6- EN'AM:
سورة الأنعام (6) ص 150
هَلْ يَنظُرُونَ إِلاَّ أَن تَأْتِيهُمُ الْمَلآئِكَةُ أَوْ يَأْتِيَ رَبُّكَ أَوْ يَأْتِيَ بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ يَوْمَ يَأْتِي بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ لاَ يَنفَعُ نَفْساً إِيمَانُهَا لَمْ تَكُنْ آمَنَتْ مِن قَبْلُ أَوْ كَسَبَتْ فِي إِيمَانِهَا خَيْراً قُلِ انتَظِرُواْ إِنَّا مُنتَظِرُونَ {158} إِنَّ الَّذِينَ فَرَّقُواْ دِينَهُمْ وَكَانُواْ شِيَعاً لَّسْتَ مِنْهُمْ فِي شَيْءٍ إِنَّمَا أَمْرُهُمْ إِلَى اللّهِ ثُمَّ يُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَفْعَلُونَ {159} مَن جَاء بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا وَمَن جَاء بِالسَّيِّئَةِ فَلاَ يُجْزَى إِلاَّ مِثْلَهَا وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ {160} قُلْ إِنَّنِي هَدَانِي رَبِّي إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ دِيناً قِيَماً مِّلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفاً وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ {161} قُلْ إِنَّ صَلاَتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ {162} لاَ شَرِيكَ لَهُ وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُسْلِمِينَ {163} قُلْ أَغَيْرَ اللّهِ أَبْغِي رَبّاً وَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ وَلاَ تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ إِلاَّ عَلَيْهَا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى ثُمَّ إِلَى رَبِّكُم مَّرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ {164} وَهُوَ الَّذِي جَعَلَكُمْ خَلاَئِفَ الأَرْضِ وَرَفَعَ بَعْضَكُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِّيَبْلُوَكُمْ فِي مَا آتَاكُمْ إِنَّ رَبَّكَ سَرِيعُ الْعِقَابِ وَإِنَّهُ لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ {165}
Meâl-i Şerifi
158- (İnanmak için) ille meleklerin gelmesini, yahut Rabbinin gelmesini, ya da Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Ama Rabbinin (azab) işaretlerinin geldiği gün, daha önce iman etmemiş, yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz. De ki: "Bekleyin; biz de beklemekteyiz."
Şüphesiz:
159- Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir.
160- Kim iyilik getirirse, ona o (getirdiği)nin on katı vardır. Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.
O dinlerini parça parça edenlere:
161- De ki: Rabbim, beni doğru yola iletti. Dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrahim'in dinine. O, ortak koşanlardan değildi.
162- De ki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir.
163- Onun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim.
164- De ki: Allah herşeyin Rabbi iken, ben O'ndan başka Rab mi arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının (günah) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. O, ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.
165- Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve O, bağışlayan, esirgeyendir.
158- Onlar başka bir şeye değil, ancak kendilerine o meleklerin, "Melekler de ellerini uzatmış: 'Haydi canlarınızı çıkarın!' (der)" (En'am, 6/93) buyruğunca, ellerini uzatıp canlarınızı çıkarın bakalım diyecek olan ölüm veya azab meleklerinin gelmesine yahut Rabbinin gelmesine, kıyamet kopup "Melekler sıra sıra dizili olduğu halde Rabbin geldiği zaman, ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün insan anlar, ama artık anlamanın kendisine ne faydası var?" (Fecr, 89/22-23) buyruğunca, haklarında en son ilâhî hükmün ortaya çıkmasına, veya Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesine "Üzerimize gökten taş yağdır" (Enfâl, 8/32), "Yahut zannettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmelisin" (İsrâ, 17/92) dedikleri şekilde başlarına taş yağması veya göğün parçalanıp üzerlerine düşmesi veya kıyamet alametlerinin ortaya çıkması gibi fiilen yok olmaya delalet eden ve kendilerini inanmaya mecbur edecek olan birtakım alametlerin gelmesine bakarlar, bunlardan birisi olmayınca iman etmezler. Fakat O gün ki, Rabbinin bazı âyetleri gelecektir. Ondan önce iman etmiş veya imanında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye o günkü imanı fayda vermeyecektir. Can çekişme halinde olduğu gibi o gün artık teklifin zamanı geçmiş, sorumluluk zamanı başlamış, iman ile kazanılması mümkün hiçbir hayır kalmamış olur. "Hışmımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı" (Mümin, 40/85) buyruğu üzere cezanın açıkça görüldüğü böyle yeis (ümitsizlik) zamanında iman kabul edilmez ve hiçbir fayda vermez. İmanın kabul olunması hazır ve gözle görülende değil, gayb ve gelecekle ilgili olmasında, âşikâre değil delilli olmasında ve gelecek için bir hayır kazanmağa imkan bulunacak kadar önce bulunmasındadır. Olacak olmaya başladıktan sonra inanmakta fayda yoktur. Olacağa, olmadan önce inanmalı ki, zararından kurtulmak için işe yarayacak hazırlıkta bulunulabilsin. Mesela "Bir gün gelecek ki, inkârcıların, yalancıların, kötülerin, suçlu günahkârların cezası verilecek; bir gün gelecek ki, alım satım olmayacak, dostluk, şefaat yapılmayacak, kimse kimseden bir iyilik görmeyecek" denildiği zaman, "Öyle şey mi olur, hele bakalım, o gün gelsin de çaresine bakarız" deyip de inanmayan, inanıp da öyle bir güne yarar bir iyilik kazanmayan kimseler, o günün geldiğini görüp, içine düştükleri zaman, ister istemez inanırlarsa da, o gün bu imandan kendileri için hiçbir fayda olmaz, iş işten geçmiş bulunur. Kısaca, Yüce Allah'ın iki türlü "âyetleri" vardır. Bir kısmı gelecekteki olayları yokluklarında, yani gerçekleşmeden önce haber verip bildiren âyetler ve delillerdir ki, sonunda faydası olacak iman, bu âyetleri onaylayıp inanmaktır. Ahiret bununla kazanılır. Peygamber, Kitap, ilim bu âyetlerdendir; mümin ve kâfir farkı bu âyetlere göredir. Yüce Allah'ın diğer bazı âyetleri de vardır ki, bunlar olayların fiilen gerçekleşmeye başladıklarını ve ilâhî kudretin halen tecellisini gösterirler ve önceki âyetlerin tercümesi ve tasdikçisi doğrulayıcısı olurlar. Bunlar gelince hükmünü zorunlu olarak yerine getirir, inanmama ihtimali kalmaz, fakat inanmanın faydası olmaz. Bundan kurtulursa önce haberi olup da inanan ve ona göre korunabilenler kurtulurlar. Şimdi, önceki âyetler türünden olan Kur'ân'ın bu âyeti ve bu bölümü bu şekilde gösteriyor ki, bu ikinci kısım âyetler de bir gün olup gelecektir. Ve bu gün bu âyetleri yalanlayan ve halkı doğru yoldan saptıranlar o gün o inanmadıkları olayları görüp inanacaklar, fakat onlara olmadan önce iman etmeyen veya imanında bir hayır kazanmayanlara o gün imanları hiçbir fayda sağlamayacaktır. Şu halde imanlarından kesin olarak yararlanabilecek olanlar o günden önce iman etmiş ve imanında hayır kazanmış olan, yani iman ile ameli salihi toplamış bulunanlardır. Bununla beraber, önce iman etmiş, fakat bir hayır kazanmamış olanlar, aynı şekilde sonraki imanın da olsun bir hayır kazanmaya imkan bulmuş olanların imanlarının faydasız kalmayacağı da anlaşılıyor, Çünkü cümlesi cümlesine atfedilmiştir. Bu şekilde nefyi, imanın öne geçmesi veya imanda hayır kazanmak, bu ikisine tekrar ile müteallık olarak nefse sıfat olduğundan o gün, ne imanın öne geçmesi, ne de imanda hayır kazanmak, hiçbirisi bulunmayan kimseye imanın faydası olmayacağını ifade eder. Şu halde hem imanın öne geçmesi (önceden iman edilmesi), hem imanda hayır kazanmak, ikisi veyahut en az birisi bulunan o gün, Mu'tezile'nin dediği gibi imanı fayda etmez denemeyecektir. Aksine, mefhum-ı muhalifinden (zıt anlamından), bunların birisinin bile faydadan uzak olamayacağı anlaşılır. Zıt mânâ ile istidlâl (delil göstererek sonuç çıkarma) caiz olmadığına göre, bunlardan birinin faydası bu âyet ile ispat olunamazsa da bu âyet ile inkâr da edilemez. Bununla beraber diğer âyetlerde ve hadislerde bunlardan birinde de faydadan uzak olmayacağını gösteren delaletler yok değildir.
Burada şu noktayı da hatırlatmağa değer buluyoruz: Görülüyor ki âyette cümlesinde kaydı var, buna atfedilen cümlesinde bu kayıt yoktur. Usûl ilminde ve Arapça kitaplarında da açıklandığı üzere, matufun aleyhin kaydını ma'tufta da gözönüne almak zorunlu değildir. "Âlim olan Zeyd ve Amr bana geldi." denildiği zaman Amr'ın da âlim olması gerekmez. Böyle olduğu halde Keşşâf ve diğer birtakım tefsirciler bunu; "Yani, önce iman etmemiş veya etmişse de o imanda bir hayır kazanmamış bulunan kimseye o günkü imanı yarar sağlamaz" diye tefsir etmişlerdir ki, bunun özeti, âyeti "daha önce iman etmemiş veya imanında daha önce hiçbir hayır kazanmamış..." mânâsında düşünmektir. Bunda ise hayır kazanmak kısmında bile imanın o günden önce olması şart koşulmuş, fakat hayrın kazanılması da o günden önce olmakla şart koşulmamış demek olur. Şu halde imansız hayır, faydalı olamazsa da, eskiden imanı olan, o gün bile imkan bulur bir hayır kazanabilirse faydasını görmesi düşünülebilir. Gerçekte Akaid âlimleri, yeis halinde iman kabul edilmezse de, yeis halindeki tevbe kabul olur demeleri de buna uygundur. Ancak buna karşı o gün hayır kazanmak mümkünse, imana niçin faydalı olmasın; değilse, iman gibi hayır kazanmanın da o günden önce olması gerekmez mi, sorusu sorulur. Ve bu düşünce iledir ki, hem imanın, hem hayır kazanmanın o günden önce olması gereği akla gelir. Bu şekilde ise âyet "daha önce iman etmemiş, veya daha önceki imanında önceden hiçbir hayır işlememiş...." anlamında demek olur. Mânâ bu olduğu takdirde gelecekte birinci kısmın hiç hükmü yok demektir. Çünkü o zaman yalnız geçmiş imanında hiçbir fayda olmayacak demek olur. Nitekim Mutezile böyle anlamışlardır. Halbuki mânâ bu olsaydı "imanında hiçbir hayır kazanmamış olan bir kimseye imanı fayda vermez" denilmesi yeterli olurdu. Şu halde biz "kazanmak" kısmında "önceden" kaydını, gözönüne almayı, karine olarak görmüyoruz ve zahire göre kayıtsız olarak mülâhaza etmek gerektiğini söylüyoruz. Ve öyle anlıyoruz ki, bu bazı âyetlerin gelmesi hayır kazanmayı genelde imkansız kılmayacaktır. Mesela ölüm hastalığında olduğu gibi olay tamamlanmadan iman edip, hayır kazanmanın mümkün olduğu kısa bir zaman da bulunabilecektir. Ve o halde bir kâfir, o gün alametlerin ortaya çıkması üzerine iman eder ve o iman ile bir hayır kazanmağa imkan da bulabilirse, yeis (ümitsizlik) ve ceza tamamen gerçekleşmemiş olduğundan, bu imanın da fayda verebilmesi düşünülür. Yani imanın kabul edilebilmesi ve faydalı olabilmesi için, mutlaka o imandan sonra bir hayır kazanmağa imkan bulunmalıdır. Kıyamet alametleri gibi yeis belirtilerinin ortaya çıkmasından önce, uygun durumda imanın kabulü için, sadece imanı kazanmak yeterli olabilecektir; fakat o alâmetlerin çıkmasından itibaren iman için fiilen hayır kazanmış olmak da şarttır. Çünkü vakit daralmıştır. Çünkü olay tamam olunca ceza ve yeis tamam olacak, hayra imkân kalmayacak ve artık imanın da bir faydası olmayacaktır. Sözün kısası, âyetteki birinci kısmında iman o günden önce olmakla kayıtlanmıştır. Ancak hayır kazanmış olsun olmasın imanı sâbık (önceden var) demektir. İkinci kısımda ise imanı, hayır kazanmakla kayıtlıdır. Fakat gerek iman ve gerek kazanmak "önceden" olmakla kayıtlı değildir. İmanı sâbıkla hayır kazanmaya ihtimal olduğu gibi, o günkü iman ile mümkün olduğu taktirde, hayır kazanmaya da ihtimali vardır. Ve tekrar, bu iki karşılıklı husus arasındadır. Ve işte o gün bunların hiçbirisine sahip olmamış kimsenin imanı asla yarar sağlamayacaktır. Hayır kazanmaya yakın sabık (önceden var olan) iman, kesin olarak makbul ve faydalı; sabık olan mücerred iman veya hayır kazanmaya yakın lâhık (sonradan olan) imandan her biri de faydadan uzak olmayacaktır.
"Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür". (Zilzâl, 99/7) Şu halde iman ve hayır kazanmak önceden olmalı; bununla beraber herhangi bir acı verici olayın alâmetleri başlamış da olsa, tamam olmadan tam ümitsizliğe düşmemeli, o zaman olsun hemen iman edip hayır kazanmaya acele etmelidir. Mesela kıyamet alâmetleri ortaya çıkmaya başlamış da olsa, henüz kopup bitmemişse, iman ile salih amelden vazgeçmemelidir. Fakat, önceden imanı olmayanların ve hayır kazanmaya alışmamış bulunanları, o gün bu imkandan da yararlanabilecekleri çok şüphelidir. Hele inkâr ve yalanlamayı, sapıklığı ve hak yoldan saptırmayı alışkanlık etmiş olanlar, olay tamam olup hiçbir şey yapmak imkanı kalmayıncaya kadar iman ve hayra yanaşmaz, bunu da atlatacağız sanırlar. Ondan sonra iman edecek olsalar da, imanlarının bir faydası olma ihtimali kalmaz. Şimdi onlar bugün gelmeyecek zanneder ve geleceğini haber verip bildiren Allah'ın âyetlerini yalanlarlar da olayın alâmetlerinden başka hiçbir şeye değer vermezler ama, mutlaka o gün gelecek ve o âyetler (alâmetler)de ortaya çıkacaktır. Ey Peygamber! "Gözleyiniz, biz hiç şüphesiz gözlüyoruz" de. Yani siz müşrikler o üç şeyden dilediğinizi gözleyiniz ki, ne beklediğinizi göresiniz. Biz müminler, sizin o kötü sonunuzu görmek için onları tam bir inançla gözlüyoruz, diye onları korkut ve müminleri müjdele. Gerçekte "Bedr" den itibaren bu korkutma ve müjdenin gerçekleşmesi görülmeğe başlamıştır.
159- Muhakkak ki dinlerini parçalayıp ayıranlar, dinin bazı hükümlerini tanıyıp, bazısını tanımayarak parçalayan veya dinlerini gerçek tevhidde toplamayıp, çeşitli emeller, mabudlar, metbûlar (kendisine uyulan) ve türlü türlü yollarla çatallandıran veya din, insanın iç dünyasına ve ruhuna aittir, dışına ve cismine karışmaz din insanın filan işine hakim ise de filan işine karışmaz; din başka, millet başkadır, demek gibi bir tavırla dinlerini birçok işlerinden ayıranlar. Hamze ve Kisâî kırâetlerinde okunduğuna göre, bu şekillerden biriyle hak dinlerinden ayrılmaya kalkışanlar; gücünü birlik için değil, ayrılık için harcayanlar ve grup grup olanlar, yani her biri ayrı bir başkana ve başka bir duygu ve isteğe taraftarlık ederek grup grup olup ayrılığa düşenler ki, müşrikler baştan başa böyle oldukları gibi yahudi ve hıristiyanlar da böyle olmuşlar ve ne yazık ki, müslümanlar da her düşüş dönemlerinde bu durumlara düşmüşlerdir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) buyurmuştu ki: "Yahudiler yetmiş bir gruba ayrıldı, birinden başka hepsi cehennemdedir. Hıristiyanlar yetmiş iki gruba ayrıldı, birinden başka hepsi cehennemdedir. Ümmetim de yetmiş üç gruba ayrılacaktır, birinden başka hepsi cehennemdedir." "O bir tane kurtulan grup kimlerdir ya Resulallah" sorusuna karşı da: "Onlar benim ve ashabımın üzerinde gittiğimiz yolda gidenlerdir" buyurmuştu. Bundan da anlaşılır ki yahudilerden bir, hıristiyanlardan bir, müslümanlardan bir olmak üzere üç kurtulmuş grup (fırka-ı nâciye) yoktur. Her zaman için bir kurtulmuş grup vardır ki, o da peygamberin ve ashabının yürüdükleri hak yol ve sıratı müstakim (dosdoğru yol) olan tevhid yolunda yürüyenlerdir. Diğerlerine gelince: Sen onlardan hiçbir şeyde ilgili değilsin. Dinlerini ayıranlar ve grup grup olanların ayrılıklarından, durumlarından ve felaketlerinden ne sorumlusun, ne de haklarında Allah'tan bir şey sorup istemeğe yetkilisin; ne onların sana tutunmağa ve gittikleri yolu sana isnad etmeğe hakları vardır, ne de senin onlara şefaat etmeye yetkin. Onlara yapılacak iş, uygulanacak emir, yalnız Allah'a aittir. Ne yapacağını ancak O bilir. Sonra zamanı gelince O, onlara ne yaptıklarını haber verecektir. O zaman
160- Allah'a bir hasene (iyilik) ile gelmiş olana onun on misli iyilik vardır. Bazı tefsirciler bu on misli takdirinin belli bir sayı ile sınırlama anlamında olmayıp "Sen bana bir iyilik yaparsan, ben on katını yaparım" denildiği gibi, genel olarak katlanmadan kinâye olduğunu söylemiş ve bu konuda: "Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu her başağında yüz dane olmak üzere yedi başak veren bir danenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir." (Bakara, 2/261) âyetini delil göstermişlerdir. Diğer tefsircilere göre ise, aşere (on), açıklamanın en azıdır ki, en az bire on muhakkaktır, demek olur ve açık olan da budur. Hangisi olursa olsun, demekki sevap, bir hak kazanmaktan ibaret değil, bir üstünlüktür. İlâhî lutuf bir iyiliğe fazlasıyla kat kat ecir ve sevap verecektir. Şu halde, iyilik ne güzel şeydir ve İlâhî rahmet ne kadar geniştir. Demek ki herkes yaptığı iyiliğin mutlaka birkaç mislini ve en az on katını alacaktır. Yeter ki yaptığı iyilik olsun. O halde bir diğerinin daha fazla olmasından dolayı lutuf ve ilâhî ihsanı kıskanmaya ve niçin falana bin verdi de, bana on verdi diye itiraza kalkışmaya hak yoktur. Kötülük ile gelmiş olan da ancak o kötülüğün misliyle (dengiyle) cezalanır. Yani affolunmayıp cezalandığı zaman, fazla değil, yaptığı kötülüğün tam dengi bir kötülükle ceza görür, aynı adaletle muamele edilir. Ve hiçbirine zulmedilmez. Ne iyilik sahiplerine, yaptıkları iyilikten eksik ecir ve sevap verilir, ne de kötülük sahiplerine, kötülüklerinden fazla ceza verilir. Buna karşı küfür (inkâr) dünya gibi geçici bir kötülük değil mi? O halde sürekli azab cezası bunun nasıl bir dengi olur? Bu ceza, suçtan fazla olmayacak mı? denemez. Çünkü küfür, Allah'ın emrini red ve inkârdır. Hakkı bir an bile inkâr etmek ebedî yalandır. Kâfirin her küfrü ve küfrünün her ânı ebedi bir kötülüktür. Başka bir deyimle, Hakk'ın herhangi bir emrine karşı inkâr, Yüce Allah'ın rahmetinden ebedî bir kesilmedir. Elbette bu ebedî kötülüğün, ebedî kesilmenin cezası da ebedî azaptır. İlâhî rahmete ulaşmak için, sınırlı bir zaman zarfında verilen bir fırsatı, bir sebebi toptan reddetmek, o rahmetten ebedî olarak yoksunluk demek olduğu ne kadar açıktır.
161- Şöyle de: Muhakkak ki beni Rabbim bir sırat-ı müstakîme; doğru ve düz bir caddeye istikametin kendisi olan, dosdoğru bir dine yani hanif hali, bir Allah'a yönelmiş olan İbrahim milletine hidâyet etti. Ve İbrahim, müşriklerden değildi. Onun milletine mensup olduğunu iddia eden Mekkeliler ve yahudiler ile hıristiyanlar gibi dini ayıranlardan değildi.
162-KIYEMEN: Kıyam mânâsına ve mübalağa şekliyle masdarla nitelemedir. Fethası, şedde ve kesresiyle kırâetleri de vardır ki, pek doğru ve sabit demektir. Bu sağlam dinin amelî özelliğini özetle açıklamak için şöyle de: Muhakkak benim namazım ve ibadetlerim, yahut kurbanlarım ve hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah'ındır.
Hepsi Allah içindir.
163- O'nun hiç ortağı yoktur. Yani her ibadet, her iş bu inanç, bu niyet ve ihlas ile yapılmalıdır. Ve bana ancak bu, bu tevhid ve ihlas emredildi. Ben ise müslümanların ilkiyim, yani Allah'ın emrine teslim olanların birincisiyim, en önündeyim. Bu cümle Hz. Peygamberin, kendisine emredilen İlâhî emirlere süratle uyup yerine getirmesini ve o emirlerin kendine mahsus olmayıp, herkese bunların emredildiğini ve bütün müslüman olanların ona uyması gerektiğini açıklamaktadır.
164-İnkârcıların Hz. Peygambere: "Ey Muhammed! Gel bizim dinimize dön, dünya ve ahiret ne istersen biz kefil oluruz" ve müminlere: "Geliniz, bizim yolumuza gidiniz, günahlarınız bizim boynumuza olsun" demelerine karşı de ki: Allah her şeyin Rabbi iken ben O'ndan başka bir Rab mi isteyeceğim? Halbuki herkes hiçbir şey kazanmaz ki, sorumluluğu kendi üzerine olmasın hem vebal (günah) yüklenen hiçbir kimse diğerinin vebalini (günahını) çekmez. Yani ne günah yapmakta, ne de cezasını çekmekte vekalet (vekillik) cereyan etmez. Herkes yaptığı günahı kendi yapar ve cezasını kendi çeker. Şu halde birinin diğerine "Sen şunu şöyle yap da günahı, cezası yalnız benim boynuma olsun" demesi yalandır. Günah yapan yaptığının cezasını çeker; öyle deyip yalan söyleyen, günaha teşvik eden de, bu yalanının, bu teşvik ve aldatmasının, bu kötü taahhüdünün cezasını çeker. Başkasının günahını yüklenmeyi üzerine alan bu yalancı müteahhid, kendi taahhüdünün cezasını çekmekle diğerini kurtaramaz. Şurası açıktır ki, böyle demek, günahın failinden başka kimseye zararı olmaz demek değildir. Ancak her fiil, fâiline (yapıcısına) nisbet olunur ve her günahın, ilgili olanlara ilgisi oranında alâkası bulunur, demektir. Sonra, siz ne kadar ihtilâf ederseniz ediniz, sonunda hepinizin dönüş makamı Rabbinizdir. Hepinizin Rabbinize bir dönüşü, bir dönümü olacaktır. O zaman O size ihtilâf etmekte olduğunuz şeyleri haber verecektir. O vakit, sonucu görecek, akı karayı seçecek, acıyı tatlıyı tadacaksınız. Şu halde bugün dünyada herhangi bir işi yapacağınız zaman, başka düşünceleri, farklı dinleri, mezhepleri, arzuları bırakınız da, yaptığınız, yapacağınız işin, bağlanacağınız din ve mezhebin, Allah katında ne olduğunu düşünerek ve bu son sorumluluğu hesab ederek, samimi bir niyet ve ihlâs ile hareket ediniz.
165-Ve O, O Allahtır ki, sizi yeryüzünün halifeleri kıldı. Bu yeryüzünde nice ümmetler gelmiş geçmiş, Peygamberlerin sonuncusunun gönderildiği siz insanlar, siz Muhammed ümmeti, hepsinin halefi olmuş, yerlerine konulmuş bulunuyorsunuz. Allah'ın bundan böyle yeryüzünde, sahiplik edecek, yönetecek ve hükümleri uygulayacak olan görevlileri, sorumluları sizsiniz. Yüce Allah "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (Bakara, 2/30), İlâhî buyruğunun Âdem'e takdir ettiği ve meleklere bile nasib etmediği bu yüksek makam ve şerefe, bundan böyle topyekün sizi tayin edip bu ağır sorumluluk ve emaneti size verdi. Ve bazınızı diğerinin üzerinde dereceler ile yükseltti. Bir kısmınızı akıl, ilim, şeref, makam, mal ve rızık gibi birtakım özelliklerde birçok derecelerle diğerlerinin üzerine çıkardı ki size verdiği şeylerde hepinizi imtihan etsin, imtihan muamelesi yapsın, verileni yerinde güzelce kullanmakla şükredip etmeyeni ayırsın. En güzel amel yapanları seçsin de, gelecekte vereceğini ona göre kazancınızla versin. Bu âlem, böyle bir imtihan âlemi ve yarışmadır ve bugünkü durum, dünkü imtihanın bir sonucudur. Yarınki durum da bu imtihanın bir sonucu olacaktır. Ve bu şekilde Muhammed ümmeti, yalnız kendi fertleri ve sınıfları arasında değil, topyekün halef olduğu geçmiş ümmetler ile de bir imtihana tabidir ve onlardan ibret alıp yarışmayı kazanmak ihtiyacındadır. Ve derecelerinin farklı olması da bu imtihan ve müsabakanın gereklerindendir. Bunun sonucunda nice yükseklerdekiler düşebilir .Ve nice aşağıdakiler çıkabilir. Bunun için üst derecede bulunanların tehlikeleri daha çok, sorumlulukları daha ağırdır. O halde dünyada mevki ve mertebe yüksekliğine mağrur olmamalı, hakkıyla çalışmalıdır. Çünkü yüksekten düşmenin acısı daha büyük, küçükten büyümenin zevki daha yüksektir. Ey Muhammed şüphe yok ki Rabbinin cezası çabuktur. Verdiği nimet sermayesinin hakkını yerine getirmeyen ve şükrünü yapmayan inkârcılara ve başkaldıranlara, ne kadar yüksek mevkide olurlarsa olsunlar, Rabbin dilediği zaman bir anda belalarını verir. Zaten her gelecek olan yakındır. Bununla beraber şüphe yok ki, O muhakkak gafûr (bağışlayan), rahîm (merhamet eden) dir. Görevine çabalayan, imtihanda başarılı olmaya çalışan şükür ve tâat sahiplerinin kusurlarını bağışlar, ayıplarını örter ve sonunda kendilerini çeşitli rahmet ve saadetle umduklarına kavuşturur. Şimdi bir bu sûrenin Mekke'de nazil olduğu zaman, bir de ondan sonra İslâm Tarihinin safhaları düşünülürse, bu âyetin geleceğe yönelik ne kadar mucizeleri ihtiva ettiği ve daha etmekte bulunduğu hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde ortaya çıkar. Demek ki Hz. Muhammed (s.a.v)in peygamber olarak gönderilmesiyle insan hayatına bütün geçmiş ümmetleri de geçecek yeni bir tarih açılmıştır.
"En'âm" sûresi burada bitti. Şimdi bu âyetin içine aldığı halife kılma ve imtihanın, geçmişten beri oluş şeklini canlandırıp açıklayacak olan "A'raf" sûresini dinleyelim: