4-NİSA:

إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللّهُ وَلاَ تَكُن لِّلْخَآئِنِينَ خَصِيماً {105}

سورة النساء (4) ص 96

وَاسْتَغْفِرِ اللّهَ إِنَّ اللّهَ كَانَ غَفُوراً رَّحِيماً {106} وَلاَ تُجَادِلْ عَنِ الَّذِينَ يَخْتَانُونَ أَنفُسَهُمْ إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبُّ مَن كَانَ خَوَّاناً أَثِيماً {107} يَسْتَخْفُونَ مِنَ النَّاسِ وَلاَ يَسْتَخْفُونَ مِنَ اللّهِ وَهُوَ مَعَهُمْ إِذْ يُبَيِّتُونَ مَا لاَ يَرْضَى مِنَ الْقَوْلِ وَكَانَ اللّهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطاً {108} هَاأَنتُمْ هَـؤُلاء جَادَلْتُمْ عَنْهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فَمَن يُجَادِلُ اللّهَ عَنْهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَم مَّن يَكُونُ عَلَيْهِمْ وَكِيلاً {109} وَمَن يَعْمَلْ سُوءاً أَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرِ اللّهَ يَجِدِ اللّهَ غَفُوراً رَّحِيماً {110} وَمَن يَكْسِبْ إِثْماً فَإِنَّمَا يَكْسِبُهُ عَلَى نَفْسِهِ وَكَانَ اللّهُ عَلِيماً حَكِيماً {111} وَمَن يَكْسِبْ خَطِيئَةً أَوْ إِثْماً ثُمَّ يَرْمِ بِهِ بَرِيئاً فَقَدِ احْتَمَلَ بُهْتَاناً وَإِثْماً مُّبِيناً {112} وَلَوْلاَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ وَرَحْمَتُهُ لَهَمَّت طَّآئِفَةٌ مُّنْهُمْ أَن يُضِلُّوكَ وَمَا يُضِلُّونَ إِلاُّ أَنفُسَهُمْ وَمَا يَضُرُّونَكَ مِن شَيْءٍ وَأَنزَلَ اللّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ وَكَانَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ عَظِيماً {113}

 سورة النساء (4) ص 97

لاَّ خَيْرَ فِي كَثِيرٍ مِّن نَّجْوَاهُمْ إِلاَّ مَنْ أَمَرَ بِصَدَقَةٍ أَوْ مَعْرُوفٍ أَوْ إِصْلاَحٍ بَيْنَ النَّاسِ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ ابْتَغَاء مَرْضَاتِ اللّهِ فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ أَجْراً عَظِيماً {114} وَمَن يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِن بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدَى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبِيلِ الْمُؤْمِنِينَ نُوَلِّهِ مَا تَوَلَّى وَنُصْلِهِ جَهَنَّمَ وَسَاءتْ مَصِيراً {115} إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاءُ وَمَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيداً {116} إِن يَدْعُونَ مِن دُونِهِ إِلاَّ إِنَاثاً وَإِن يَدْعُونَ إِلاَّ شَيْطَاناً مَّرِيداً {117} لَّعَنَهُ اللّهُ وَقَالَ لَأَتَّخِذَنَّ مِنْ عِبَادِكَ نَصِيباً مَّفْرُوضاً {118} وَلأُضِلَّنَّهُمْ وَلأُمَنِّيَنَّهُمْ وَلآمُرَنَّهُمْ فَلَيُبَتِّكُنَّ آذَانَ الأَنْعَامِ وَلآمُرَنَّهُمْ فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللّهِ وَمَن يَتَّخِذِ الشَّيْطَانَ وَلِيّاً مِّن دُونِ اللّهِ فَقَدْ خَسِرَ خُسْرَاناً مُّبِيناً {119} يَعِدُهُمْ وَيُمَنِّيهِمْ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ إِلاَّ غُرُوراً {120} أُوْلَـئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَلاَ يَجِدُونَ عَنْهَا مَحِيصاً {121}

 سورة النساء (4) ص 98

وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَداً وَعْدَ اللّهِ حَقّاً وَمَنْ أَصْدَقُ مِنَ اللّهِ قِيلاً {122} لَّيْسَ بِأَمَانِيِّكُمْ وَلا أَمَانِيِّ أَهْلِ الْكِتَابِ مَن يَعْمَلْ سُوءاً يُجْزَ بِهِ وَلاَ يَجِدْ لَهُ مِن دُونِ اللّهِ وَلِيّاً وَلاَ نَصِيراً {123} وَمَن يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتَ مِن ذَكَرٍ أَوْ أُنثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَأُوْلَـئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلاَ يُظْلَمُونَ نَقِيراً {124} وَمَنْ  أَحْسَنُ دِيناً مِّمَّنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لله وَهُوَ مُحْسِنٌ واتَّبَعَ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفاً وَاتَّخَذَ اللّهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلاً {125}

Meâl-i Şerifi

105- Biz sana Kitab (Kur'ân)ı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma!

106- Allah'tan bağışlanmanı dile. Şüphesiz, Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.

107- Kendilerine hainlik edenleri savunma. Muhakkak Allah hain günahkârları sevmez.

108- Bunlar, insanlardan (hainliklerini) gizlerler de, Allah'tan gizlemezler. Oysa O, geceleyin istemediği şeyi kurarlarken onların yanı başlarındadır. Allah, onların yaptıklarını (ilmiyle) kuşatmıştır.

109- Haydi siz dünya hayatında onları savunuverdiniz (diyelim). Peki kıyamet gününde Allah'ın huzurunda onları kim savunacaktır? Yahut onlara kim vekil olacaktır?

110- Kim bir kötülük işler, yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanmasını dilerse, Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur.

111- Kim bir kötülük işlerse, kendi nefsine kötülük etmiş olur. Allah her şeyi hakkıyle bilendir, hikmet sahibidir.

112- Kim bir hata veya bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.

113- Eğer Allah'ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir güruh seni sapıtmaya çalışırdı. Halbuki onlar, ancak kendi nefislerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana Kitab (Kur'an)ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfu büyüktür.

114- Bir sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı veyahut da insanlar arasını düzeltmeyi emreden(ler)inki hariç, onların aralarındaki gizli gizli konuşmalarının çoğunda hiçbir hayır yoktur. Kim bunları sırf Allah'ın rızasını kazanmak için yaparsa, yakında ona büyük bir mükafat vereceğiz.

115- Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber'e karşı çıkar, müminlerin yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.

116- Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında dilediğini bağışlar. Allah'a ortak koşan, muhakkak ki, derin bir sapıklığa düşmüştür.

117- Onlar, Allah'ı bırakırlar da, yalnız dişilere taparlar. Böylece ancak inatçı şeytana tapmış olurlar.

118-119- Allah o şeytana lanet etti. Ve o da: "Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım, ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler" dedi. Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, şüphesiz o, apaçık bir ziyana uğramış olur.

120- Şeytan onlara vaad eder ve onları boş umutlarla oyalar. Oysa şeytanın onlara vaadi, aldatmadan başka bir şey değildir.

121- Bunların varacakları yer cehennemdir. Ondan kurtulmak için çare bulamazlar.

122- İman edip iyi işler yapanları da altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız, orada ebedî olarak kalacaklardır. Bu, Allah'ın gerçek vaadidir. Allah'dan daha doğru sözlü kim olabilir?

123- (İş), ne sizin kuruntunuza, ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kötülük yapan, o yüzden cezalandırılır. O, kendisine Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilir.

124- Erkek veya kadın, kim mümin olur da güzel amellerden işlerse, işte onlar cennete girerler. Zerre kadar da haksızlığa uğratılmazlar.

125- İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in dinine dosdoğru olarak tâbi olan kimseden, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah, İbrahim'i dost edinmişti.

105- Biz sana kendisinde şek ve şüphe olmayan bu en mükemmel kitabı, bu Kur'an-ı azimüşşan (şanı büyük Kur'an)ı hakk ile, Hak Teâlâ'nın insanlar üzerinde, insanların ferdî veya toplum olarak birbirleri arasındaki hukukun temelini içeren, özetle hakkı açıklayan, batıldan ve eğrilikten uzak ve sırf hak yolu, adaleti ve doğruyu gösteren bir hidayet düstüru olarak indirdik ki, bütün insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği hak ilim ve mutlak vahiy ile hükmedesin: İnsanlar arasında itikadî veya amelî her çeşit anlaşmazlıkların halledilmesinde Allah'ın kitabını, düstür ve vahyini, hüküm dayanağı edinip, hak ve hakikatle, hakkıyla hükmedesin ve ayırım yapmadan herkese kazandığı hakkını veresin. Yani kitabın asıl iniş hikmeti, insanlar arasında hükmetmek ve hakim olmak için, hakkı gösteren bir esas olması ve bunun Peygamber'e indirilmiş olmasının hikmeti de Peygamber'in Allah tarafından gelen vahyi ve vahiyden elde edilen ilmi başlı başına hüküm merkezi edinmesi ve vahyin geldiği hususlar da buna aykırı diğer sebepleri ve delilleri dikkat nazarına almamasıdır. Çünkü diğer deliller sırf zahirî (görünür) olduğu halde, vahiy temel hakka uygun, zorunlu bir ilimdir.

Demek ki hakimin görevi ne kendinin, ne de şunun bunun rey ve arzusunu değil, ancak hakkı (doğruyu) takip etmesi ve kesin olarak bildiği bir hakkın zıddına asla hükmetmemesidir. Burada hakimin bilgisinin muteber olduğuna bir delil vardır. Fakat bunun bir rey ve ictihad değil, bir ilm-i şuhudî (görmeye mahsus ilim) olması şarttır. Bunun için Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki, "Allah'ın bana verdiği rey ile hükmettim" demeyiniz, çünkü "Allah'ın sana gösterdiğiyle" demek vahiydir ve Peygamber'e mahsustur. Sizin kanaatınız ise ilim değil, nihayet bir zandır. Şu halde hakimler, sırf rey ve kanaatleriyle hükmedemezler, sebep (neden)lere ve sabit olan vasıtaların araştırılmasına ve onların delaletine uymaya mecburdurlar. Bununla beraber asıl maksat doğruya isabet olduğundan hakimin ilm-i şühûdî (görmeye dayanan ilim) ile bildiği bir hususta bilgisinin dışında hükmetmesi asla caiz olmaz.

İşte ey Muhammed (s.a.v.), sen Allah'ın gösterdiği vahy ile hükmet, hainlerin iyiliğine, yararına savunucu olma, yani kim olursa olsun, isterse ümmetinden olsun, isterse başka dinden olsun, hainleri savunmak için temiz olanlara düşmanlık etme; daha açıkçası hainler adına müdafaa vekili olma, avukatlık etme. Bu âyetlerin Beni Übeyrik (Übeyrik Oğulları) olayı hakkında inmiş olduğunda tefsircilerin ittifak ettikleri naklediliyor. Ebu Hayyan'ın nakline göre, "Kirmânî demiştir ki: 'Bu âyetlerin, Beni Zafer b. Haris'ten Tu'me b. Übeyrik hakkında inmiş olduğunda tefsircilerin ittifakı vardır.' Ancak İbnü Bahr demiştir ki: 'Münafıklar hakkında indi ve bu "size ne oldu ki münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız?" (Nisâ, 4/88) ilâhî sözüne bağlıdır". Übeyrik'in Beşir, Bişr, Mübeşşir adlarında üç oğlu bulunduğu ve bunlardan Beşir'in, başkalarına isnat ederek sahabe hakkında hicviyye söyleyen bir münafık olduğu rivayet edildiğine ve Tu'me denilen de bu Beşir olduğuna göre İbnü Bahr'in sözü de bu ittifaka aykırı değildir. Bunun için Razî, mutlak oluşu üzere der ki: "Bu ayetlerin çoğu Tu'me b. Übeyrik hakkında inmiş olduğunda tefsirciler ittifak etmiştirler." Fakat olayın durumunda birkaç rivayet vardır: Birisi: Tu'me zırhlı bir gömlek çalmış, istenince hırsızlığı bir yahudiye atfetmiş. İkincisi: Zırh kendisine emanet olarak bırakılmış, şahit de yokmuş, istenince inkâr etmiş. Üçüncüsü: İstendiği zaman yahudinin çaldığını iddia etmiş... Tefsircilerin çoğunluğunun tercih ettiklerine göre rivayetlerin özeti şudur: Ensar'ın yanında Zafer Oğulları'ndan Tu'me b. Übeyrik adında birisi, komşusu Katade b. Nu'man'dan bir gece bir un dağarcığı içinde bir zırh çalmış. Dağarcığın yırtığından un dökülerek götürmüş. Zeyd b. Semin adında bir yahudinin yanına bırakmış. Tu'me aranmış, zırh bulunmamış; almadığına ve bilmediğine yemin etmiş, bırakmışlar. Un izini takip etmişler, yahudinin evine varmışlar ve bulmuşlar. Yahudi bunu kendisine Tu'me'nin getirip bıraktığını söylemiş ve yahudilerden şahitlik edenler de olmuş. Zafer Oğulları Peygamber'e gitmişler. Tu'me'nin temiz olduğuna ve yahudinin hırsızlığına şahitlik etmişler ve Tu'me'yi müdafaa edip müslümanlık adına yahudilerle mücadele etmesini rica etmişler, Resulullah da görünüşte müslüman olan Tu'me'nin yeminine ve bunların şahitliklerine dayanarak öyle yapmak istemiş, bunun üzerine Allah tarafından bu âyetler inmiş ve hain ile temizi doğrudan doğruya bildirerek Resulullah'ı irşad ve hata etmekten korumuştur. Buna karşı Tu'me Hakk'a teslim olup tevbekar olacak yerde Mekke'ye kaçmış ve dinden dönmüş. Önce Sülafe binti Sa'd (Sa'd kızı Sülafe) adında bir kadının yanına inmiş, Hz. Hassan'ın bir şiirinden dolayı kadın bunu kovmuş, sonra Selim Oğulları'ndan Haccac b. Allat adında birinin yanına gitmiş, orada da bir hırsızlık yapmış kovulmuş. Daha sonra yine hırsızlık için bir evin duvarını delerken duvar yıkılmış, altında kalmış, bir rivayette bununla da ölmemiş, Mekke'den çıkarılmış. Araplardan bir tüccar kafilesine karışmış, bunlardan da bir mal çalmış, kaçmış ve fakat tutmuşlar, feci bir şekilde öldürmüşler. Bundan dolayı da İslâm dininde dinden dönenlerin halini ve sonucunu gösteren "Her kim, hidayet kendisine belli olduktan sonra peygambere muhalefette bulunursa..." (Nisâ, 4/115) âyeti inmiştir. Şu halde iniş sebebine göre "hainin" (hainler)den maksad, bu Tu'me ve buna yardım edenler, genel olarak da bu gibi haksızlar ve ahlâksızlardır.

106-108- Şimdi hakimiyet hakkı meselesinin önemini, hakimlerin, şahitlerin, avukatların sorumluluklarındaki dehşeti anlamalı ki, Allah Teâlâ, görünürde İslâm'a ve kavminin istek ve şehadetine dayanarak Tu'me'yi savunmaya meyletmiş olmasından dolayı Peygamber'i hata etmekten korurken, daha doğrusu kendisine gaybı haber veren bir mucize bahşederken bir hakimin, bilmeyerek de olsa, açık sebeplere aldanarak da olsa, bir hain yararına meyledip zimmeti temiz olan (aklanmış) bir kimseye düşmanlık etmesinin, aslında bir kusur olduğuna işaret için o hainleri savunucu olma, ve Allah'a istiğfar et. Çünkü Allah affını isteyenlere gafûr, rahîmdir diye istiğfara davet etmeden diğer hatırlatmalara geçmemiştir. Allah'ın lütuf ve rahmetiyle hikmet ve peygamberlik sayesinde böyle bir kusur ve hatadan koruduğu, sonra iyilikle anılacaksa da, ilk önce istiğfara davet edilmesi her halde bir belağatlı azarlamaya işaret eder. Şu halde bu belâğatlı azarlamayı hainlerin hainliklerini, haksızların haksızlıklarını bile bile zulüm ve hainliğe yardım edenlere ve bir menfaat hissi veya taassup ve yağcılık sebebiyle haksızlığa imrendirip ve teşvik edenlere ve aynı şekilde hükmünde, Hakk'ın hükümlerini esas almayıp kendi rey ve arzusuna tabi olanlara karşı şiddetini tasvir etmek mümkün olmayan gayet dehşetli bir tehdit ve korkutmayı ve tevbeye teşviki içine alır. Bunun için bu şiddet ve akıcılıkla hatırlatmaya devam olunarak buyuruluyor ki: Kendilerine hainlik edenler tarafından veya onlardan dolayı mücadele etme. Böylelerinin ne himaye eden vekili ol, ne şahitlikleriyle hükmet.

Nefsine hainlik, kendini aldatmak, bir gelir sağlıyor zannıyla bir zarar getirmektir. Bunun için bir insanın günah işlemeye gayret ederek kendini azaba maruz kılması, kendini aldatmak ve Allah'ın emaneti olan nefse hainlik etmektir. Haine taraftar olmak da nefsine bir hiyanettir. "Allah, günahkâr ve hain olan kimseyi sevmez." "Havvan", pek hain, "esîm", pek günahkâr, yani hainlikten sakınmayan ve günahtan çekinmeyen demektir. Bu ifade de, ısrar ve alışkanlıktan çekindirme ve tevbeye bir teşvik vardır. Burada nefse hainliğin bir şeklini izah ve kendilerine hainlik edenlerden belli bir kısmın tasviri vardır ki, bunlar Allah'ın razı olmayacağı sözler söylerler ve bunu yaptıkları zaman, Allah yanlarında iken, O'ndan gizlemezler, Allah'a karşı bunu yapmaktan çekinmezler de insanlardan gizlerler. Yukarda da açıklandığı üzere "tebyit" kelimesi, "beytûtet"ten veya "beyt"ten alınmıştır. "Beytûtet"ten olduğuna göre, bir işi geceleyin düşünmek, geceletmek, gece karanlığında yapmaktır. "Beyt"ten olduğuna göre de, bir sözü manzum bir beyit, bir şiir yapar gibi uğraşıp uydurmak, tanzim etmeye çalışmaktır. Bu gibi kimseler de zihinlerinde veya aralarında kötü fikirler tertip ederler. Bunları herkesten gizli tutmak için geceleri kendilerine mahsus gizli yerlerde toplanarak veya veznine, konusuna uydurup beyit tanzim eder gibi çalışarak ve süsleyerek Allah'ın razı olmayacağı bir takım kararlar verirler, yalan-yanlış şeyler uydururlar ve bunları yaparken Allah'tan korkmazlar, onu hiçe sayarlar da insanlardan son derece çekinirler ve onları aldatmaya çalışırlar. Halbuki onlar ne yapıyorlarsa Allah hepsini kuşatıcıdır. Hiçbirini kaçırmaz, erinde, gecinde cezalarını verir, böyle yapanlar sonunda kendilerini aldatmış, nefislerine hainlik etmiş olmaktan başka bir şey yapmış olmazlar. Yaptıkları fenalık, bulundukları muhitin içindedir. Tu'me gibi hainleri müdafaa ve himaye etmek isteyenler de bu gibiler arasında bulunduğu için bu tasvir üzerine çeşitli uslubda hitap ile ve onlara sözü çevirerek buyuruluyor ki:

109-Ey hainleri savunanlar! İşte siz, onlarsınız, o kendilerini aldatan, nefislerine hainlik eden kimselersiniz ki, bu dünya hayatında o hainler tarafından mücadele ettiniz. Haydi dünyada bunu yapabilirsiniz.

Fakat böyle yapmakla onları gerçekten kurtardınız mı? sonra "Kimsenin, kimse yerine hiçbir şey ödeyemeyeceği bir gün" (Bakara, 2/123) olan kıyamet gününde o hainler tarafından kim mücadele edecek? Veya onlar üzerine kim himayeci vekil olacak? Bütün o amelleri kuşatan Allah Teâlâ'nın azabına karşı onların himayesini, avukatlığını kim üzerine alacak düşünmüyor musunuz? Şu halde siz dünyadaki bu mücadelenizle o hainleri kurtarmış olmadığınız gibi, tersine onların sorumluluklarına iştirak ederek nefsinize hainlik etmiş ve kendinizi aldatmış oluyorsunuz. Ve Allah Teâlâ Peygamberine buyurduğu için, kendinizi onun şefaatinden de mahrum etmiş bulunuyorsunuz. Bununla beraber bu böyledir diye ümidinizi kesip de kendinizi büsbütün hainliğe kaptırmayınız, hemen tevbe ve istiğfar ediniz.

110-111- Çünkü her kim başkasına bir kötülük yaparsa, veyahut kendisine zulmeder de sonra Allah'a istiğfar ederse Allah'ı bağışlayıcı ve merhamet edici bulur. Fakat, "adam sen de, Allah gafüru'r-Rahîmdir." diye, kibire kapılıp da günahı hafif görmemelidir. Zira her kim bir günah kazanırsa, onu ancak nefsine kazanmış olur. O günahı ile bozulan kendi nefsidir. Ve onun zarar ve vebalini çekecek olan ancak kendisi olur. Ve bunun için her günah, nefse bir hainliktir. Günahtan kaçınmak gerekir. Çünkü Allah affedici ve esirgeyici olmakla beraber "Allah her şeyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir" de, ilmi ile her şeyi, herkesin her maksadını, gizli, açık her günahını bilir, hikmetinden dolayı da her günahı işleyene isnad eder, cezasını ona çektirir.

112-O halde her kim bir hata veya günah kazanır da sonra bu kazandığını hiç ilgisi olmayan temiz bir kimseye atarsa, muhakkak ki bir iftira ve açık bir günah yüklenmiş olur. "Hatie" (hata) ile "ism" in ayırımında üç şekil vardır: Birincisi, "hatie", küçük günah; "ism", büyük günahtır. İkincisi, "hatie", yapanda kalan küçük günah; "ism" ise zulüm ve öldürme gibi başkasına tecavüz eden geçici günahtır. Üçüncüsü, "hatie", gerek isteyerek olsun, gerek bilmeden olsun, yapılması layık olmayan; "ism" ise, isteyerek meydana gelendir. Demek ki, başkasına iftira edilen günah, gerek büyük, gerek küçük olsun, her iki takdirde iftiranın kendisi pek büyük bir günahtır. İftiranın mahiyeti birdir. Başkasına, yapmadığı bir kötülüğü iftira etmek, aslında ağır ve büyük bir günah olduğu gibi, kendi günahını başkasına yüklemek, o günaha bu ağır ve büyük günahı ilave etmektir. Bundan dolayı bütün bunlardan kaçınmak ve şayet böyle bir şey olmuşsa, derhal tevbe ve istiğfar edip helallaşmak lazım gelir.

Bu hatırlatmalardan sonra, böyle nefislerine hainlik edip geceleri fitne kurmakla meşgul hainlerden bir kısmının Allah'ın Resulü'nü bile gaflete düşürmek ve sapıtmak istediklerini haber vermek ve buna karşılık Resulullah'ın Allah Teâlâ'nın lutfuyla masum olduğunu ilân ve yüksek mevkiini açıklamakla şükür ve mücahedeye sevketmek için geçmiş azarlamanın sırf nimet olduğunu gösteren özel bir lütuf ve iltifat ile buyuruluyor ki:

113-Ey Muhammed! Üzerinde Allah'ın lütfu, yani her nimetten fazla bir nimet olan nübüvvet (peygamberliğ)i ve rahmeti, yani hıfzetmesi ve koruması olmasaydı o hainlerden bir güruh seni muhakkak şaşırtmak istemişlerdi. Zira Tu'me'nin kavmi, onun hırsız olduğunu bildikleri halde Peygamber'e gelmişler, onu müdafaa ve mücadele ile beraet ettirmesini (temize çıkarmasını) ve hırsızlığı yahudiye isnat etmesini istemişler ve bu şekilde batıl ve yanlış bir hüküm verdirmek istemişlerdi. Halbuki onlar bununla başkasını değil, ancak kendilerini sapıtıyorlardı. Günah ve düşmanlığa yardım ve yalan yere şahitlik ve iftira ile kendilerini sapıklığa düşürüyorlar, şu anda ve gelecekte sana bir zarar yapmış olmuyorlardı. Çünkü sen hükmünü, zahir-i hal (durumun görünüşün)e dayandıracaktın ve aksi bilinmedikçe ve sabit olmadıkça bir hakimin vazifesi de zahir (görünüş) ile hükmetmek olacağından, o hükmün sorumluluğu sana ait olmayacaktı. Halbuki sen bu kadarla kalmış değilsin Allah sana kitap ve hikmet indirdi, ve bilmediğin sırları ve gerçekleri sana bildirdi. Kitap, her delilin üstünde bir delil; hikmet, ilim ve amelde hak (doğru) ve sevaba isabet için en büyük bir haslet ve bu, ilm-i ledün (Hak katından gelen bilgi) görünenin ötesini gösteren ve zahir ve batında hatadan ve zarardan koruyan bir ilâhî rahmet, bir ayn-i yakin (gözle görerek kazanılan kesin bilgi), ve bu şekilde Allah'ın sana lütfu büyük oldu. Şu halde sen, umumi peygamberlik ve tam riyaset (başkanlık)le zahir (dış) ve batın (iç)da hatadan korunmuş olarak hükmedersin ve sana hiçbir şekilde bir zarar gelme ihtimali yoktur.

114-O hainlere bakma onların fısıltılarının, gece fesatçılık etmek için toplanıp gizli konuşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak bu arada sadaka veya bir iyilik veya insanlar arasında bir ıslah emredenler, bu üç maksaddan biri için toplanıp gizlice konuşanlar hariç. Ve her kim bunları Allah rızası için yaparsa yarın ona büyük bir ecir veririz. Demek ki başka bir maksatla değil, Allah rızası için olmak şartıyla bu üç maksaddan birisi için toplanma aktedip gizlice konuşmak, istişare ve müzakere etmek caiz ve hatta mendubtur. Bunların dışındaki toplanmalarda ve gizli müzakerelerde ise hiçbir hayır yoktur. Müminlerin bunlardan sakınmaları ve bu gibi toplantılara iştirak etmemeleri ve hatta yasaklamaları gerekir.

Sadaka, Ma'ruf (iyilik), Islah-ı beyn (arayı düzeltmek) : Bu üç kelime hayırlı işlerin hepsini içerir. Zira insanlara geçen hayırlı amel, ya menfaatin ulaşması veya zararın defedilmesi içindir. Menfaat ise, ya mal vermek gibi cismanidir ki "sadaka" ile bu çeşide işaret olunmuştur. Veya ruhanidir ki emr-i bi'l-maruf (iyiliği emretmek) ile de bu çeşide işaret edilmiştir. İnsanlar arasını ıslah etmek de, zararı defetme kısmına işarettir. Görülüyor ki bütün bunlarda sevab vaadi emre değil, "her kim yaparsa" diye fiile bağlanmış ve Allah rızası için olmakla da kayıtlanmıştır.

115- Her kim bu şekilde kendisine hak ortaya çıktıktan (yani yukarda geçtiği üzere kitap, hikmet ve Hak'dan gelen ilim ile gerçeği açıklayarak peygamberlik ve Muhammedî hakimiyeti isbat ve açıklayan gayba ait mucize ve ilâhî hidayet anlaşıldıktan) sonra Peygamber'e karşı çıkar, ve müminlerin yolundan başkasına uyarsa, biz onu döndüğü tarafa çevirir, ve cehenneme basarız, ve fakat bilir misiniz o cehennem ne kötü bir yerdir? ". Bu âyet yukarda nakledildiği üzere Tu'me'nin hainliği ilâhî açıklama ile ortaya çıkınca Hakk'a kendini teslim etmeyip Mekke'ye kaçması ve dinden dönmesi üzerine inmiştir.

"Şikak" ve "müşakka" kelimeleri, "şakk" dan türemiştir, "ayrılıp muhalefete geçmek" mânâlarına gelir.

Müminlerin yolu, itikad (inanç) ve amelde müminlerin tuttuğu tevhid yolu ve sağlam dindir ki, Allah'a, Allah'ın Resulü'ne ve ulu'l-emre itaat yoludur. Bundan başkasına tabi olmak da tevhid yolundan çıkmaktır, müminler yolu olmayacağı bellidir. Şu halde Allah'ın Peygamberi'ne karşı çıkmak, müminler yolundan başkasına gitmek demek olacağı açık olduğu halde, bunun diye ayrıca açıklanması, elbette dikkate şayandır. Demek ki, Allah'ın Resulü'ne ittiba (uymak) gibi, müminlerin yoluna uymak da açıkça istenmektedir. Resulullah'dan kesin delil (nass-ı kat'i) gelen hususlarda Resulullah'a karşı çıkmakla müminlerin yoluna gitmemek mütelazim (birbirinden ayrılmayan) ve aynı şey ise de nass (dini delil) gelmeyen hususlarda bu telazüm (beraberlik) açık değildir. Müminler (Nisâ, 4/83) nassına uygun olarak ittifak ve icma ile bir yol tuttukları zaman bazı kimseler müminlerin tuttuğu bu yola karşı çıktıkları halde Resulullah'a doğrudan doğruya karşı çıkma ve muhalefet etme mevkiinde bulunmamış olduklarını iddia edebilirler. İşte dan sonra kaydının açıklanması bu ikisinin bizzat matlub ve gerekli bulunduğunu, yani Resulullah'a karşı çıkmak, müminler yoluna gitmemek demek olduğu gibi, müminler yoluna gitmemek de Resûlullah'a karşı çıkmak demek olduğunu açıkça anlatmış ve buna binaen icma-ı ümmet (İslâm bilginlerinin ittifakı) ile dahi doğrunun ortaya çıkacağını ve ona da uymanın farz olduğunu göstermiştir. Bunun için Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat bilginleri, bu fıkrayı icma-ı ümmete uymanın farz olduğunu ifade için sevkolunmuş bir delil olarak anlamışlar ve delalet yönünü çeşitli şekillerde izah etmişlerdir. "İttiba" kelimesi de asıl meselenin uyma esası üzerinde cereyan ettiğini gösterir.

"İslâ" kelimesi, bir şeyi yakmak için ateşe atmak ve ateşe atıp durdurmaktır. İşte doğru yol ortaya çıktıktan sonra Peygamber'e karşı çıkan ve müminler yolundan başkasına uyan mürted (dinden dönen)in sonu budur. Bunu geçici sanmamalı ve yalnız Tu'me gibi dönmelere de mahsus zannetmemelidir.

116-Çünkü "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar." Yukarda ve yine bu sûrede bu âyetin benzeri kitap ehli hakkında geçmiş ve açıklanmıştı. Burada da Tu'me gibi dönmelerle beraber kitap ehlinden başka olan küfür ve şirk ehli açısından sevkolunmuştur. Bunun için orada "Mesih Allah'ın oğludur", "Uzeyr Allah'ın oğludur" gibi, oğul isnat ve iftirasına işaretle "Kim Allah'a şirk koşarsa mutlaka büyük bir günah ile iftira etmiş olur." (Nisâ, 4/48) buyurulduğu halde, burada şöyle buyuruluyor: Her kim Allah'a ortak koşarsa artık derin bir sapıklık ile sapıklığa düşer gider. Yani öyle sapıtır öyle sapıtır ki, doğru yoldan pek uzaklara düşer, ilâhî mağfiret ve rahmetten uzaklaştıkça uzaklaşır. Şu halde şirk (Allah'a ortak koşmak), hem Hakk'a bir iftira ve büyük günah, hem de derin bir sapıklıktır. Ve her iki şekil de büyük zulümdür. Bununla beraber bazı müşrik (Allah'a ortak koşan)lerde iftira durumu açık, bazılarında da sapıklık durumu açıktır. Bunun için her birinde affedilmemek, yerine göre bir sebebe bağlanmıştır. Kitap ehlinin şirki, sapıklıktan çok, bir iftira eseri; diğerlerinin şirki iftiradan çok bir sapıklık eseridir. Şu halde biri ahlâksızlığa, biri de cehalete dönüyor demektir. Ve bunların her ikisinin de tevbesiz affedilmesi mümkün değildir. Fakat bilgisizlikten doğan şirk sahiplerinin ilmî ve aklî gelişmeler ile şirkten vazgeçmeleri düşünülebildiği halde, sırf ahlâksızlıktan doğan şirk erbabı, ilimde ilerledikçe azgınlık ve sapıklığını artırır, iftirasına devam etmek için daha çok vasıta bulmuş olur. Bundan dolayıdır ki, kitap ehli hakkında "O kitap verilenlerin ihtilaf etmeleri ancak kendilerine ilim geldikten sonra olmuştur." (Âl-i İmran, 3/19) buyurulmuştur. Gerçi ilmin, ahlâkı düzeltmek hususunda büyük önemi vardır. Fakat ahlâk işi, ilimden çok bir irade ve ihtisas işi olduğundan, iman için sadece bilgi yetmediği gibi, ahlâka ait teminatlar için de sadece ilim yeterli değildir. Eğer yeterli olsaydı, hiç bir kimse hakkı bilirken yalan söyleyemez, tersine hareket edemezdi. Bir gaflet, bir şehvet, bir öfke, bir haset, bir alışkanlık, bir ümit, bir ümitsizlik, bir gurur, bazan bir kimseye pek iyi bildiği bir gerçeğin ve hatta bütün bildiklerinin tersini yaptırmaya yeterli olur. "İnsan bir hakkı anlar da kabul etmez olur mu?" diyenler, herhangi bir yalancının, doğrusunu bilip dururken yalancılık ettiğini ve herhangi bir dolandırıcının bilerek dolandırdığını düşünemeyenlerdir. Bunlara, "Öyle ise kesenizi önünüze gelen adama teslim eder misiniz?" denirse, "hayır" diyeceklerinde şüphe yoktur. Aynı şekilde, "bütün kötülüğün başı bilgisizlikte ve eğitimsizliktedir" diyenler, zeki veya tahsil görmüş şerlilerin şerrinden daha çok korktuklarını hesap etmeyenlerdir. İblis bunun en büyük örneği, şeytanlık da bu mânânın menba ve kaynağıdır. Cahillerin şirki de esasında böyle şeytanlık yapan hainlerin hakkı bozmakla tezvir (yalan-dolan) ve iftiralarına aldanıp kapılmalarının eseridir. Aldatma araçlarının en tesirlisi şehvet ve şehvete çağıranın en heyecan vericisi ise kadındır. "İnsanlara, kadınlardan gelen şehvet sevgisi süslü gösterildi" (Âl-i İmran, 3/14).

117-İşte Nisâ sûresinde şirk ehlinin iki çeşidi, birbirine benzeyen iki âyette, iftira ve sapıtma durumlarıyla tesbit edilerek affolunmamakta, birleştirildikten ve bu şekilde buradan yukarıya dikkat çekildikten sonra bunların derin sapıklıkları Nisâ sûresinin konusu ile uygun olmak üzere şu şekilde açıklanıyor:

Allah'a ortak koşanlar Allah'ı bırakarak ancak inâs (dişiler)a dua ederler, kancıklara çağırır ve kancıklara taparlar, onların en çok taptıkları, gönül verip yalvardıkları veya adına davet ettikleri tanrıları kancıklar olur. Bunların nazarında ilâh düşüncesi, mabud tasavvuru, her şeyden önce bir kadın hayalidir. Ve bunun içindir ki, putların çoğunluğu dişi şeklinde, dişi ismindedir. Bunlar nefislerinden başka bir fail (yapıcı) görmek istemediklerinden, tanrılarını etkin, hakim, faal olmak üzere değil, kendilerine itaat etmek mevkiinde bulunacak, isteklerine boyun eğecek dişi unsurlarda alıngan durumlarda ararlar ve bu ruh halinden dolayıdır ki, bir işte kendilerine bir başkan seçecek olsalar, böyle yumuşakları ve acizleri seçerler. Tefsirciler burada "inas" kelimesini, hakiki olmayan müennes (dişi) mânâsıyla "asnam" (putlar) diye yorumlamışlar ve bununla inas (dişi) şeklinde süslenir, dişi isimleriyle anılır bir takım putlara tapıldığını göstermişlerdir. Arap müşriklerinin "el-Lat", "el-Uzzâ", "menât" gibi kadın isimleriyle isimlenmiş bir çok putları vardı ki, "el-Lât", "el-Lâh"ın dişisi; "el-Uzzâ", "el-Aziz"in dişisidir. Ve denilmiştir ki, Arabın her kabilesinin bir putu vardı. Ve "filan oğullarının unsâsı, filan oğullarının unsâsı" diye anarlardı. Yani puta unsa (dişi) derlerdi. Yunanlılar ve diğerleri gibi putperest toplumların putlarının çoğunun da dişi olduğu bilinmektedir. Şu halde bu mânâ aslında doğrudur. Fakat bunu anlamak için "inas" kelimesini hakiki mânâsından çıkarmaya gerek yoktur. Her hayal, bir gerçeğin yansıması olduğundan, bu hal "inas"a çekilmenin bir neticesi olarak düşünmek ve "inas"ı hakiki mânâsıyla mütalaa etmek hem asıldır, hem de âyetin ifade ettiği mânânın ruhuna daha uygundur. Yani müşrik ruhunun, tanrıdan gayesi kadındır. Onun kanaatince tapınmanın en büyük misali kadına tapmadır (culte de femme), o bütün zevkini, bütün ilhamını kadından almak ister, kadın zevki onun için en büyük lezzet olur. Onun bütün hayallerinin başında bir kadın hayali vardır. Ve bundan dolayı, her oturduğu yerde, her hürmet edeceği mevkide güzel bir kadın resmi arar. Putların ve hele pek çok putların kadın ismiyle isimlendirilmiş olması da kadına tapmanın rûha hakim olmasından doğmuştur. Putların yerleri buna bir remiz, bir timsal olmaktan ibarettir. Bu şekilde fevkalade veya hayal edilen güzellerin resimleri genelleştirilerek, onların hayalleri karşısında, diğer kadınlar hakir görülür. Ve en çirkin bir kadının, en güzel bir puttan daha kıymetli olması gerekirken, tanrısını kadın kabul eden müşriklerin elinde gerçek kadınlar öyle bir aşağı düşerler ki, hürmet şöyle dursun, en basit insani haklardan bile mahrum edilirler. Davaya bakarsınız kadın herşeydir, tatbikata bakarsınız kadın oyuncakların en düşüğü olmuştur. Bu hal müşriklerin öyle bir sapıklığı ve şeytanların öyle bir aldatmacasıdır ki, herhangi bir şeyi sevecek olsalar, ona mutlaka bir kadın tasavvuru karıştırırlar. Güneşe taparlar, dişi tasavvur ederler. Yıldıza taparlar, dişi tasavvur ederler. Meleklere taparlar, dişi tasavvur ederler ve bu şekilde bütün tapmanın zevkini şehvetlerde toplayıp, hakları, gerçekleri hayallere feda ederek, kadın hayalleri karşısında gerçek kadınları ayak altında süründürürler.

Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, tapmanın bir sevgi ve ümid, bir de korku ve saygı yönü vardır. Dua, her şeyden önce, sevgi ve ümid ifade eden bir ibadettir. Halbuki müşriklerin, korku ve saygı tanrıları da yok değildir. Ve böyle korku ve dehşet tanrıları da çoğunlukla erkeklerden seçilmiştir. Nitekim Arapların da Hübel ve Zü'l-Huleysa gibi erkek isimli putları da vardı. Bunlardan kaçılır ve şerlerinden kurtulmak için tapılır. Bu, gerçek bir tapma değil, bir çeşit yağcılıktır. Bunlar, bir velî olmaktan çok, bir nasîr (yardımcı) gibi tutulur ve birinin şerrinden, diğerinin kuvvetine sığınılır. Müşriklerin karşısında birer kadın kesilirler ve bir kahramana boy gösterisi yapan veya sığınan kancık bir kadın halinde döşenir, yalvarır, yaltaklanırlar. Şu halde tahsisi, nasıl doğru olur denilmemelidir. Önce akla böyle bir soru gelmemesi için mutlak mânâda "İbadet ediyorsunuz." buyurulmamış, "Dua ediyorlar." buyurulmuş ve bununla müşriklerin derin sapıklıkları asıl sevgi ve ümid yolundan başlamış olduğu anlaşılmıştır. İkinci olarak istisnâ-i müferrağı, duanın mef'ûlü olduğu gibi, failinden hal olması da caiz olacağından, müşriklerin Allah'ı bırakmakla O'nun gücünden çok aşağı olan kuvvetler karşısında inâs (dişi) durumuna düştüklerine de işaret olunmuş olur.

Evet, müşrikler Allah'ı bırakırlar da ancak "inas" (dişi)a dua ve ibadet ederler. Veya Allah'ın kudreti altındakilere kadın gibi yalvarırlar, ve böyle yapmakla inatçı şeytana dua ve ibadet etmiş olmaktan başka bir şey de yapmış olmazlar. Bunu onlara yaptıran, teşvik eden şeytandır. Onların dişiye tapmaları ya şeytana tapmanın aynı veya başlangıcı veya sonucudur. En yüksek sevgilerini bir Allah'a tahsis etmeyip de kadınlara tahsis etmiş olanlar, şeytana aldanmaktan, şeytana kul olmaktan kurtulamazlar. Nitekim "Kadınlar şeytanın ağlarıdır" denilmiştir. Şeytanlar başka yol ile aldatamadıklarını en çok kadınla aldatırlar. Bu şekilde müşriklerin putlara tapışları da şeytanın emridir. Aynı şekilde bütün hareket ve kuvvetin kaynağı olan Allah'ı bırakıp da O'nun dışındakilere kadın gibi yalvaranlar, kendilerini inatçı bir şeytana teslim etmiş olmaktan başka bir şey yapmış olmazlar.

"Merîd" ve "mârid", hayır ile ilgisi yok demektir. Türkçede buna bozulmuş olarak "meret" denilir. Bu maddenin aslî terkibi, kaypaklık mânâsıyla ilgilidir. Nitekim emred, yalabık; " Sırçadan yapılmış yalçın sırça saray" (Neml, 27/44) ; mürada', ot bitmez kumsal yer veya kasığında kıl bitmez kadın; şecere-i müradâ', yaprağı dökülmüş çıplak ağaç demektir.

118-120-Öyle bir inatçı şeytan ki Allah onu lanetlemiş, hayır ile ilgisini kesip kendinden uzaklaştırmıştır. O da Allah'a yemin ederek demiştir ki elbette ben senin kullarından muayyen, mukadder bir nasib alacağım ve elbette onları haktan şaşırtıp saptıracağım, ve elbette onları kuruntulara düşüreceğim, yani dipsiz emeller, boş ümitler, yalan sevdalar, batıl düşünceler, idealler, umumcamalarla imrendireceğim, ve elbet onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını doğrayacaklar, bu şekilde Allah'ın helal kıldığını haram kılacaklar. Araplar bir dişi deve beş defa doğurur ve beşincisi erkek olursa kulağını dilerler ve artık ondan faydalanmayı haram sayarlardı. Bazı tefsirciler de demişlerdir ki, putlara ibadet için kurbanlık nişanesi olmak üzere hayvanların kulaklarını keserler ve bu, bir küfür iken ibadet zannederlerdi. ve muhakkak emredeceğim de Allah'ın hilkatini değiştirecekler. Yaratılışın şeklini veya sıfatını değiştirerek durumunu başka şekle sokacaklar, fıtratının kemaline götürecek yerde bozacaklar, çığırından çıkaracaklar. Tefsirlerde gelen misallere bakarak kadını erkek, erkeği kadın yapmaya çalışacaklar; kadın yerine erkek, erkek yerine kadın kullanacaklar; bıyıklarını sakallarını yolacaklar, yüzlerini boyayacaklar, kılıklarını değiştirecekler; kulak; burun kesip göz çıkaracaklar, erkekleri iğdiş edip hadım ağası yapacaklar, uzuvlarını yaratılış görevlerinin dışında kullanacaklar; nikâh yerine zina edecekler, temizi bırakıp pisliklere koşacaklar, menfaati bırakıp zararı seçecekler, ciddilikleri atıp eğlenceye heves edecekler, vazifeden kaçıp oyuna gidecekler; doğruluğu budalalık, eğriliği hüner sayacaklar; helâla haram, harama helâl, iyiye kötü, kötüye iyi diyecekler; hayır yerine şer işleyecekler, imar edilmesi gerekeni yıkıp, yıkılması gerekeni imar edecekler; kanun-ı ıstıfa (seçme kanunu)yı kötüye kullanmak sûretiyle yaratılışın zıddına alışkanlıklar edinecekler, yaratılış kanunu zıddına işler yapacaklar, ruhlarının yaratılışındaki selamet ve saflıklarını bozacaklar, hak kanunu "Allah'ın, insanları, kendisine göre yarattığı fıtratı" (Rûm, 30/30) olan kuvvetli dini, doğru yolu, Hakk'a tapmayı bırakacaklar; yaratılanı yaratıcı yerine koyacaklar, tevhidden çıkacaklar, batıl dinler ve fikirler arkasında koşacaklar, şuna buna tapınacaklar, şeytanlık peşinde dolaşacaklar, "Allah'ın yaratmasının değiştirilemez" (Rûm, 30/30) olduğunu bilmeyecekler, bilseler bile tanımayacaklar.

O inatçı melun şeytan lanetlenince Allah'a karşı bu beş sözü haliyle veya sözlü olarak yemin ile söyledi! Bu şekilde Allah'ın kullarına musallat olarak onlardan belli bir hisse almaya karar verdi ki, işte şirkin başı ve sapıklığın kaynağı budur. Kâinat içinde insanlara düşman olan ve insanların kalbine nüfuz ederek onları hak ve hayırdan şaşırtan melun bir geçici kuvvet vardır ki, Allah'ın emrine ilk isyan eden ve insanların aklını şaşırtan odur. Ve o inatçı şeytan Allah'ın lanetini ve bu sözleri söylemek kötülüğünü üzerinde toplayan böyle bir melundur. Ve müşrikler dişiye tapmakla veya dişi durumuna düşmekle böyle bir şeytana tapmış olmaktan başka bir şey yapmazlar. Halbuki, Allah'ı bırakıp da şeytanı veliyyü'l-emr (amir) edinenler, Allah'ın emrini dinlemeyip şeytana itaat edenler, artık çok açık bir şekilde zarar ederler. Zira şeytan onlara devamlı vaadlerde bulunur, arzular verir, ağızlarının suyunu akıtır, fakat o melun şeytan onlara gururdan başka bir şey vaad etmez.

"Gurur", insanın pek hoş bir şey buldum sanarak keyiflenip, sonra onun çok fena bir şey olduğunu anlayarak acı duyması, önceden yalan yere sevinip sonradan ciddi olarak yerinmesi, yani aldanmasıdır ki, şeytanın bütün vaadleri ve aldatmacaları hep böyle bir gururdan başka bir şey ifade etmez.

121- İşte bunların, o şeytanı dost edinen gururluların şeytanla beraber varacak yerleri, sonra varıp girecekleri yer cehennemdir. Ve ondan kurtulup kaçacak hiçbir yer bulamayacaklardır. Şeytan melun olduğu için ebedî olarak affolunmaktan hissesi yoktur. Şeytanın hissesine düşmüş, tuzağına geçmiş olan o müşrikler de, o melunun arkasında derin sapıklıklarla sapık ve affedilmekten mahrumdurlar. Meğer ki fırsat elde iken tevbe ve istiğfar edip, şirkten ve şeytanı dost edinmekten vazgeçmiş olsunlar. O zaman "Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar." (4/116) hükmüne girerler.

122-Bunlara karşı iman edip iyi işler, salih ameller yapanları da altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız, orada ebedî olarak kalacaklar, bu da Allah'ın verdiği vaaddir. Ve doğru olduğunda hiç şüphe yoktur. Çünkü Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?

123-124-Ey müslümanlar! Allah'ın hakkıyla vaad ettiği bu cennete girme gayesi; ne sizin kuruntularınızla olur, ne de kitap ehlinin kuruntularıyla. Naklonuyor ki, müslümanlarla kitap ehli birbirlerine karşı öğünmüşler, her biri Allah katında kendilerinin daha hayırlı olduğunu iddia etmiş, kitap ehli: "Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden önce, kitabımız kitabınızdan öncedir ve biz İbrahim'in dini üzereyiz" demişler. Yahudiler, "cennete ancak yahudi olanlar girecek"; Hıristiyanlar da, "Ancak Hıristiyan olan girecek" diye iddia etmişler. Müslümanlar da: "Bizim peygamberimiz, sizin peygamberinizden sonradır ve peygamberlerin sonuncusudur, kitabımız da sizin kitabınızdan sonra ve onlara hakimdir. Ve biz İbrahim, İsmail ve İshak dini üzereyiz, cennete ancak bizim dinimizde olanlar girecek" demişler. Bunun üzerine bu âyet ve devamı inmiş ve böyle kuru kuru öğünmelerle soyut arzular, kuruntular, ümitler, temennilerle cennete girilemiyeceği anlatılmış ve onun yolu gösterilmiştir. Allah'ın bu vaadine ermek için sadece kuruntu ve temenni kâfi gelmez, zira:

Gerek müslüman ve gerek kitap ehli, gerekse diğerlerinden her kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır, ya dünyada veya ahirette veya her ikisinde onun bir cezasını görür ve kendisine Allah'tan başka ne sığınacak bir dost, ne de kurtaracak bir yardımcı bulamaz. Erkekten olsun, dişiden olsun, her kim de mümin olarak güzel güzel ameller işler, yarayışlı işler yaparsa, işte bunlar cennete girerler ve bir nıkır (çekirdekteki küçük oyuk) kadarcık bile zulmedilmezler. Yani en küçük, çok önemsiz bir ölçüde bile hakları kesilmez. İşte cehennem görmeden cennete girme hususunda Allah'ın hak olan kesin vaadi bunlar hakkındadır.

"Nakir", aslında hurma çekirdeğinin üstündeki beyaz çukurcuğa denilir ki, fidan bundan biter. Nitekim yarığındaki ibliğe "fetil", çekirdeğe yapışık ince kabuğa da "kıtmir" denilir ve bunlar, ölçüler ve düşük miktarlardan kinaye olur. Dilimizde de, "çok ufak tefek" yerinde "nıkır", "kıtmir" tabir (deyim)i bilinmektedir. "İman ve güzel amel yapmak için en güzel din hangisidir?" diye münakaşaya, tartışmaya da gerek yoktur.

125- Dince o kimseden daha güzel kim olabilir ki, özünü, yüzünü tertemiz Allah'a tutmuş, teslim etmiş ve bu halde her ne yaptıysa güzel yapmış, hasenat (güzellikler) işlemiş, kötülük yapmamış, işlediği iyilikleri de Allah huzurunda yaptığını bilerek gücü yetebildiği kadar en güzel şekilde yapmış, ve hanif, yani diğer dinlerden yüz çevirmiş bir muvahhid (Allah'ı birleyen) olarak İbrahim milletine, İbrahim'in izince giden topluma uymuştur. Çünkü Allah İbrahim'i halil (dost) edinmiştir. Bundan dolayı ona uyan toplum, "Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddikler, şehitler ve salih kimselerdir." (Nisâ, 4/69).

"Halil", bir kimsenin işleri ve sırları arasına giren ve sevgisi, kalbinin her yerine nüfuz eden dostu demektir ki, hiçbir eksikliği olmayan sevgi mânâsına "hullet"den alınmıştır. Ve Allah'ın İbrahim'i halil (dost) edinmesi, onu bir dost gibi özel seçim ile lutfetmiş ve Rabbânî sırlara mazhar kılmış olmasından mecazdır. Allah Teâlâ, İbrahim Aleyhisselamı bir takım kelimeler ile imtihan etmiş, o da onları tamamlamış olmakla "Ben seni insanlara önder yapacağım." (Bakara, 2/124) ikramıyla en güzel önder yapmış, hayat verme sırrını, yüksek ve alçak gayb âlemini göstermiş, o da toplumunu peşi peşine ilâhî tevhide davet etmiş, putlara, yıldızlara, Güneş ve Ay'a tapmayı yasaklamış, Tağut'a karşı gelmiş, Allah uğurunda ateşlere atılmaktan, oğlunu kurban etmekten, malını misafirlere feda etmekten çekinmemiş, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmakta selef (kendinden öncekiler)in hepsini geçmiş, insanî seçeneğin en yükseği onda ve onun ailesinde tecelli etmiş, zürriyeti -zalimleri hariç olmak üzere- mülk ve peygamberlikle müjdelenmiş ve muradına ulaşmıştır. Böyle bir Allah dostunun milletine tabi olan zat da o dostluktan elbette hissedar olacaktır. İşte o zat "Ben de kendimi Allah'a teslim ettim, bana uyanlar da" (Âl-i İmran, 3/20) diyen Muhammed Aleyhisselam ve gerçek tabileri ve bu din de İslâm dinidir. Ve bundan güzel hiç bir din yoktur. Peygamberimiz demiştir ki: "Allah İbrahim'i halil (dost); Musa'yı neciyy, yani kelîm ve beni habib (sevgili) edindi. Sonra buyurdu ki, 'İzzet ve celalim hakkı için habibimi halilime ve kelimime muhakkak kolaylaştıracağım ve tercih edeceğim." Gerçi meşhur Mirac hadislerinde sabit olduğu üzere Mirac gecesi Peygamberimiz Musa'yı altıncı, İbrahim'i yedinci semada görmüş ve kendisi bunları geçip Cibril'in makamı olan Sidre-i müntehaya ve sonra onun da ötesine geçmiştir. Dinlerin mukayesesi bakımından hıristiyanlar, Hıristiyanlığa ait prensiplerin daha güzel ve daha ulvi bir ruh telkin ettiğini ve bundan dolayı İslâm dininden daha ince ve daha güzel olduğunu iddia ederek: "Bir efendinin oğlu kulundan kıymetli ve şereflidir. Bunun için İsa hakkında 'Allah'ın oğlu' denmesi büyük bir şeref verme ve izzetlendirmeden mecazdır. İsa, Allah katında kıymetli bir kul payesiyle değil, bir evlat nisbet ve payesiyle izzetlendirilmiş olduğundan, bir hıristiyanın teslis (üçleme) ile bakışı da Allah'ın makbul kulları değil, evlat gibi bu izzet mertebesinden hissedar olmaktır. Şu halde bir efendinin makbul bir kul (küles)u ile oğlu arasındaki fark ne ise, Müslümanlık ile Hıristiyanlık arasındaki fark odur. Nitekim Yuhanna İncili'nin onbeşinci babında, 'Eğer size emrettiğim şeylerin hepsini yerine getirirseniz dostlarım olursunuz, artık size kul ismi vermem, çünkü kul efendisinin ne ettiğini bilmez, fakat size dost ismi verdim, zira pederimden işittiğim şeylerin hepsini size bildirdim' diye yazılıdır." diyorlar. Ve işte fıkrası, bilhassa bu noktayı da mukayese edip, meselenin ruhunun sevgide olduğunu göstererek hıristiyanların prensiplerindeki şirk şüphelerini kötülemiş ve İslâm'ın şeref ve izzetçe de yüksek ve her dinden güzel olduğunu anlatmıştır. Önce "Allah'ın oğlu" deyiminin mecaz olarak öğretildiği düşünülse bile, Allah'a karşı böyle bir mecazda güzellik yok, küfür vardır. Çünkü "oğul" tabiri, Allah'a benzeme ve ilâhî hakikate ortak olmayı anlatır. Ve İsa'da da uluhiyet vardır demek olur. Ve nitekim tanrıyı üçlemede bu inanç açıkça da söyleniyor. Bu ise Allah'a büyük bir iftira olan Allah'a ortak koşmadır. İkincisi: Bir efendinin nazarında oğlu, muhakkak makbul bir kulundan daha kıymetli ve daha yüksek olması iddiası doğru değildir. Ne oğullar vardır ki köleye köle olmaya değmez, Hz. Nuh'un oğlu bunun en açık misalidir. Üçüncü olarak Yuhanna İncili'nin bu onbeşinci babının özelilkle son âyetleri İsa'dan sonra "Farıklıt'in ve hak ruhun ve şahidinin" geleceğini açıklayarak İslâm dinini ve Muhammed Aleyhisselam'ın geleceğini müjdelemiş ve meselenin ruhunun oğullukta değil, dostlukta olduğunu göstermiştir. Ve hem de Allah'a kulluğu değil, İsa'ya kulluğu yasaklamıştır. Bütün bunlar, aslındaki bozulmayı bir yana bırakarak, Türkçe tercümelerinde görülmekte olan fazla bozmalar içinden anlaşılmaktadır. Allah katında sevgi ve yakınlığa erişmenin en şüphesiz ve en yüksek derecesini gösteren peygamber, veli, halil (dost), habib (sevgili) gibi yüksek vasıfları bırakıp da şirk mânâları üzerinde dolaşmak ve Allah'a kulluktan kaçınmak dindar olma mânâsına aykırı bir sapıklık ve iftiradır. Kulluğu inkâr, Allah'ı inkârdır.

Şimdi bu açıklama üzerine, acaba Allah'ın İbrahim'i dost edinmesi dışardan kendisine bir dost tedarikine ihtiyacından mıdır? Şâyet öyle ise gerçekte şirk tasavvurundan kurtulmak ve hanif olarak tevhid üzerinde yürümek nasıl mümkün olur? Ve bu şekilde bütün bütün Allah'a kendisini teslim etmek onun dışındaki kuvetleri ihmal ile onlara karşı kendisini tehlikeye koymak demek olmaz mı? Ve sonra ortada belli bir hisse olmaya karar vermiş ve Allah'ın kullarını bedbaht etmeye azmetmiş ve lanetlenmiş bir şeytan bulunduğuna göre, şerrinden kurtulmak için biraz da ona dost gibi görünmek gerekmez mi, gibi bir takım kuruntulara meydan bırakmamak üzere bu âyet ve bütün geçmiş bahisleri şu âyetle tamam ediliyor: