5- Maide:
قُلْ أَتَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللّهِ مَا لاَ يَمْلِكُ لَكُمْ ضَرّاً وَلاَ نَفْعاً وَاللّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ {76}
سورة المائدة (5) ص 121
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لاَ تَغْلُواْ فِي دِينِكُمْ غَيْرَ الْحَقِّ وَلاَ تَتَّبِعُواْ أَهْوَاء قَوْمٍ قَدْ ضَلُّواْ مِن قَبْلُ وَأَضَلُّواْ كَثِيراً وَضَلُّواْ عَن سَوَاء السَّبِيلِ {77} لُعِنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى لِسَانِ دَاوُودَ وَعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ ذَلِكَ بِمَا عَصَوا وَّكَانُواْ يَعْتَدُونَ {78} كَانُواْ لاَ يَتَنَاهَوْنَ عَن مُّنكَرٍ فَعَلُوهُ لَبِئْسَ مَا كَانُواْ يَفْعَلُونَ {79} تَرَى كَثِيراً مِّنْهُمْ يَتَوَلَّوْنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَبِئْسَ مَا قَدَّمَتْ لَهُمْ أَنفُسُهُمْ أَن سَخِطَ اللّهُ عَلَيْهِمْ وَفِي الْعَذَابِ هُمْ خَالِدُونَ {80} وَلَوْ كَانُوا يُؤْمِنُونَ بِالله والنَّبِيِّ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مَا اتَّخَذُوهُمْ أَوْلِيَاء وَلَـكِنَّ كَثِيراً مِّنْهُمْ فَاسِقُونَ {81}
Meâli şerifi:
76- De ki: "Allah'ı bırakıp da size ne zarar, ne de fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah işitendir, bilendir".
77- De ki: "Ey kitap ehli! Dininizde haksız yere aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş bir kavmin keyiflerine uymayın".
78- İsrailoğulları'ndan küfredenler, Davud ve Meryem'in oğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri yüzündendi.
79- Onlar, yaptıkları kötülüklerden vazgeçmiyorlardı. Yaptıkları şey ne kötü idi.
80- Onlardan birçoğunun kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine sunduğu şey ne kadar kötüdür! Allah onlara gazabetmiştir. Onlar ebedî olarak azap içinde kalacaklardır.
81- Eğer onlar, Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân'a inanmış olsalardı, kâfirleri dost tutmazlardı. Fakat onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.
76-Yukardaki ayette bulunan istidlâl (delil ile sonuç çıkarma)ler, "ortak ve benzeri bulunan ilâh olamaz, gelip geçici olması mümkün olan ilâh olamaz, muhtaç olan ilâh olamaz" diye birer kübrâ (büyük önerme)ya bağlı bulunuyordu ki, bu büyük önermeler "hak ilâh" anlamının kendi içinde bulunan ve matematiğe ait hükümler gibi mücerred (soyut) bir tahlil (analiz) ile belli, ilk tahlilî hükümler oldukları için dürülmüşlerdi. Ve gösterildiği şekilde mantıkî anlatımının özetleri şu oluyordu:
1- Mesih ve anası ortağı ve benzeri buunan kimselerdir "küçük önerme", belli ki ortağı ve benzeri bulunanlar ilâh olamazlar "büyük önerme". Şu halde ne Mesih ne anası ilâh olamazlar.
2- Mesih ve anası, benzerleri delaletiyle gelip geçici olmaları mümkündür. Belli ki gelip geçici olması mümkün olanlar ilâh olamazlar. Şu halde, ne Mesih ne anası ilâh olamazlar.
3- Mesih ve anası yemek yer birer muhtaç idiler. Belli ki muhtaç olan ilâh olamaz. Şu halde ne Mesih, ne anası ilâh olamazlar.
İşte bu âyet ilk önce mabudun en açık bir özelliğini göstermek, "aciz olan mabud olamaz" diye bir genel kazıyye (önerme-hüküm) ile o üç büyük önermeye açık bir uyarma yapmış ve onların apaçıklıklarını idrak edemiyecek olanlara daha genel ve daha açık bir büyük önerme (kübra) ile hakikati açıklayıvermiştir. Yani ortağı ve benzeri bulunan herhangi bir şey onun özelliğine sahip olamayacağından gerçekte bir acizdir. Aynı şekilde gelip geçici olması mümkün olan, gerçekte bir acizdir; muhtaç olan hadd-i zatında bir acizdir. Aciz olan ise mabud olamaz. Çünkü mabud hiç bir şekilde acizliği ve noksanı mümkün olmayan ve düşünülmeyen her şeye gücü yeten ve mutlak en büyük demektir. Bir de "yemek yerlerdi" buyurulmasına karşı sâbiîler ve putperestler tarafından, "O halde yemek içmek ihtiyacı bulunmayan meleklere ve cansız heykellere tapmak akla uygun olacaktır." diye bir kuruntu ortaya atabilirler. Bu yönden de bu âyet, bu kuruntu ve muğalâta (yanıltmaca)nın da kökünü kesmek için meselenin acizlik ve kudret, menfaat ve zarar meselesi olduğunu ve bu mânânın esas itibariyle hepsinde eşit bulunduğunu anlatmış ve bununla beraber Sâbiîliğin ve putlara tapmanın daha düşük bir durumda olduğunu da anlatarak, onlara taş atmak (tarîz) ve hıristiyanları korkutmak ile demiştir ki: "Ey hıristiyanlar siz, sâbiîler ve puta tapanlar gibi, Allah'ı bırakıp da O'na karşı ne zarar, ne fayda hiçbir şey yapamayacak olan acizlere mabud der, ibadet mi edersiniz? Halbuki Allah size her menfaat ve zararı yapmaya gücü yettiği gibi işiten ve bilendir de. Gizli, açık her sözü işitir. Açıktaki fiiller şöyle dursun, kalplerdeki inançları, niyetleri bile bilir. Bu yüksek kudret karşısında Allah'a ortak koşmanın, o acizlere mabud demenin, ibadet etmenin ne büyük inkâr, ne kadar tehlikeli olduğunu düşünmez misiniz? İşte sizin Mesih'e ilâh ve mabud demenizin bundan hiçbir farkı yoktur. Çünkü Mesih, her ne zarar, her ne menfaat yapabilirse kendi zatından malik olarak değil, Allah'ın ihsan etmesi ve vermesiyle yapabilir. Sonra ne Allah'ın verebileceği belalar ve musibetler kadar zarara, ne de Allah'ın ihsan edebileceği sıhhat ve genişlik, hayır ve saadet kadar menfaate hiçbir zaman sahip olamaz. Çünkü Allah bizzat zengin, bizzat güçlüdür. Mesih ise bizzat fakir, bizzat güçsüzdür. Her neye sahip ise hepsi Allah'tan ve Allah'ındır. Allah'ın karşısında Mesih bir lokmaya muhtaç, mutlak âcizdir. Mesih'in karşısında Allah, her şeyi veren mutlak güçlüdür. Allah'ın bütün kemali kendinden, Mesih'in ise nesi varsa Allah'dan. Bu böyle iken Allah'ın kemalini Mesih'e, Mesih'in aczini Allah'a isnat edip de Allah yerine Mesih'e ibadet etmek ne cüret, ne cehalet, ne anlayışsızlıktır? Ne kadar zıddına bir hakkı, doğruyu değiştirmek, ne büyük bir iftira ve beyinsizliktir?
77-Ey Muhammed de ki: Ey kitap ehli ve özellikle ey hıristiyanlar, dininizde haksız yere gulüv etmeyin (aşırı gitmeyiniz). Gulüv, esasında oku ileriye atmaktır. Bundan, herhangi bir şeyin kadrini ve menzilini geçmek ve sınırını aşıp ileriye gitmek mânâsında genişçe kullanılmıştır. Buradan anlaşılıyor ki dinin sınırı haktır. Ve kitap ehlinin bulundukları dinde hak da vardır, batıl da. Aynı şekilde dinde aşırılık iki çeşittir: Birisi haklı gulüv, diğeri haksız gulüvdür. Haklı aşırılık, dinin hakikatlerini inceden inceye araştırmak ve inceliklerini arayıp taramak ve tetkik etmek, delillerini ve burhanlarını elde etmek suretiyle hükümlerini tam bir dikkatle tatbik etmektir ki, buna selabet, ittika, vera, ictihad, mücâhede, gayret ve dînî hamiyet de denilir. Âyet bunu yasaklamamış belki desteklemiştir. Hak olan hususlarda ne kadar ileri gidilse ifrat (aşırı) ve taassub (tutuculuk) sayılmaz. Diğeri ise batıl ve haksız olan gulüvdür ki, bu delillere göz yumup, şüpheler arkasına düşerek ifrat (aşırı) veya tefrit (tersine aşırı) ile hakkın hududunu geçmek ve açık olan hakkı teslim etmeyip tersini benimsemektir ki, buna da taassup (tutuculuk) ve bilgisizliği koruma denilir. Âyet, "haksız yere" diye işte bu çeşit aşırılığı yasaklamıştır. Yani dinde hedefimiz daima hak olsun, kör bir taklit, kuru bir tutuculuk ile ifrat veya tefrîte sapıp hakkın sınırını geçmeyiniz. Haksızlık yapmayınız, haksız şeylerde ısrar etmeyiniz. Ey hıristiyanlar, siz Mesih'in hak olan peygamberliğini ileri geçip de onu ilâhlık mertebesine çıkarmayınız. Ey yahudiler, siz de onun peygamberlik ve nebîliğini inkâr etmeyiniz. Kıymet ve değerini düşünüp de Allah'ın lütfettiği hakkına tecavüz etmeyiniz. Ve bundan önce, yani Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderilmesinden önce dininizden muhakkak sapmış, sapıklığa düşmüş, birçoklarını da sapıtmış ve sonra Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderilmesi ile gösterilmiş olan doğru yoldan yan çizmiş bir kavmin, yani selef (geçmiş)lerinizin arzularına uymayınız. Onları taklit edip arkalarından gitmeyiniz. Görülüyor ki bu âyette, bunların "sonra bak onlar nereden çevriliyorlar?" yeti delaletince nasıl ve nereden çevrilip hak âyetlerden saptırıldıklarının bir açıklaması vardır:
1- Esasen dinlerinde hakkı, hedef edinmemeleridir.
2- Bu sebeple haksız yere aşırı gitmeleri ve tutuculuk etmeleri,
3- Geçmişlerini körü körüne taklit etmeleri,
4- İnsani hevâ ve heveslerine, meyillerine uymaları ki, birincisinin de sebebini teşkil eder. Ve işte iman ile küfrün, hak din ile batıl dinin başlangıç farkı budur. Hak ilâha kulluk, nefsin arzusuna kulluk ki, zamanımızda "hislerine tabi olma" diye söylenir. Demek ki Mesih'e ilâh diyenler, araştırıldığında Mesih'e değil, yalnız kendi arzularına kulluk edenlerdir. Buna karşılık Mesih'e saldıranlar da yine kendi isteklerine kulluk edenlerdir. Şu halde Mesih'e ilâh diyen hıristiyanlar, yahudilerin zıddına gitmiş görünmekle beraber boş isteklere uymak, hissilik ve tutuculuk arkasında koşmak bakımından yahudilerin yoluna gitmişler ve onlara tâbi olmuşlardır.
78-İşte böyle sapan ve sapıtan kimselerin arzularına uymayınız ve bu seslenişe karşı da haksız aşırılık edip, " bizim geçmişlerimizde böyle kimseler yoktur" demeyiniz. Çünkü İsrailoğulları'ndan küfredenlere hem Davud'un lisanı, hem de Meryem'in oğlu İsa'nın lisanı ile lanet edildi. Tefsircilerin çoğunluğu demişlerdir ki, Davud'un lisanı ile lanet sebt ashabına (yahudilere), İsa'nın dili ile lanet mâide ashâbına (hıristiyanlara) olunmuştu. Eyle ahalisi cumartesi günü zulmettikleri zaman Davud Aleyhisselam onlara lanet etmiş, maymunlara dönmüşler (Ârâf sûresine bkz.), sofra ashabı da bu sûrenin sonuna doğru geleceği üzere "maide" (sofra)nin inmesinden ve ondan faydalandıktan sonra nankörlük etmişler, İsa Aleyhisselam da beddua ve lanet etmiş, domuzlara dönmüşler. Bu lanet bu nankörlerin isyan etmeleri ve tecavüz eder olmaları sebebiyle idi.
79-Yani yaptıkları bir kötülükten birbirlerini yasaklamazlardı. Vallahi ne kötü yapıyorlardı. Madem ki lanetinin sebebi, isyanları ve hakka tecavüzü alışkanlık haline getirmeleri idi. Demek oluyor ki, bunlardan sonra isyan, tecavüz ve haksız yere aşırılık edenler de tıpkı onlar gibi Davud ve İsa'nın dilleri ile lanetlenmişlerdir.
80-Ey kendisine hitap edilen! Şimdi din ve iman iddiasında bulunan bu kitap ehlinden birçoğunu görürsün ki, Allah'ın Resulü'ne ve müminlere kinlerinden dolayı, kâfirlerle (yani müşriklerle) pek âlâ dostluk ediyorlar, müşriklerden tarafa oluyorlar, onların dostluğu arkasına düşüyorlar. Vallahi nefisleri kendileri için kıyamet gününe ne kötü şey takdim etti ki şudur: Allah kendilerine kızdı ve ebedî azaptadırlar. Çünkü Allah'a da imanları yok, o Peygamber'e de.
81- Eğer bunlar Allah'a ve o Peygamber'e ve O'na indirilene iman etselerdi, Allah'ın ve Peygamber'in düşmanı olan o kâfirleri dost tutmazlar, yakınları olarak tanımazlardı. Ve fakat bunların çoğu dinden çıkmış fasıklardır. Geçmişte "Allah'a, ahiret gününe inanan ve güzel amel işleyen kimseler" (Mâide, 5/69) olmadıkları gibi, bu gün de değildirler, bundan sonra olmaları da uzaktır. Tersine taşkınlık ve düşmanlıklarını artıracaklardır. Müminlerden hoşlanmamaları, İslâm dini ile alay etmeleri de bundandır. Bunun için inananlar bunları dost bilmemeli ve bunlar gibi olmamalıdırlar. Allah'ın lutfettiği İslâm nimetini unutmamalı, nankörlük etmemeli, anlaşmalarını bozmamalı, ahitlerini, akidlerini yerine getirmeli, güzel amel yapmalı. "Adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler." (Nisâ, 4/135) olmalıdırlar.
Görülüyor ki bu âyetin kavramı, önce bunlarda şartının halen de faydasını açıklıyor ve fasılası (âyet sonu) ile ta yukardaki (Mâide, 5/59) fasılası (âyet sonu)nı tekit ediyor ve o âyeti hatırlatıyor ve oradan daha üst tarafına doğru geri baktırıyor. Demek ki burada sûrenin başına kadar gerisin geri bir mülâhaza daha yapılacak ve tekrar dönülüp sonrasına devam edilecektir. Dikkate şayandır ki yukarda çoğunun fasık olduğu söylendiği halde burada da "kesîr" (çok) tabir edilmiş, yani birçoğu denilmiştir. Gerçi "ekser" e de "kesîr" denilebilirse de, "onların çoğu" ile "onlardan bir çoğu" yani çoğu ile birçoğu deyimleri arasında fark da vardır. Bu fark bize şu iki mânâdan birini hatırlatır.
1. Demek ki ikinci fısk (günah, isyan) birinciden daha şiddetlidir. Çoğunluğun günahkârlığı, itaatsızlık mânâsına fısktır ki inançsız (itikadsız) olup olmamaktan daha geneldir. Çoğunluğun Kitap ehli olmaktan çıkmasını gerektirmez. Bir çoğunun fıskı (isyanı) ise bütün bütün küfür ve azgınlık ile kitap ehli olmaktan çıkma ve dinden dönme mânâsına bir fısktır ki diğerinden daha şiddetli bir şerdir.
2. Her ikisinde fısk aynı mânâya olmakla beraber, demek ki İslâm dininin yayılması ve bu Kur'ân'a ait seslenişin tesirinin feyzi ile kitap ehlinin çoğunluğunun isyanı azalmış "Fakat onlardan çoğu fasıklar" olarak kalmışlar. Fakat bu çoğunluğun fıskı "Ey Muhammed! Rabb'inden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve inkârını artırır." (Mâide, 5/64) âyeti delaletinde keyfiyet itibariyle eski çoğunluğun fıskından çok fazla, çok şiddetli olmuştur. Gerçekte İslâm dininin yayılması ilk önce bütün kitapları ve dinleri içine alan yeni bir kitap etrafında toplanan salih ve doğru yeni bir ümmet, yeni bir kitap ehli teşkil etmiştir. İkinci olarak, genellikle kitap ehli üzerinde bir düzelme hissi uyandırmış. Üçüncü olarak, kitap ehlinin mümin ve doğru azınlığı İslâm'a girmiş, diğer taraftan fasık çoğunluğu kalmıştır. Sonra bu fasık çoğunluğun birçoğu da müslüman olmamakla beraber az çok bir düzelme uyanışı ile İslâm tabiyyetine girmiş, İslâm'ın zimmeti (koruması)ni kabul etmiş ve bu şekilde eski günahlarının birçoğundan vazgeçmiştir. Bu şekilde fasık (günahkâr) çoğunluk azalmış, fakat buna karşılık birçoğu da hakkı büsbütün unutmuş öfke ve taassub (tutuculuğ)a sarılmış, küfür ve zulmünü artırdıkça artırmış, her kötülüğü desteklemiş, İslâm'a düşmanlıkta müşriklerle beraber olmuş ve hatta daha ileri gitmiş, Davud ve İsa dili ile lanetlenen melunlar derecesine düşmüştür. Şu halde başlangıçta "Muhakkak sizin çoğunuz fasıktır" hitabına layık olan kitap ehli sayı bakımından eski haline göre "Fakat onlardan birçoğu fasıktır" kalmış ve fakat keyfiyet bakımından "Allah kendilerine kızdı ve ebedî olarak azaptadırlar." "Allah katında yeri itibariyle bundan daha kötü." (Mâide, 5/60) olmuşlardır. Demek ki müslümanlar iman sözleşmesine ve iyiliğe gereği gibi uymakta devam ettikçe ve hayır yapmada yarışmak sûretiyle mücâhedeye gayret ettikçe kötülük azalacak, âlemin düzelmesi artacak, herkes "onlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de" sırrına kavuşmakla mesut olacaklar. Bunun tersi bir durumda müslümanların hali de kitap ehlinin haline dönecek, fasıklara mahkum olup onların sürüklediği azaba düşeceklerdir.
Bu açıklamalardan ve kötülüğün azalmasından anlaşıldı ki, kitap ehli içinden önce fasıkların pek çoğuna, sonra da fasıkların çoğuna karşılık olan birer kısım vardır ki haksız aşırılık ve taassubtan sakınır, orta yolu tutar bir mûtedil ümmettirler. Bunların bir kısmı fasıkların çoğuna katılmamış, önce ve sonra iman ve iyi hallerini muhafaza etmişler, Musa'ya olduğu gibi İsa'ya, İsa'ya olduğu gibi son peygamber Hz. Muhammed'e de iman etmişlerdir. Bunların hallerinde bir fark varsa önce o Peygamber, o hak ruh gelecek diye iman ederken, gelince de geldi diye iman etmiş ve geçmişte indirilmiş kitaplar ile beraber bunlara katılan yeni kitapları da doğrulamış olmalarından ibarettir. Diğer kısım ise önce fasıkların çoğundan oldukları halde sonradan uyanmış, tevbe eder olmuş ve diğerlerine katılarak fasıkların çoğunun karşısında yer almışlardır veya alacaklardır ki, işte bunlar "Allah'a ve ahiret gününe inanan ve güzel amel işleyen"dirler.
Acaba bunlar içinde yahudi ve hıristiyanlar da aynı oranda mıdırlar, yoksa farklı mıdırlar? Bu bakış açısından yahudi ile hıristiyanları mukayeseye gelince: Hakikatte bunların ikisinin de çoğu fasıktırlar, fasıklar da müminleri sevmezler, düşmanlık ederler. Bununla beraber hepsinin düşmanlık dereceleri ve sevme kabiliyetleri de eşit değildir.
Ey Muhammed!