4-NİSA:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا ضَرَبْتُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَتَبَيَّنُواْ وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ أَلْقَى إِلَيْكُمُ السَّلاَمَ لَسْتَ مُؤْمِناً تَبْتَغُونَ عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فَعِندَ اللّهِ مَغَانِمُ كَثِيرَةٌ كَذَلِكَ كُنتُم مِّن قَبْلُ فَمَنَّ اللّهُ عَلَيْكُمْ فَتَبَيَّنُواْ إِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيراً {94}
سورة النساء (4) ص 94
لاَّ يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ غَيْرُ أُوْلِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فَضَّلَ اللّهُ
الْمُجَاهِدِينَ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِدِينَ دَرَجَةً وَكُـلاًّ وَعَدَ اللّهُ الْحُسْنَى وَفَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدِينَ عَلَى الْقَاعِدِينَ أَجْراً عَظِيماً {95} دَرَجَاتٍ مِّنْهُ وَمَغْفِرَةً وَرَحْمَةً وَكَانَ اللّهُ غَفُوراً رَّحِيماً {96} إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمُ الْمَلآئِكَةُ ظَالِمِي أَنْفُسِهِمْ قَالُواْ فِيمَ كُنتُمْ قَالُواْ كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِي الأَرْضِ قَالْوَاْ أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ اللّهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُواْ فِيهَا فَأُوْلَـئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَسَاءتْ مَصِيراً {97} إِلاَّ الْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ لاَ يَسْتَطِيعُونَ حِيلَةً وَلاَ يَهْتَدُونَ سَبِيلاً {98} فَأُوْلَـئِكَ عَسَى اللّهُ أَن يَعْفُوَ عَنْهُمْ وَكَانَ اللّهُ عَفُوّاً غَفُوراً {99} وَمَن يُهَاجِرْ فِي سَبِيلِ اللّهِ يَجِدْ فِي الأَرْضِ مُرَاغَماً كَثِيراً وَسَعَةً وَمَن يَخْرُجْ مِن بَيْتِهِ مُهَاجِراً إِلَى اللّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَقَدْ وَقَعَ أَجْرُهُ عَلى اللّهِ وَكَانَ اللّهُ غَفُوراً رَّحِيماً {100}Meâl-i Şerifi
94- Ey İman edenler! Allah yolunda cihada çıktığınız zaman, mümini kâfirden ayırmak için iyice araştırın. Size selam veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek, "Sen mümin değilsin" demeyin. Allah katında çok ganimetler var. İslâm'a ilk önce girdiğiniz zaman siz de öyle idiniz. Sonra Allah size lutufta bulundu. Onun için iyice araştırın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
95- Müminlerden özür sahibi olmaksızın oturanlarla Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibariyle, oturanlardan üstün kıldı. Allah onların hepsine de cenneti vaad etmiştir. Bununla beraber Allah mücahitlere, oturanların üzerinde büyük bir ecir vermiştir.
96- Kendi katından derece derece rütbeler, bir mağfiret ve rahmet vermiştir. Öyle ya, O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.
97- Melekler, kendilerine zulmeden kişilerin canlarını aldıklarında, onlara, "Ne işte idiniz?" derler. Onlar da: "Biz yer yüzünde zayıf kimselerdik." derler. Melekler: "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya?" derler. İşte bunların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü gidiş yeridir.
98- Ancak gerçekten aciz ve zayıf olan, çaresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç...
99- Umulur ki, Allah bu kimseleri affeder. Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır.
100- Her kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de bulur. Her kim Allah'a ve Peygamberine hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, kuşkusuz onun mükafatı Allah'a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
94-Ey iman edenler Allah yolunda adım attığınız, savaş için hareket ettiğiniz vakit iyice araştırınız, acele olarak şüphe ve kuruntu üzerine ve zayıf yorumlarla değil, dikkatle ve kesin bilgiye göre kılıç vurunuz. Hamza, Kisaî ve Halef-i Âşir kırâetlerinde sebattan okunduğuna göre iyi tutunuz, ayağınızı denk atınız, sağlam basınız, acele ederek çürük tahtaya basmayınız, ayağınız kaymasın ve size İslâm selamı veren, kendini müslüman gösteren kimseye, -veyahut Nâfi, İbnü Âmir, Hamza, Ebu Cafer ve Halef-i Âşir kıraetlerinde elifsiz okunduğuna göre - size teslim olma ve boyun eğme vasıtalarını sunan kimseye sen mümin değilsin demeyiniz. Beyan edilmiş olan, açık olandır. Gizli şeyler hakkında verilecek hükmün de açık olması için açık bir delile dayanması gerekir. Gizli olana, açık olandan hükmedilir. Ve gizli olan şeylerde bir şeyin delili onun yerine geçer.
Selam veya teslim olmak görünen ve apaçık bir durumdur. Kalb ve vicdan ise gizli ve görünmeyen bir nesne olduğundan o görünen ve apaçık nesneyi bırakıp da kalb ve vicdana bunun maksadı şu veya budur diye görünene aykırı olarak doğrudan doğruya hükmetmeğe kalkışmak, araştırma yapmadan hareket etmektir. Bunun için bir kimsenin açıkça verdiği selamı, gösterdiği boyun eğmeyi hiçe sayıp da ona aykırı kuruntularla doğrudan doğruya kalbine hükmetmeye kalkışmayınız, dış görünüşüne göre muamele ediniz. Açıkça belli olan bir şeyi diğer belli bir şey, meydanda olan bir şeyi, meydanda olan başka bir şey bozarsa o zaman da en kuvvetli ve en açık olanı tercih etmek için sebat ve ihtiyat ile iyice düşünerek karar veriniz. İsa b. Verdan kırâetinde ikinci mimin üstün ile okunmasıyla, okunduğuna göre, "Sana güven verilmez" demeyiniz. Böyle deyip de hemen vurmayınız, bununla birlikte hiçbir şey demeyiniz değildir. O alçak hayatın geçici nimeti olan, devam ve sürekliliği olmayan, geçici malına gönül vererek; zavallının malına göz dikerek veya gelip geçici bir maksat takip ederek öyle demeyiniz. Yasak mutlak surette değil, dünya malı gayesinden boş olmayarak söylemeye yöneliktir. Bu da iyice araştırmayı terk ettiren ve aceleye sevkeden duruma işarettir. Demek esas yasağın gelişi, iyice araştırmadan zahirin aksine hüküm vermeyi yasaklamıştır. Dolayısıyla "güvenceli değilsin" denileceği zaman, dünya ile ilgili ve nefisle ilgili maksatlardan soyutlanarak ve hak gözü ile bakarak söylemeli ve kılıcı da ona göre vurmalıdır. Böyle olursa, yani selam verene geçici dünya menfaati maksadı ile sen güven altında değilsin denilmez, durumu iyi anlaşılmadan hareket olunmazsa Allah katında pek çok ganimetler vardır ki bunlara, o gibi katillere (adam öldürmeye) tenezzül etmeyenler ve durumu iyice anlayıp tesbit etmekle hareket edenler kavuşur. Bu âyetin inişine bir kaç olay sebep olmuştur:
1- Feked halkından Mirdas b. Nehik yalnız başına müslüman olmuştu. Onun toplumu içinde ondan başka müslüman yoktu. Peygamberin Galip b. Fudale komutasında bir müfrezesi bunların üzerine gitmişti. Toplumun hepsi kaçtılar. Yalnız Mirdas müslümanlığına güvenerek kaldı. Atları görünce davarını dağın bir dolambacına sığındırdı. Ona ulaştıklarında tekbir aldılar. O da tekbir alıp indi ve dedi. Fakat Üsame b. Zeyd, Mirdas'ı öldürüp hayvanlarını sürdü. Geldiler Hz. Peygambere haber verdiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) çok fazla darıldı ve onu şiddetle azarladı. "Siz onu beraberindeki mala göz dikerek öldürdünüz." buyurdu. Sonra bu âyeti Üsame'ye okudu, Üsame, "Ey Allah'ın elçisi! Benim için mağfiret dile." diye rica etti. "O, lâilâhe illallah demişken nasıl olur da onu öldürürsünüz?" buyurdu. Üsame kendisi demiştir ki, "Bunu sürekli tekrar etti. Hatta o dereceye geldi ki daha önce müslüman olmamış bulunsaydım da bu gün olsaydım diye temenni ettim. Sonra hakkımda mağfiret diledi ve bir köle azad et, diye emretti."
2- Abdullah b. Ebi Hadret ve Ebu Katade Haris b. Rıb'î ve Muhallem b. Cüsâme b. Kays Leysî ve daha birkaç kişiyi Resulullah İdam tarafına göndermişti. İdam deresinde Âmir b. Azbatı Eşceî rastlamış, İslâm selamı ile selam vermiş, Muhallem b. Cüsüme ile bunun arasında Cahiliyye devrinden kalma bir kin varmış, Muhallem, bir ok atmış Amir'i öldürmüş, Hz. Peygambere haber gelince öfkelenmiş, Muhallem'in mağfiret dilemesine karşı "Allah seni mağfiret eylemesin" buyurmuş. Muhallem, ağlayarak kalkmış aradan yedi gün geçmemiş vefat etmiştir.
3- Mikdad b. Esved'de de Üsame olayı gibi bir olay olmuş. Mıkdad demiştir ki, "Ey Allah'ın elçisi, dedim, ne buyurursun kâfirlerden birine rast gelsem, çarpışsam, o benim elimin birini kılıçla vursa, sonra bir ağaca siper alıp 'Yüce Allah'a teslim oldum' dese, bundan sonra onu öldüreyim mi?" Hz. Peygamber, "öldürme" buyurdu. Ben de "Ey Allah'ın elçisi o benim kolumu kesti." dedim. Hz. Peygamber (s.a.v.) "Öldürme! Çünkü öldürürsen o senin onu öldürmeden sonraki yerinde, sen de onun söylediği kelimeyi söylemeden önceki yerinde olursun".
4- Birtakım sahabe müşriklerle çarpışmışlar ve onları bozguna uğratmışlar. Birisi birine mızrakla saldırmış. O da süngü yetişince ben müslümanım demiş, fakat dinlememiş onu öldürmüştür. Ondan sonra durum Hz. Peygambere arz edilince, "Müslüman olduğunu iddia ettiği halde sen onu öldürdün ha" buyurmuş.
O da "Ey Allah'ın elçisi! O, bu kelimeye sığınarak bunu söyledi." demiş. Bunun üzerine "Kalbini yarmalı değil miydin?" buyurmuştur. Bu kınaması daha birkaç olayda söylenmiştir.
5- Buhari ve Müslim'de rivâyet olunduğu üzere Selim oğullarından bir adam sahabeden bir kaç zata rastlamış, yanında davar da varmış, selam vermiş, onlar da bu selamı korunmak için verdi demişler ve onu öldürmüşler, davarını almışlar. Hz. Peygambere gitmişler, bu âyet indirilmiş. İşte bu olayların her biri âyetin iniş sebebi olmak üzere rivayet edilmiş ve aralarında bir çelişki bulunmamış olduğuna göre deniliyor ki, âyetin indirilmesinin esas sebebi bu olayların birbirine yakın bir zaman içinde birden fazlası olmuş ve herkes kendi olayını sebep bilmiştir.
Ey cihad edenler! Siz de çoğunluk itibariyle bundan önce başlangıçta müslüman olduğunuz zaman tıpkı böyle idiniz: Size selam veren veya teslim olduğunu gösteren bu adam gibi ağzınızdan çıkan bir kelime ile, bir şehadet kelimesi ile İslâm dinine girdiniz, girdiniz de Allah size lutfetti, canınızı, malınızı taarruzdan korudu, sonra yükselttikçe yükseltti, doğruluk ve dürüstlükle seçkin, tam imanla seçkin kıldı. Mahkumiyyetten hakimiyyete yüceltti ve ilâhî hazinesinden sizi nice ganimetlere aday kıldı. Şimdi iş başına geçip harekete geldiğiniz vakit dünya menfaatlerine dalarak bu durumlarınızı unutmayınız da iyi anlayıp dinleyiniz veyahut ihtiyatlı bulununuz. İsterse zorlama durumunda olsun, İslâm'a gelenleri Allah'ın size yaptığı gibi başlangıçta sözleriyle kabul ediniz, teslim alınız da sonra ortaya çıkacak durumlarına göre muamele ediniz. Bunun selam vermesi veya şehadet getirmesi veya müslüman görünmesi, korkusundan kellesini kurtarmak veya hainliğinden kendini gizlemek için bir siper, bir kalkandır diyerek ilk anda onu öldürmeye kalkışmayınız, ihtiyatlı davranınız, sonunu gözetiniz. Çünkü Allah, sizin yaptıklarınızdan haberdardır. İyilik ve kötülük hiçbir amel karşılıksız kalmaz.
Müminleri donatarak savaşa hazır hale getirirken böyle araştırmaya ve ihtiyatlı davranmaya sevk eden bu emirler ve tâlimatlara karşı "o halde cihada gitmemek ve ona katılmamak daha büyük bir ihtiyat ve yerinden ayrılmamak daha hayırlı olacak" deyip de özürsüz oturup kalmamak için buyuruluyor ki:
95-96 Bir şeyi yapmaya üşenip oturana "kâıd" denilir. savaşa gitmeyip geri kalanlara da "kâidün", yahut "ku'ad" denilir. Bu kelimeler, "kâidûne ani'l-harb" yani savaştan geri kalanlar demektir.
DARAR, bir şeye gelen eksikliktir ki, hastalık veya körlük ve topallık gibi sakatlık demektir. Nitekim anadan doğma köre ve çok zayıf hastaya "darir" denilir. Askerin yiyecek, içecek ve yakacak gibi ihtiyaçlarını ve savaş alet ve gereçlerini tedarik etmekten aciz olmak da bu mânâdadır. Bundan dolayı zararlılar, dertliler, sakatlar, acizler ve özürlüler, bunların dışında kalan ise, sıhhatli, sağlam ve gücü yetenler demek olur.
Bu âyetin başlangıçta mutlak olup bu "özür sahibi olmaksızın" kısmının sonradan indiği rivayet edilmektedir. Bera b. Azib'den rivayet edildiğine göre, bu âyet indiği zaman Resulullah (s.a.v.) "Üzerine yazı yazılabilecek bir şey ve kalem getiriniz, diye emredip "Müminlerden oturanlarla cihad edenler eşit olmaz." yazdırmıştı. Bu sırada İbnü Ümmi Mektum gelmiş orada bulunuyordu. Bu sahabi anadan doğma kör idi. "Allah'ım! Ben özürlüyüm, bana ruhsat var mı?" dedi. Bunun üzerine, âyetin kısmı indi.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in katibi Zeyd b. Sabit'ten de şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.) âyeti indiğinde, bunu bana yazdırıyordu. İbnü Ümmi Mektum geldi: "Ey Allah'ın Resulü! Cihada gücüm yetseydi cihad ederdim, fakat körüm" dedi. O sırada Resulullah (s.a.v.)'a vahiy baygınlığı geldi, ağırlaşıp bayıldı. Dizi dizimin üstüne geldi. Öyle ağır geldi ki ezip ufalayacak zannettim. Çok korkmuştum. Sonra ayıldı, dedi. Daha sonra, "yaz" dedi: İbnü Abbas'tan da şöyle rivâyet edilmiştir: Bedir savaşı olduğu zaman Bedir'e katılıp katılmayanlar hakkında âyeti inmişti. Abdullah b. Ümmi Mektûm bunu işitti ve Ebu Ahmed b. Cahş b. Kaysi'l-Esedî ile beraber, "Ey Allah'ın Resulü! Biz körüz, bize ruhsat var mı?" dediler. Bunun üzerine, den, kısmına kadar bu âyet indi. Bunlar gösteriyor ki, sakat olanlar ve gücü yetmiyenler, güçsüzler demektir ki, bunların dışında kalanlar da sıhhatli, sağlıklı ve güçlü olanlar demek olur. Ayrıca İbnü Abbas'ın, ın mânâsı dır, dediği rivayet edilmiştir. Bu kavram, "ziyan" anlamına gelen "zarar"dan alınmış olarak düşünülürse daha genel bir anlam ifade eder. Zira "zarar sahibi" sözü, hem zarar görenleri, hem de zarar verenleri kapsar. Zararlı, aciz bulunanlar kendilerinde eksiklik olduğu gibi ister istemez cihada gidemediklerinden dolayı sevap bakımından zarar görmüş; güçleri varken savaşa gitmeyenler de ya kendilerine ihtiyaç duyulduğu halde gitmedikleri veya isyan etmekten çekinmedikleri takdirde hem savaş ve güvenliğe zarar vermiş, hem de günahları sebebiyle zarar görmüş olurlar. Özürlüler zararda ve zararlı oldukları gibi bunlar da zararlı ve zarardadır. Şu halde ikisi de kapsamı içine girerler. Dolayısıyla bunların dışında olup da oturup kalanlar, güçleri olduğu halde savaşa gitmeyen ve gitmemekle beraber zararı da olmayan hayırlı ve emin kişiler demek olur. Onun içindir ki, "Allah onların hepsine de cenneti vaad etmiştir" buyruluyor.
İşte bunlar aslında en güzel şeyle müjdelendikleri halde cihad edenlerle karşılaştırıldıklarında onlara denk olamayacakları ve cihad edenlerin derecelerinin dünya ve ahirette bunlardan üstün olduğu ve ayrıca ilâhî rahmet ve bağışlama hususunda gerek bu oturanlardan gerekse cihad edenlerden her birinin kendi sınıflarında da birçok derece ve rütbelere ayrıldıkları anlatılmış ve bu suretle cihadın her zaman herkesin yapması gereken bir farz olmayıp öncelikle farz-ı kifaye olduğu bildirilmiştir. Çünkü cihad herkesin yapması gereken bir farz olsaydı, gücü kuvveti yerinde olduğu halde oturanlara en güzel şey değil, azap vaad edilirdi.
Görülüyor ki, oturanlarla cihad edenlerin genel bir karşılaştırılmasının yapılması uygun görülmemiş, bu karşılaştırma sadece özürlü olmadıkları halde oturanlarla mücahidler arasında yapılmış, özürlü olanlar bu karşılaştırmanın dışında tutulmuştur. Çünkü az önce anlaşıldığı üzere zarar sahibi olarak savaşa gitmeyip oturanlar iki kısımdır. Bir kısmı özürlü, bir kısmı da güçlü, isyankar ve zarar verici olanlardır. Özürlü olanlar bu âyetle genel olarak yükümlülükten hariç tutuldukları gibi, bunlar arasında bir taraftan özür ve ızdırabının şiddetine sabredip dayanmak, öte yandan cihadın erdemini takdir ederek, cihad edenlerle beraber bulunamadığından dolayı kederinden kanlı yaşlar döküp onların kurtuluş ve zaferleri için dua ve "Allah ve Resulüne sadık kaldıkları takdirde..." (Tevbe, 9/91) irşadına uyarak Allah ve Resulü için hayır dilemek suretiyle manevî cihad içinde bulunanların ahirette mücahidler derecesinde mükafat ve sevap elde edebilmeleri ihtimali anlatılmak için bunlar mücahidlere eşit olmama özelliğinden hariç tutulmuşlardır.
Güçlü, isyankar ve zarar verici olanlar ise derece hak edecek değil, azap hak edeceklerinden, Allah yolunda cihad edenlerle eşit olmaları şöyle dursun, savaşa gitmeyip oturan salih kişilerle bile eşit olamayacakları için onlarla karşılaştırılma faziletinden hariç tutulmuşlardır. Özetle, istisnada asıl, olumluyu olumsuz, olumsuzu olumlu yapmak olmayıp, sadece bir kısmını hükümden dışarda tutmak ve "istisna ettikten sonra geri kalanla hüküm vermek" olmasına dayanılarak, burada "eşit olmaz" hükmünden istisna edilen "özürlüler" hakkında aynı seviyede bir eşitlik hükmü lazım gelemeyeceğinden, "özürlülerin dışında kalıp da savaşa katılmayanlar mücahidlerle eşit olamazlar, ama özürlüler genellikle eşit olurlar" gibi bir anlam çıkarmamalıdır. Aslında burada özürlülerin eşit olup olamayacağı hakkında bir hüküm verilmemiştir. "Onlar ya hiç eşit olamazlar veya içlerinde eşit olanların bulunması düşünülebilir" diye anlamalıdır. Ayrıca, şunu da göz önünde bulundurmak gerekir ki, bu karşılaştırmada mücahidler de mutlak bırakılmamış, öncelikle iki şeyle kayıtlanmıştır. Birisi, bu cihadın Allah yolunda olması, diğeri ise mal ve canla yapılmasıdır. Esasen şeriat örfünde "mücahidîn", Allah yolunda savaşanlar demek olduğu halde Allah yolunda, kaydının bir kez daha açıkca söylenmesi, bu erdeme ulaşmak için niyetin son derece samimi olması gerektiğini ve her savaşanın değil, her cihad edenin bile bu karşılaştırmaya dahil olamayacağını hissettirir.
"Mallarıyla ve canlarıyla" kaydı da, bu samimi niyetten sonra, savaşa katılmayıp oturanlardan daha üstün olabilmek için, cihad edenlerde bu iki özelliğin birlikte bulunmasının da şart olduğuna işarettir. Mücahidlerin yaptıkları harcamalara savaşa katılmayanların malî yardımları karıştığı takdirde, bunların dahi cihatta hisseleri bulunacağından o zaman iki taraf arasında eşitsizlik ve üstünlük hükmü kesin ve genel bir şekilde söz konusu olamayacaktır. Savaşa katılmayanlar arasında, mücahidlerden daha üstün olmasa bile onlara eşit olanlar bulunabilecektir. Fakat bu da savaşa katılmamasından dolayı değil, malıyla cihada katılmasından dolayı olduğu için, fazilet katılmayanlar tarafından değil, mücahidler tarafındadır. Ancak şu var ki, bazan bu mücahidlerin sahip oldukları faziletin kaynağı fiilen savaş saflarında bulunmada değil, arkalarında cihada katılmayanların içinde duran büyük cihad mücahidleri arasında olabilir. Nitekim Halid b. Velid ve benzeri mücahidler Müseylimetu'l-kezzab ile çarpışırlarken hiçbiri Medine'de duran ve bütün bu cihadı sevk ve idare eden Hz. Ebubekir (r.a.)'den daha mücahid ve daha faziletli olmadılar. Aynı şekilde Kisra ve Kayser ordularıyla çarpıştıkları zaman mücahidler ne Hz. Ömer, ne de Hz. Osman ve Hz. Ali'den daha mücahid ve daha faziletli değil idiler.
Burada "kaidin" (savaşa katılmayanlar) ve "mücahidin" (cihad edenler) kelimeleri örfte kullanılan anlamları gereğince, kendi ibareleri ile Allah yolunda savaşmaya ait bulundukları kesin olmakla beraber, asıl mânâlarında kuud, yani oturma, tembelliği akla getirdiği ve mücahede ise, bütün gayretini harcayarak ve zahmetler çekerek uğraşmak ve çalışmak demek olduğu ve örfte o mânâları ifade etmeleri, bu mânâdaki özelliklerinden kaynaklandığı için, bu mukayese ve karşılaştırma genel olarak çalışanlarla çalışmayanların da eşit olamayacaklarını ve herhangi bir hususta Allah yolunda iyi niyetle çalışanların oturanlardan daha üstün olduğunu ve şu kadar ki, kötülük ve zarar için çalışanların, bu karşılaştırmanın dışında tutulduklarını da işaret yoluyla ifade etmektedir. Bu işaret göz önüne alındığında, Allah yolunda mal ve can ile cihad etme kavramının "Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette biz onları yollarımıza hidâyet ederiz", (Ankebut, 29/69) âyetinde olduğu gibi o kadar geniş kapsamı vardır ki, savaş meselesi bunun bölümlerinden biri demektir. Bundan dolayıdır ki, Resulullah (s.a.v.) savaştan geri döndükleri zaman, "Küçük cihattan büyük cihada döndük" hadis-i şerifleri ile ruh terbiyesi ve nefsi düzeltme ile uğraşmanın büyük cihad olduğunu duyurmuşlardır.
Özetle, müminlerden özürsüz ve zararsız olarak savaştan geri kalanlar, malları ve canlarıyla, Allah yolunda cihad edenlerle bir olamazlar. Açıkçası, Allah cihad edenleri oturanlardan derece itibariyle üstün kıldı, çalışanlara çalışmayanların, Allah yolunda savaş edenlere etmeyenlerin üstünde fazla bir derece verdi. Bununla beraber Allah hüsnayı, yani en güzel sevap olan cenneti ikisine de vaad etti ve vaad ettiği halde böyle yaptı. Bu böyle olunca kendilerine cennet vaad edilmeyen ve savaştan geri kalmaları izne bağlı olmayıp zarar ve günah teşkil ettiğinden dolayı kendilerine azap vaad edilen, o savaşa katılmamış olanların mücahidlerle bir olamayacakları öncelikle anlaşılır. İkisinin de güzel inançları ve iyi niyetleri olduğu ve cennet ikisine de vaad edildiği halde bile eşit olmazlar. Allah cihad edenleri pek büyük bir ecirle savaşa katılmayanlara üstün kılmıştır ki, bu ecir de mücahidler arasında aynı derecede değil, Allah'tan birçok derece, mağfiret ve rahmet olacak şekildedir. Bunların bir kısmı, savaşa katılmayanlardan bir derece fazla ise, diğer bir kısmı derecelerle fazladır. Mücahidlerin dereceleri çok ve birbirinden farklıdır. Bu ecirlerin içinde Allah'ın büyük bir mağfiret ve rahmeti de vardır. Bu mağfiret ve rahmet sayesinde geçmiş günahlar da bu ecir ve dereceleri eksiltmeyecektir. Kuşkusuz, " Allah çok mağfiret ve merhamet edicidir."
97--Zararlı olan geri kalanlardan önemli bir kısmın durumuna bakalım O kimseler ki, kendilerine zulmederlerken melekler dünyada canlarını alacak veya ahirette kendilerini yakalayıp mahşere süreceklerdir, kuşkusuz melekler onlara siz ne durumda idiniz, dininizle ilgili ne iş yapıyordunuz? diye azarlayıp soracaklar. Onlar da, "biz bu yeryüzünde, şu bulunduğumuz yerde zayıf sayılmış kimseler idik" diyecekler, yani başkalarının ezici gücü ve mağlubiyet altında acizlik ve güçsüzlüğümüzden dolayı bir şey yapamıyorduk, zayıf sayılıyorduk diye özür beyan edecekler. Melekler de bunlara "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi. -Mesela, Medine'ye Habeşistan'a göç edip kendilerini kurtaranlar gibi- yeryüzünde başka bir tarafa göç etseydiniz ya!" diyecekler ve mazeretlerini kabul etmeyeceklerdir. İşte böyle bulundukları yerde görevlerini yerine getirmelerine engel olan bir zulüm ve hakimiyet altından çıkmak ve az çok uygun bir tarafa gidebilmek gücünü olsun taşıdıkları ve dolayısıyla tam anlamıyla aciz ve zayıflardan olmadıkları halde, kendilerini tamamen aciz sayıp yerlerinden kımıldamayanlar, bu şekilde yapabilecekleri görevlerini terketmiş, küfür ve zulme yardımcı olmuş olacaklarından bunların varacakları yer cehennemdir. Ve bu gidiş ne fena bir gidiştir veya o cehennem ne fena yerdir.
Bu âyet Mekke'de müslüman olmuş ve hicret farz kılındığı sırada hicret etmemiş olan bazı kişiler hakkında inmiştir. Demek ki, hicret vacip iken kafirlerin suyunca gidip oturmak doğrudan doğruya küfür değil ise de her halde bir günah ve nefse bir zulümdür. Tefsircilerin açıklamasına göre bu âyet bir yerde dinini yaşama imkanı bulamayan bir adamın oradan göç etmesi gerektiğini göstermektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bir hadisinde sahih olarak şöyle gelmiştir: "Her kim dini uğruna bir yerden kaçarsa, gittiği bir karış yer de olsa cennete girmeye hak kazanır. Babası İbrahim'in ve peygamberi Muhammed'in yoldaşı olur." Rivayet olunduğuna göre, bu âyet inince Resulullah (s.a.v.) bunu Mekke müslümanlarına göndermiş, Cündüb b. Damre (r.a.) de oğullarına: "Beni bir şeye yükleyiniz. Çünkü ben ne güçsüzlerden, ne de yolu bilmeyenlerdenim. Allah'a yemin olsun, bu gece Mekke'de yatmam." demişti. Oğulları bunu bir sedyeye koyup Medine'ye gitmek üzere taşıdılar. Çok yaşlı bir zat idi, yolda vefat etti.
Demek oluyor ki, gerektiğinde hicret de bir tür cihaddır. Kâfirlerin zulmü altında ezilip kalmak ve hak dinin yayılmasına hizmet edememek, neticede çok kötü bir başkalaşıma neden olabileceğinden az çok gücü varken bundan kaçınmamak nefse bir zulümdür.
98-99- Ancak bir çare bulamayacak, hicretin gerektirdiği sebeblere güç yetiremeyecek ve kendi kendine veya bir vasıta ile yolu doğrultup gidemeyecek olan gerçekten güçsüz ve çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç. Zira bu gibi çaresizleri Allah'ın affetmesi kuvvetle umulur. Bunlar için de gitgide kâfirleşme tehlikesi düşünülebileceğinden mutlak olarak affedilirler denemezse de çocuklar henüz yükümlü bulunmadıklarından, büyükler de kalplerindeki imanı korumak şartıyla hicret etmeme hususunda mazeretli olduklarından dolayı affedilmeye ve bağışlanmaya layıktırlar. "Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır."
100- Ve her kim, yolunu bilip de Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde birçok gidecek, sığınacak veya düşmanların zıddına hareket edecek yer ve genişlik bulur. Dolayısıyla yaşadıkları yerde bir tür rahat ve bolluk bulunanlar, oradan ayrılınca mutlaka sıkıntılara ve darlıklara düşeceğini zannedip de korkmamalıdırlar. Bir de, her kim Allah'a ve Resulüne hicret etmek üzere evinden çıkar da sonra amacına ulaşamadan ölüm kendisine yetişirse onun ecrini vermek Allah'a düşer. Yani amelini tamamlamış gibi, ulaşacağına ulaşmış olarak ecir elde eder. Dolayısıyla bu konuda, "yerimden ayrılırsam amacıma ya ulaşırım ya ulaşamam, iyisi mi elimdekini de kaybetmeyeceğim; Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmayayım." diye düşünmemelidir. Allah için hareket eden, kaderde öyle yazıldığı için yarıyolda da kalsa yine tam sevap alacağını bilmelidir. " Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."
Az önce nakledildiği gibi Cündüb b. Damre Medine'ye gelirken yolda "Ten'im" denilen yerde öleceğini hissederek sağ elini sol eline koymuş, "Allah'ım, şu senin, şu da Resulünün. Resulün sana ne ile biat ettiyse ben de öyle biat ediyorum." demiş ve ruhunu teslim etmişti. Bu haber Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashabına ulaştığı zaman, "Medine'de vefat etseydi sevabı eksiksiz olurdu." demişler, bu âyet de bunun üzerine inmiştir. İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya bunlar gibi herhangi bir dini amaçla Allah rızası için yapılan her hicretin Allah ve Resulüne yapılmış bir hicret olduğunu da açıklamışlardır.
Mücahidler ile savaşa katılmayanların bir karşılaştırmasını yaptıktan sonra mücahidlere sağlanan ilâhî kolaylıklar cümlesinden olmak üzere seferde, korku halinde ve düşman karşısında ve belki hastalık ve yağmur gibi genellikle zaruret hallerinde namazın nasıl kılınacağını açıklamak ve bu suretle hem cihadın, hem namazın dindeki büyük önemini belirtmek için buyruluyor ki: