Onda dalâlet yaratır. Kendi yolundan sapıtır. Sapıklık onun devamlı tabiatı olur kalır. Allah'ın duyurmadığına kimse bir şey duyuramaz. Allah'ın söyletmediğine kimse bir şey söyletemez. Allah'ın göstermediğine kimse bir şey gösteremez, Allah'ın şaşırttığını kimse yola getiremez. Ağız, dil, göz, kulak verdikten sonra da Allah dilerse o dili söyletmez, o göze göstermez, o kulağa işittirmez. Gerçi yukarda geçtiği üzere Allah kendine rahmeti yazmış, hidayet fıtratı üzere yapmıştır. Önce bizzat, O'ndan zorla saptırmak gelmez. Allah'ın saptırması, kulun sapıklığı istemeye yönelik bir kötü seçimi ile ilgilidir. Fakat yerde sürünen hayvanlar ile havada uçan kuşların farklılığı kabilinden fıtratın derecelerinin farklılığı, sırf onun istemesinin eseri olduğu gibi, kulun istemesinin yerine gelmesi ve onun basması ve mühürlemesi de sırf onun istemesinin eseridir. Bazısında yüzlerle talebten sonra basmadığı sapıklığı, diğer bazısında bir kaç talep ile basar. Ve her kimi dilerse onu doğru bir yola koyar ki, üzerinde yürüyen doğruca gider, maksadına erer.

Allah'ın âyetlerini yalanlayan, doğru yolundan kaçınan ve Allah'dan başka mabudlara tapınan müşriklere, yaratılışta zorunlu olarak tespit edilmiş bulunan birlik âyetini tasdik ile, kendi nefislerindeki yalan çelişkilerini açıklamak ve sonuçlarını göstermek için, ey Muhammed:

40- Bu deyim Arap dilinde benzeri bulunmayan bir soru ve teaccüb kelimesidir ki, derin bir hayret ortaya koymak sûretiyle "bana haber veriniz" mânâsını ifade eder. Kâideye göre bunun tam mânâsı: "sen kendinizi gördün mü söyle" demek gibi görünürse de, Nahiv ilminde bu şekilde fail ve mef'ûl olmayıp, kıyasa uymayan bir terkip olduğu beyan edilir. Ve "sen seni gördün mü? "sen, sizi gördünüz mü?" yerinde bir tekit ve tefsir mânâsında bulunduğu ve tümüyle "acaib, haydi haber ver veya haber veriniz" meâlinde kullanıldığı gösteriliyor. de "hemze" soru içindir ki, teaccüp (şaşma) ve ihbar (haber verme) bunun gereğidir. Bu fiil, gözle görmeden veya "görmeye isabet etmek, ciğere nüfuz etmek" mânâsına re'y ve itikaddan veya iki mef'ûlüne teaddî eden ef'âl-i kulûbdan, bâbında bâkî ilim mânâsına görüş veyahut babında bâkî olmayıp haber verme mânâsına olan ilmî görüş olmak üzere dört iştikak (türeme) ile kullanılır. İlk üçünde kelimenin aslından olan ikinci hemze ya tahkik veya beyne beyne teshil ile okunur ve hazfi caiz olmaz. Ve muhatabın değişmesine göre gibi, tâ harfi (fâil zamiri) değişir ve fâili gösterir, buna gibi, kâf 'ın bitişmesi caiz olmaz. Fakat haber verme mânâsına ilmî görüşten olduğu zaman hemzenin tahkiki ve beyne beyne teshili, hazfi ve elife ibdâl ile meddi de caiz olur. Nitekim çoğunluk (cümhur) kırâetlerinde tahkîk ile, Nâfi ve Ebu Cafer'de teshil ile, Kısâî'de ıskât ile ve Verş'de ibdâl (hemzenin elife çevrilmesi) ile okunmuştur ki, bu ibdâl Sarf ilmi kâidesine aykırı olmakla beraber Arap kelâmında vardır. Sonra iş bu "bana haber verin" mânâsında muhatabın değişmesine göre gibi tâ 'nın, önceki gibi değişmesi caiz olduğu gibi, tâ müfred müzekkerdeki hâli üzere meftûh (üstünlü) kalmakla beraber, muhatabın değiştiğine işaret için sonuna gibi çeşitli şekilde bitişik kâf 'ın katılması da caiz olur ki, bu durum, bu fiile mahsustur. Buna göre kelimesi yerinde olarak "bana haber veriniz" demektir. Yani zamiri, mef'ûl değil, fâilin değiştiğine delalet eden bir harftir. Basralıların izahı budur. Fakat Kisâî bunun birinci mef'ûl makamında olduğuna kâni olmuştur. Bu şekil ile mânâ yine "bana haber verin" olmakla beraber ile , ile arasında esas itibariyle ince bir zevk farkı vardır. Kalbin vâki'de kendine ve kendinde meydana gelen şeylerle ilgili vicdanından, yani bir şuûra şuurdan; ise mutlak bir şuur vicdanından sormak ve soruşturmak demek olur. Nitekim bu âyette sorusu bu subjektif fiil olan dua ile ilgili vicdana yönelmiş. "Allah'tan başkasına mı dua ediyorsunuz?" buyurulmuştur. Gelecek olan âyetinde de "Allah'tan başka bunları size geri verecek tanrı kimdir" (Enâm, 6/46) buyurulmuş, nefislere dışlarından vâki olacak gelmelerle ilgili vicdana yöneltilmiştir ki, Kısâî mezhebi hem Nahve ait kıyasa uygun, hem de bu ince farkı açığa çıkarmış olması bakımından bizce daha çok dikkate şayandır.

Ey Muhammed, müşriklere de ki: Genellikle her biriniz kendinizi gördünüz, anladınız mı? Kendinize, vicdanınıza gerçekten şuurunuz var mı? Varsa şunu bana söyleyiniz, haber veriniz bakayım! Eğer size Allah'ın -dünyada yıkılıp gitmiş ümmetlere gelen- azabı gelirse, veya geleceği kesin olan saat gelir, başınıza kıyamet koparsa, Allah'tan başkasına mı dua eder ve sığınırsınız? Yani vicdanlarınızın derinliklerine inerek kendinizi iyice yoklayınız, tartınız bakayım, böyle yok edici dert ve felaket karşısında bulunduğunuz veya içine düştüğünüz acıklı ve müthiş bir zamanda nasıl bir ruh hali içinde bulunursunuz? Bütün ümitleriniz silinir, ölmüş gibi tamamen ümitsizliğe mi düşersiniz? Yoksa henüz canınız çıkmadıkça yine bir kurtuluş ümidi besler, derinden derine bir kurtarıcıya sığınma hissiyle inler misiniz? Eğer inlerseniz, o zaman samimi kalbinizden kime sığınır, kime çağırır yalvarırsınız? Allah'a mı, yoksa Allah'tan başka tanrı tanıdığınız putlarınıza mı? Eğer siz doğru kimselerseniz gerçekte Allah'tan başka ilâhlar vardır iddiasında yalancı değilseniz söyleyiniz, öyle bir zamanda Allah'tan başkasından ümit bekler, Allah'tan başkasına dua ve niyaz eder misiniz?

41- Hayır, ancak Allah'a dua edersiniz, her ne umarsanız O'ndan umar ve yalnız O'na niyaz edersiniz, O da dilerse dua ettiğiniz azabı, sıkıntıyı açar, başınızdan defeder, ve o zaman siz Allah'a ortak tuttuğunuz şeyleri unutur, evvelce tapındığınız diğer ilâhlarınızı o müddet içinde terkeder, hatırınıza bile getirmezsiniz. Çünkü zararı açmaya gücü yeten tek merci ancak Allah olduğu akılların yaratılışında ve vicdanın derinliklerinde mevcuttur. İşin ciddiliği ve korkunun dehşeti diğerlerini siler süpürür ve o zaman Allah'tan başkasının hiç olduğunu vicdanlar açıktan açığa duyar, akıllar idrak eder, yeter ki akıl kalmış, vicdan donmamış bulunsun.

42-Ey Muhammed, sen emin ol ki senden önce bir çok ümmetlere biz peygamberler gönderdik. Böyle tanımadılar, küfrettiler de biz de onları şiddetli fakirlik, geçim darlığı ve hastalıklar ve âfetlerle sıktık, fakirlik ve zaruretle tuttuk baskı yaptık. Ki tazarru etsinler, düşüklüklerini anlayıp isyanlarına tevbe etsinler, affımıza sığınsınlar, yani bu hâl içinde tevbe ve tazarru etmeleri mümkün ve muhtemel idi.

43- Şimdi baskımız kendilerine geldiği sırada boyun eğip, sığınsalardı ya, ve fakat sığınmadılar, gittikçe kalpleri katılaştı. Uyanma kabiliyetlerini kaybettiler, fakirliğe ve zarurete alıştılar. Şeytan da yapıp durduklarını alladı pulladı kendilerine hoş gösterdi. Yaptıklarını fena diye değil, iyi yapıyoruz diye yapmaya, şerri hayır, günahı sevap saymaya başladılar. Artık tevbe ve dönüş ihtimali kalmadı, vicdanlar dondu, akıllar tutuldu, azıttılar da azıttılar.

44-Başlangıçta fakirlik ve ihtiyaç, mahlûkun aslî yokluğunun gereği ve mahiyetinin lüzumlu unsurudur. Onu defeden ve yok eden de Allah'ın rahmetidir. O rahmetin eksilmesi ile ortaya çıkan fakirlik, zaruret ve sıkıntı ise, isyanlar ve serseri insanlara hadlerini ve kendi kendilerine bakıldığı zaman durumlarının gereğini hissettirerek ve göstererek kurtuluş ve kulluk hissi uyandıracak bir fiilî alâmet ve ilâhî hatırlatıcıdır. Ve bundan dolayı ihtar ettiği mânâyı anlayanlar için bir nimettir. Fakat bunun, bu ihtar edici kuvveti ve irşad edici delaleti devamlı değil, belli bir müddet ile sınırlanmıştır. Bunun için böyle bir ilâhî sıkıntıya tutulanlar, onu ilk önce nimet bilmeli ve süratli bir şekilde uyanarak nefsin baş kaldırmasını kırmalı ve kulluk aczini hemen anlayıp tevbe ve yalvarış ile Allah'a sığınmalı ve ıslah yoluna dönmelidir. Bu uyanıklılık ne kadar çabuk olursa, dünya ve ahiret faydası da o kadar mühim olur. Bunu anlayıp tevbekâr olanlar dünyada olmazsa, herhalde ahirette istifade ederler. En şiddetli olan ilk tesir anları geçtikçe ihtarın kuvveti azalır, daha çok kuvvetlendirmeye ihtiyaç duyulur ve gittikçe uyanma ihtimali azalır ve zor elde edilir. Nihayet o sınırlı müddet biter, sıkıntının bütün uyarıcı kuvveti de tükenir, bir alışkanlık ve tabiat haline gelir ve kalb öyle katılaşır ki, artık ondan sonraki başkaldırma alabildiğine şiddetlenir. Artık baskı ve şiddetin hiçbir terbiye edici hassası kalmaz. Bunun için terbiye edici bir hikmet ve maksatla tatbik olunacak baskı ve şiddet, uzun ve devamlı olmamalıdır. İlâhî hikmet, baskıyı, şiddeti ve nihayet azab etmeyi, fesadı ıslah, kötülükleri sınırlama, durdurma ve temizlemek için tatbik eder. Fakirliğin ve zaruretin kaynağı olan kötülüklere karşı baskıyı artırmak ise, o kötülükleri çoğaltmak demek olur. Bunun kurtulma ihtimali varsa, zorlamada değil, kolaylaştırmadadır. "Bir şey sıkıştığı zaman genişler" Sıkıştırma ile katılaşmış olan kalbleri yumuşatırsa, kolaylaştırma ve genişletme yumuşatabilir Ve artık bu genişletme ve genişleme onlara ya kurtuluşu kazandırır veya patlatır bitirir. Ve her iki takdirde kötülükler sonsuz bırakılmış, kötülerin arkası alınmış olur. Şu halde o katı kalbliler ne zamanki hatırlatıldıkları ibretleri unuttular. Evvela derece derece kolaylaştırmayı ifade eden peygamberlerin hatırlatmaları, ikinci olarak tevbe ve teslimiyet telkin eden şiddet ve zaruret ihtarlarını düşünmek ve uyanık olmak ihtimalleri kalmadı. O zaman üzerlerine her şeyin kapısını açtık. O şiddet ve sıkıntıdan sonra onlara öyle bir hürriyet ve refah verdik ki, maddî manevî bütün engelleri kaldırdık, her taraftan üzerlerine nimetler saldırdık, iyi kötü her şey kendilerine bol bol açık bulunuyordu. Her türlü rahatlar, sıhhatler, zaferler, başarılar, zevkler, sefalar önlerinde âmâde idi. Ne arzu etseler bulacak ne isteseler yapabilecek bir hale geldiler. Kendilerine, kendi iradelerinden başka yasaklayacak ve kayıtlayacak hiçbir şey görünmüyordu. Öyle serbest bir imtihana kondular ve öyle derece derece yükselmeleri arttı ki nihayet bu hürriyet ve refah ile ferahlandılar. Tuttukları yolun iyi olduğuna ve bütün bunların kendi hakları olduğuna ve her sorumluluktan kurtulmuş olduklarına hükmettiler. hiçbir kayıt, hiçbir kaygı duymaz oldular. Her şey kendilerininmiş, Allah ve ahiret yokmuş gibi zevk ve sefaya daldılar, keyiflerini çattılar. Tam böyle ferahlandıkları, "gel keyfim gel" dedikleri sırada kendilerini birden bire bastırıp yakalayıverdik. O saat iblis gibi bütün ümitleri kesildi. Ümitsizlik ve tam mahrumiyet içinde donakaldılar. Bundan böyle onlar, sonsuz bir hasret içindedirle

45- Artık o zulmeden, şükür yerine küfreden kavmin ardı alındı, kökü kesildi. Arkalarında hiç kimse bırakılmadı, hepsi yok edildi ve bu şekilde zulümlerine son verildi. Böyle zalimleri bile her türlü hatırlatmayı yaptıktan ve Allah'ın her türlü rahmet eserini gösterip her imtihandan geçirdikten sonra azab etmek ve yok etmek ve yeryüzünü bu türlü zulüm ve şerlerden kurtarmak elbette Allah'ın kulları için pek büyük şükranlara layıktır. Her nimet gibi bunun da hamd ve şükrü âlemlerin Rabb'i olan Allah'adır, O'nun hakkıdır.

46- De ki: Şunu bana haber veriniz. Eğer Allah kulaklarınızdaki işitmek ve gözlerinizdeki görmek gücünü alıverir, duyan kulaklarınızı sağır, gören gözlerinizi kör ediverir, ve kalblerinizi mühürleyiverirse, yani mühürler, hayır ve hidayeti anlamayacak bir hale koyar veya deliler gibi akılları giderir veya hiçbir şey duyamayacak şekilde kalblerinizi öldürür, bütün şuurunuzu alıverirse, Allah'tan başka onu size getirecek ilâh kim?. Yani işitir kulaklarınız, görür gözleriniz, duyar kalbleriniz var; bunları görüyor, biliyorsunuz değil mi? İnsanlığınızın en şerefli güçleri olan bu araçları size veren Allah dilerse sağırlar, körler, yanılanlar, delirenler, uyuyanlar, bayılanlar, ölenlerde yaptığı gibi sizden yine alabilir. Bunu da görüyor, biliyorsunuz değil mi? Allah bunlardan birini veya hepsini alırsa, sağırların kulakları, körlerin gözleri açıldığı, delilerin ayıldığı, uyuyanların uyandığı gibi dilediği zaman yine verebiliyor. Bunu da görüyorsunuz değil mi? Peki ama Allah bunları alır ve vermek istemezse size onları alıp getirecek geri verebilecek hiçbir kimse, Allah'tan başka hiçbir kudret düşünülebilir mi? Ve hele sizin ilâh diye tapındıklarınızdan birinin bunları iade edebilmesine imkan var mıdır? Hayır, değil mi? O halde Allah'ın varlığını ve birliğini ve kudretini nasıl inkâr ediyorsunuz? Ve nasıl olup da Allah'tan başka ilâh var diyorsunuz. Ve nasıl oluyor da öldükten sonra dirilmenin ve kıyametin imkanına ve bunları Resulüne tebliğ edebileceğine inanmıyorsunuz?

Ey muhatab, bak biz âyetleri nasıl tasrif ediyoruz, nasıl çeşitlendiriyoruz? Ve nasıl şekilden şekle koyuyoruz. Bir vücutta kulaklar yapıyoruz, gözler yapıyoruz, kalbler yapıyoruz, bunları alıyoruz veriyoruz; bir kalbe hem kulaktan, hem gözden, hem de kendinden nişanlar veriyor, delaletler telkin ediyoruz. Onlara hem varlıklarını duyuruyoruz, hem yokluklarını; aynı bir mânâyı kâh kulaklara koyuyoruz, kâh gözlere sokuyoruz, kâh doğrudan doğruya kalbe bırakıyoruz. Bir mânâ, kâh bir ses olup kulaklarda çınlıyor, kâh bir nakış olup gözlerde parıldıyor, kâh bir acı ve tad veya sırf bir akıl olup kalbleri oynatıyor. Bir ses, bir nakış, bir akıl, kâh geçmişleri çekip getiriyor, kâh geleceklere çekip götürüyor, kâh bir nimetin cazibesi ile istekleri çekip imrendiriyor ve kâh bir cezayı uzaklaştıran şeyle nefretler, korkular saçıyor; bir ses nağmeden nağmeye, duraktan durağa çeşitli nitelikler içinde diziliyor, kulaklara dökülüyor; doğru ve eğri, kırık veya kırık olmayan hareketler, sükunetler bir ışık ile çeşitli şekiller kazanıp gözlere sokuluyor. Bütün bunlar aynı bir mânâ ile bir şuur, bir idrak, bir nur olup kalblere iniyor, zihinde izlenim bırakıyor, derken o şuur ve idrak o kalbten yine aynı mânâ ile harekete geçiyor, çeşitli, birbirine benzer, birbirinin aynı şekiller ve nitelikler ile nefislerden, bedenlerden birer fiil olarak çıkıyor. Önceki gibi ağızlardan ses, ellerden yazı olarak yavaş yavaş yayılıyor ve bütün bu tasarruflar ve değişmelerde o kulakları, gözleri, kalbleri, vücutları birleştiren aynı mânâlar sabit ve aynı medlûller ebedî kalıp gidiyor. Fezanın derinlikleri, zamanın uzaması içinde kalblerde duyulup hafızalarda tutulan, dillerde söylenip kulaklarda işitilen, ellerle sayfalara yazılıp gözlerle görülen, ağızlarla okunan ve bu şekilde tekrar tekrar yayılıp yaşayan ve fakat bunların hiçbirine girmiş olmayıp o derinlikleri ve uzunlukları kaldırarak bir noktada, bir vicdan parıltısında toplayan o ebedî mânâlar ve değişmez hakikatlardir ki tek olan Allah Teâlâ'nın varlığını, kudret ve tasarrufunun kemalini gösteren hak âyetlerin aslı, zât ve hak sıfatının ifadesi olan ve Allah'ın tebliği ve ifadeye gücü yeten en belağatlı bir mütekellim (konuşan) olduğunu da isbat eden Kur'ân'ın, Kelâmullah (Allah kelâmın)ın kendisidirler. Bakınız Allah o âyetleri Kur'ân'ında ne tertiplere, ne üslûblara, ne nazımlara koyuyor: Kâh yapmaya, kâh yoketmeye, kâh iadeye yönlendiriyor. Kâh tek bir tenbih ve ihtar yapıyor, kâh hisleri harekete getirip teşvikler, korkutmalar saçıyor, kâh gökleri ve yeri gezdirip ufukları dolaştırıyor, kâh kalblerin, vicdanların derinliklerine indirip iç dünyaları gösteriyor, kâh aklî prensipler tertibiyle mantıklar içinde görünmeden görünmeyeni anlatıyor. Kâh aynı anlayışı, aynı haberi, aynı müşahedeyi, aynı âyeti bir bediî sanat ile şekilden şekle, sûretten sûrete, nazımdan nazma, çeşitli ve pek çok âyetler yapıyor ve kâh çok çeşitli âyetleri bir âyete döküp genişleri kısaltıyor. Özetle hakikatin durumlarını nasıl bir harf, bir kelime hâline getiriyor, o harfleri ve kelimeleri nasıl sîgâ (kip)lara çekiyor da, o açık deliller ile kendi varlığını, birliğini, tasarruf kudretini kulaklara, gözlere, kalblere nasıl tebliğ ediyor? Sonra da onlar bu âyetlerden nasıl yüz çeviriyorlar?

47- Ey Muhammed de ki: Vicdanınızı iyi tartın da şunu bana iyi haber veriniz: Eğer size Allah'ın azabı hiçbir delil ve alameti olmaksızın birdenbire veya önce deliller ve emarelerini göstererek açıktan açığa gelirse, zalimler güruhundan, yani küfrü iman yerine koyan sizden başkası mı helak olacak? Hayır.

48-49-Bir de o kâfirler peygamberliğin mahiyetini ve görevlerini, peygamberlerin gönderiliş hikmetini bilmezler de, Peygamber'den vazife ve selahiyeti dışında şeyler isterler. Halbuki biz öteden beri gönderdiğimiz peygamberleri başka değil, ancak birer müjdeci ve Allah'ın azabından korkutucu olarak göndeririz. Bütün peygamberler kavimlerini sevindirecek şeyleri haber verip müjdelemek ve zarar verecek şeyleri haber verip korkutmak ve sakındırmak, itaatları ve itaatların sevabını, günahları ve günahların cezasını haber vermek ve tebliğ etmek için gönderilir. Yoksa haber verilen şeylerin meydana gelmesi ve meydana getirilmesine onların asla karışma hakları yoktur, o Allah'a aittir. Peygamberin görevi acı ve tatlı doğru haberler vermektir. Şu halde kim iman edip durumunu düzeltirse, onlara hiçbir korku yoktur.