4-NİSA:
وَإِذَا ضَرَبْتُمْ فِي الأَرْضِ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَن تَقْصُرُواْ مِنَ الصَّلاَةِ إِنْ خِفْتُمْ أَن يَفْتِنَكُمُ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنَّ الْكَافِرِينَ كَانُواْ لَكُمْ عَدُوّاً مُّبِيناً {101}
سورة النساء (4) ص 95
وَإِذَا كُنتَ فِيهِمْ فَأَقَمْتَ لَهُمُ الصَّلاَةَ فَلْتَقُمْ طَآئِفَةٌ مِّنْهُم مَّعَكَ وَلْيَأْخُذُواْ أَسْلِحَتَهُمْ فَإِذَا سَجَدُواْ فَلْيَكُونُواْ مِن وَرَآئِكُمْ وَلْتَأْتِ طَآئِفَةٌ أُخْرَى لَمْ يُصَلُّواْ فَلْيُصَلُّواْ مَعَكَ وَلْيَأْخُذُواْ حِذْرَهُمْ وَأَسْلِحَتَهُمْ وَدَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَوْ تَغْفُلُونَ عَنْ أَسْلِحَتِكُمْ وَأَمْتِعَتِكُمْ فَيَمِيلُونَ عَلَيْكُم مَّيْلَةً وَاحِدَةً وَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِن كَانَ بِكُمْ أَذًى مِّن مَّطَرٍ أَوْ كُنتُم مَّرْضَى أَن تَضَعُواْ أَسْلِحَتَكُمْ وَخُذُواْ حِذْرَكُمْ إِنَّ اللّهَ أَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَاباً مُّهِيناً {102} فَإِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلاَةَ فَاذْكُرُواْ اللّهَ قِيَاماً وَقُعُوداً وَعَلَى جُنُوبِكُمْ فَإِذَا اطْمَأْنَنتُمْ فَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ إِنَّ الصَّلاَةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَاباً مَّوْقُوتاً {103} وَلاَ تَهِنُواْ فِي ابْتِغَاء الْقَوْمِ إِن تَكُونُواْ تَأْلَمُونَ فَإِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ كَمَا تَأْلَمونَ وَتَرْجُونَ مِنَ اللّهِ مَا لاَ يَرْجُونَ وَكَانَ اللّهُ عَلِيماً حَكِيماً {104}
Meâl-i Şerifi
101- Yeryüzünde sefere çıktığınızda kâfirlerin size bir kötülük yapacağından korkarsanız namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur. Kuşkusuz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.
102- Sen onların aralarında bulunup da onlara namaz kıldırdığında içlerinden bir kısmı seninle beraber namaza dursun. Silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında diğer bir kısmı arkanızda beklesin. Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı bulunsunlar, silahlarını yanlarına alsınlar. Kâfirler arzu ederler ki, silahlarınızdan ve eşyanızdan bir gafil olsanız da size ani bir baskın yapsalar. Eğer size yağmur gibi bir eziyet erişir veya hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda bir vebal yoktur. Bununla beraber ihtiyatı elden bırakmayın. Kuşkusuz Allah kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.
103- O korkulu zamanda namazı kıldınız mı gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yanlarınız üzerinde hep Allah'ı zikredin. Korkudan kurtulduğunuzda namazı tam erkanı ile kılın. Çünkü namaz müminlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.
104- Düşman topluluğunu takip etmede gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı duyuyorsanız, kuşkusuz onlar da sizin acı duyduğunuz gibi acı çekiyorlar. Oysa siz Allah'tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz. Kuşkusuz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
101- Yeryüzünde sefer ettiğiniz vakit. Görülüyor ki burada "Allah yolunda" kaydı açıkça konmamıştır. Dolayısıyla dış görünüşüne göre bu âyet gerek cihad, gerek hicret, gerek ticaret ve gerek başka herhangi bir neden ve amaçla yapılmış olan seferlerin hepsini kapsar. Bunun için âyetin mutlak olarak "yolculuk namazı" hakkında olduğu söylenmiştir. Bununla beraber âyetin yine cihad seferi ile ilgili olduğu sözün akışından açıkca anlaşılıyor. Bunun için burada mutlak olarak yolcu namazlarına bir işaret bulunsa bile asıl olarak daha sonra anlatılanların düşman korkusu ile ilgili olan savaş veya hicret yolculuğu olmasından âyetin hükmü, yolculuk halinde kılınan namazdan daha çok zaruret hallerindeki korku namazına dairdir. Yani savaş için yola çıkıp, yürüdüğünüz vakit kâfirlerin sizi fitne ve sıkıntıya düşüreceğinden korkarsanız namazı biraz kısa kesmenizde günah yoktur.
Bilinmektedir ki "kasr", çekip uzatmanın zıddı olarak kısıp kısaltmak demektir. âyetinde anlatılan namazı kısaltma işi iki şekilde düşünülebilir. Birisi rekatların sayısını kısaltıp dört yerine iki kılmak yani nicelikten kısaltmaktır ki, bir kısım tefsirciler bu mânâyı vermişlerdir. Fakat bu mânâ her namazda olmaz. Akşam ve sabah namazları bunun dışında kalır. Biri de namazda ayakta durma yerine oturma veya hayvan sırtında durma; rüku ve secde yerine de ima ile yetinmek gibi namazın sınırlarını, vasıflarını ve niteliklerini kısaltmak, yani nitelikten kısaltmaktır. Öte yandan kasr, durdurma ve alıkoyma anlamına da gelir. Bu durumda bu âyetin mânâsı, namazın bir kısmını kazaya bırakmak demek olur. Zâhiriyye bunun sadece ilk mânâda, yani rekatları kısaltmak mânâsında olduğunu söylemiş ve bu âyet gereğince seferde namazı kısaltmanın korku haline mahsus olduğu ve dolayısıyla seferde olan bir adamın kendisini güven içinde hissettiği durumlarda namazını tam kılması gerektiği görüşünü savunmuşlardır. Şafiiler de âyeti bu şekilde yorumlamış ve fakat "korku" kaydını koymaksızın seferde olan bir adamın dört rekatlı namazları iki rekat kılması caiz, fakat tam kılmasının daha iyi olduğu görüşüne varmışlardır.
Hanefilere gelince, onlar burada üç mânâ ihtimal dahilinde olmakla beraber, âyetteki "kısaltma"dan maksadın ikinci mânâ, yani nitelikte kısaltma olması gerekeceğini ve esasen sefer halinde dört rekatlı namazların iki rekat kılınması bir kısaltma değil, tam kılma olduğunu ve dolayısıyla daha fazla kılmanın caiz olmadığını söylemişlerdir. Zira Sahih-i Buhari'de de rivayet edildiği üzere namaz ilk farz kılındığı zaman evde oturma ve yolculuk hallerinde ikişer rekat olmak üzere farz kılınmış ve daha sonra evde oturma ve barış hallerinde öğle, ikindi ve yatsı namazları dört rekata çıkarılarak artırılmış ve yolculuk halindeki namaz asıl hali üzerine bırakılmıştır. Bu hüküm Kitapla değil, Sünnetle sabittir. Bu âyet ise özellikle korku hali şart kılınmış olduğundan işin bu yönünden bahsetmemiştir.
Onun için mutlak olarak seferle ilgili hükümleri buradan çıkarmaya kalkışmak doğru değildir. Âyette korku hali dışındaki durumlardan bahsedilmediği Şafiilerce de kabul edilmektedir. Dolayısıyla sefer halinde namazda "nicelikten kısaltma" ikinci derecede meşru bir ruhsat gibi görünse de gerçekte birinci derecede meşru bir azimet anlamında olduğundan burada ruhsat verilen kısaltmanın "nitelik kısaltması" olması gerekir. Bu yorum, Tâvus ve İbnü Abbas'tan da rivâyet edilmiştir. Hz Peygamber (s.a.v.)'in, yapmış olduğu bütün seferlerde gerek korku, gerekse emniyet hallerinde rekatların sayısını kısaltmış olduğunda hiç ihtilaf edilmemiştir. Demek ki, herhangi bir yolcunun namazı esasen iki rekattır. Hz. Ömer'den rivâyet edildiği üzere, yolculukta emniyet ve güven hali var iken kısaltmak, "Bu, Allah'ın size vermiş olduğu bir sadakadır. Öyleyse siz de onun sadakasını kabul edin." hadisi gereğince, kabul edilmesi gereken ilâhî bir sadakadır. Korku halindeki kısaltma ise buna eklenen bir nitelik kısaltmasıdır ki, "Eğer korkuya düşerseniz yaya veya binekli olduğunuz halde kılınız." (Bakara, 2/239) âyetinde olduğu gibi korkunun derecesine göre yürüyerek eda etmeye veya îmâ ile kılmaya, bunlar da olamadığı takdirde kazaya bırakmaya uygundur. (o âyetin tefsirine bkz.)
Şimdi düşman karşısında durumun uygunluğuna göre, namazı kısaltmanın cemaatle yapılabilecek özel şekline gelelim:
102- Ey Muhammed! Sen bu korku halinde bulunan ve namazı kısaltmalarına izin verilen mücahidlerin içinde bulunup da onlara namaz kıldırdığın vakit içlerinden bir kısmı seninle beraber dursunlar, yani askeri önce iki kısma ayır; bir kısmı düşman karşısında beklesin, bir kısmı da seninle beraber namaza dursunlar. Ve namaza duranlar da silahlarını bırakmayıp yanlarına alsınlar. Bunlar secde edip rekatı bitirdiler mi arkanızdan düşman karşısına çekilsinler, ve kılmamış olan diğer kısım gelsin, ikinci rekatı da seninle beraber bunlar kılsınlar. Demek ki, kılınan namaz iki rekattir ve her rekata nöbetleşe bir kısım katılmıştır. Şu halde herbirinin ikinci rekatleri ne olacak? Savaşın başlaması gibi, korkunun şiddetlenmesini gerektirecek yeni bir durum ortaya çıkmadıkça ikinci rekatın da herbiri tarafından yine nöbetleşe tamamlanması gerekecektir. Durumun böyle olduğu Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünneti ile de açıklanmıştır. İbnü Ömer ve İbnü Mesud'dan rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) korku namazını kıldırdığı zaman âyette olduğu gibi ilk grup ile bir rekat ve diğer grup ile de bir rekat kılmış; sonra bu grup düşman karşısına gitmiş, yine önceki grup gelip ikinci rekatı kırâetsız kaza etmiş ve selam vermiş, sonra bunlar gidip yine ikinci grup gelmiş birinci rekatı kırâet ile kaza etmişler ve selam vermişler, bu şekilde her grup iki rekat kılmışlardır. Bununla beraber bu konuda başka görüş ve rivayetler de vardır.
Bu ikinci grup namaza gelirken uyanık ve dikkatli olsunlar ve silahlarını üstlerine alsınlar Öncekinde yalnız "silahlarını alsınlar" demekle yetinildiği halde burada "uyanık, temkinli ve dikkatli olmak," demek olan "hızr" in de ilave edilmiş olması, düşman karşısında yerlerini öbürlerine bırakırlarken son derece ihtiyatlı hareket etmek gereğini duyurup hissettirmek içindir. Çünkü, kâfirler öyle arzu etmektedirler ki, Siz silahlarınızdan ve eşyanızdan, savaş araç ve gereçlerinizden gafil olsanız, boş bulunsanız da üzerinize birdenbire bir saldırıverseler. İbnü Abbas ve Cabir'den rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) ashabı ile öğle namazını kılmış, müşrikler de bunu görmüştür. Sonradan "biz ne fena yaptık, niye o sırada saldırıvermedik" dediler ve diğer bir namaz sırasında baskın yapmaya karar verdiler. Yüce Allah da bu âyetle peygamberine onların sırlarını bildirdi. Böyle iken eğer size yağmur gibi bir eziyet gelir veya hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda size bir vebal yoktur. Yağmur ve hastalık gibi bir nedenden dolayı silahları üstünüze almanız çok zahmet verir veya silahı bozmak ihtimali bulunursa, o zaman namaz kılarken üstünüze almayabilirsiniz ve bunu yapmak günah olmaz. Demek ki böyle bir eziyet ve zarar bulunmadıkça silahı üzerinde bulundurmak gerekli ve elden bırakmak günahtır. Bırakmak caiz olduğu zaman da her halde ihtiyatı bırakmayınız, kuşkulu durunuz. Namaz kılarken de düşmana karşı dikkatli ve temkinli bulununuz, uyanık ve ihtiyatlı olunuz. Gafil avlanmamak için ne gerekiyorsa yapınız. Düşmanın ani saldırısıyla karşı karşıya kalmayasınız. Burada Fahreddin er-Razî şöyle der: Bu âyet düşmana karşı dikkatli olup sakınılması gerektiğini anlattığından, olacağı zan ve tahmin edilen zararların hepsinden sakınılması gerektiğini gösterir. Bu suretle ilaçla tedaviye girişmek, bir kötülük ve zararı savmak için kendi eliyle çalışıp çabalamak, vebadan kaçınmak ve yıkılmak üzere olan bir duvarın altında oturmaktan sakınmak gerekir. Bunun "Hastalık bulaşması yoktur." hadisi ile çelişkili olduğu zannedilmesin. Dinî inanç açısından, bulaşmanın, hastalık ve ölümde gerçek ve zaruri bir etken olduğuna inanmak başka, onu yüce yaratıcının dilemesiyle tesir icra eden herhangi bir adi sebep gibi görmek ve bu nedenle sakınmak yine başkadır. Nitekim düşmandan sakınmak emredilmekle beraber, bunu gerçekten düşmanın güç ve kuvvetine bağlatmamak ve bu suretle kuruntu ve heyecana düşürmemek ve kalbleri ancak Allah'a bağlatmak ve bununla beraber sebeplere önem verme emrini vurgulamak için, "Kuşkusuz Allah kâfirler için horlayıcı bir azap hazırlamıştır." buyrulmuştur ki, Allah'ın kanunlarını inkâr edip ihmal etmek de bu tehdide dahildir.
Kelbî'nin Ebu Salih'ten rivayetine göre, Resulullah (s.a.v.) Enmaroğulları ile savaşmak için gazaya çıkmıştı. Vardılar bir yere konakladılar. Hiçbir düşman görmüyorlardı. İnsanlar silahlarını bıraktılar. Hz. Peygamber (s.a.v.) de silahını bırakıp büyük abdeste gitti. Dereyi geçti, hava çiliyor, yağmur serpiştiriyordu. Yağmur sonunda dere Rasulullah (s.a.v.) ile ashabı arasında bir engel oluşturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) oturup beklemeye başladı. Gavres b. Haris el-Muharibî onu gördü. "Seni öldürmezsem Allah beni öldürsün" deyip kılıcı yanında dağdan indi. Resulullah (s.a.v.) bir de ne görsün, adam gelmiş, kılıcını çekerek baş ucuna dikilmiş: "Şimdi ey Muhammed! Seni benden kim kurtaracak?" diyordu. Resulullah (s.a.v.) derhal, "Allah" dedi ve "Allah'ım, dilediğin yolla beni Gavres b. el-Haris'ten kurtar." diye dua etti. Gavres de Peygambere vurmak üzere kılıcıyla saldırdı, fakat iki küreğinin arasına bir sancı saplanıp yüzü koyun sürçtü ve kılıcı elinden fırladı. Hemen Resulullah (s.a.v.) kalkıp kılıcı aldı ve: "Ey Gavres! Şimdi seni benden kim kurtarır?" buyurdu. O da, "hiç kimse" dedi. O zaman Hz. Peygamber (s.a.v.): "Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed O'nun kulu ve Resulüdür.' diye şehadet edersen ben de kılıcını sana veririm." buyurdu. Gavres: "Hayır, fakat hiçbir zaman seninle savaşmayacağıma ve sana karşı hiçbir düşmana yardım etmeyeceğime şehadet ederim." dedi. Resulullah (s.a.v.) da kılıcı verdi. Bunun üzerine Gavres:
"Vallahi, sen benden çok hayırlısın" dedi. Hz. Peygamber de, "Ben ona senden daha layığım" buyurdu. Bunun üzerine Gavres dönüp arkadaşlarına gitti, olayı anlattı. Bazıları imana geldiler. O sırada derenin suyu durmuştu. Resulullah (s.a.v.) da geçip ashabına olayı haber verdi. İşte, "uyanık olunuz" emri böyle ani bir baskına uğramaktan korunmak içindir.
Bu âyette açıklanan korku namazı Resulullah (s.a.v.)'a hitaben gelmiş olduğu ve Resulullah (s.a.v.)'ın imametiyle namaza bedel bulunamayıp başka bir imam da bulunabileceği için, bir rivayette İmam Ebu Yusuf bunun sadece Resulullah (s.a.v.)'a ait olduğunu ve ondan sonra korku namazının böyle bir imam ile kılınmayıp en az iki imam ile diğer namazlar gibi kılınacağını söylemiştir ki Malikîlerden İbnü Uleyye'nin görüşü de bu imiş. Fakat âlimlerin çoğu, Resulullah (s.a.v.)'dan sonra imamların o makama geçen bir peygamber vekili olmaları nedeniyle, "Onların mallarından bir sadaka al ki, bu sadaka ile onları temizleyip arıtasın." (Tevbe, 9/103) emrinde olduğu gibi, hitabın peygamberden sonra devlet reislerini de kapsadığını açıklamışlardır. Nitekim Said b. As Taberistan'da korku namazı kılmak istediği zaman, "İçinizde Resulullah ile bir korku namazında bulunan ve şahit olan kim var?" diye sormuş; Huzeyfe b. el-Yeman kalkıp tarif etmiş o da o şekilde kıldırmıştı ki, içlerinde birçok sahabi de vardı. Ayrıca yine Abdullah b. Semüre başkanlığında Babil'e gaza ettikleri zaman o da korku namazı kıldırmıştı.
103- Şimdi bu namazı eda ettiğiniz, yani korku namazı kıldığınız; kılıp bitirdiğiniz zaman, arkasından ayakta ve otururken ve yatarken bütün durumlarda Allah'ı zikredin, onu anın. Hatta savaşa giriştiğinizde bile ayakta kılıç çalarken, dizleyip ok atarken, yaralanıp yere düştüğünüzde Allah'ı kalbinizden çıkarmayınız, dilinizden bırakmayınız. Başka bir mânâ ile, daha sonra işler kızıştığı, durumlar şiddetlendiği zaman namaz kılmak istediğinizde herbiriniz bulunduğunuz duruma göre, mesela, ayaktakiler ayakta, oturanlar oturduğu, yatanlar yattığı yerde olarak nasıl rast gelirse öylece ima ile kılınız ve bu hal içinde Allah'ı anınız. Bazı müctehitler burada bizzat savaş yapılırken bile, böyle ima ve zikirle namazın kılınacağını anlamışlarsa da, Hanefi imamların tercihine göre, fiilen savaşla meşgul olmak namaza engeldir. O zaman namaz kazaya bırakılır. Nitekim Ahzab savaşında Resulullah (s.a.v.) dört vakit namazı kazaya bırakmıştı.
Daha sonra savaş bitip gönül rahatlığına kavuştuğunuz, kalb leriniz huzur bulup durumlardan emin olduğunuzda vakti gelen namazı bütün rükun ve şartlarıyla güzelce kılınız, yahut savaş sırasında kılamadığınız namazları kaza ediniz. İmam Şafii hazretleri, "O karışık zamanlarda kılınan namazların hepsini tamamıyla kaza ediniz" demiş ise de, bu mânâ biraz uzak görünüyor. Açık olan, vakti gelenlerin edası veya kılınamayanların kazasıdır.
Zira namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır. Yani düzenli ve belirli vakitlerde yazılı kesin bir farzdır. Ki bu vakitler Kur'ân'da, "Güneşin öğle vakti zevalinden, gecenin karanlığına kadar namaz kıl. Bir de sabah namazını kıl" (İsrâ, 17/78), "Hem de gündüzün taraflarından ikisinde ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl" (Hûd, 11/114), "Güneş doğmadan önce ve batmadan önce hamd ile rabbini tesbih et. Gece saatlerinde ve gündüzün etrafında da onu tesbih et." (Tâhâ, 20/130), "O halde akşama girerken, sabaha ererken Allah'ı tesbih edin. Göklerde ve yerde hamd O'nun içindir. Günün sonunda ve öğle vaktine girince Allah'ı tesbih ediniz." (Rûm, 30/17-18) gibi âyetlerle öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah beş vakit olmak üzere tayin edilmiş, özel sınırlarıyla sınırlanması ve nasıl kılınacakları da Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından açıklanıp izah edilmiş ve o zamandan beri yapılagelerek de müslümanlar arasında yapılması zorunlu görevlerden biri olarak korunmuştur.
Namazın böyle beş vakit ile takdiri, akıl ile bilinebilen şeyler açısından şu şekilde de izah edilmiştir:
Âlemin hayat akışında her şey beş mertebe geçirir:Birincisi, ortaya çıkma ve varlık âlemine gelme mertebesidir. Nitekim insan da doğar, bir müddet gelişme ve büyüme devresi geçirir. Bu müddete "büyüme çağı" denir. İkinci mertebe, duraklama devridir ki, bir süre artıp eksilmeyerek olgunluk sıfatı üzere kalır ve bu müddete "gençlik çağı" denir. Üçüncü mertebe "olgunluk çağıdır". Bu devrede insanda gizli bir noksanlık yüz göstermeye başlar. Dördüncü mertebe "yaşlılık çağıdır" ki, insanda açıktan açığa bir takım noksanlıklar ortaya çıkmaya başlar ve ölünceye kadar gider. Buna da yaşlılık ve ihtiyarlık denir. Beşinci mertebe, insan öldükten sonra bir müddet daha izleri devam eder ve daha sonra bu izler de yok olur ve ortada adı ve izi kalmaz. İşte âlemde bu beş mertebe, gerek insanda ve gerekse diğer canlı ve bitki olaylarının hepsinde geçerlidir. Doğuşuna ve batışına göre güneş de bu beş hal ile ilgilidir. Doğudan doğduğu sıradaki hali insanın doğduğu zamanki halini andırır. Yavaş yavaş yükselir, nuru kuvvetlenir, ısısı şiddetlenir, nihayet göğün ortasına gelir, bir duraklama anı geçirir. Sonra inmeğe başlar ve gizli eksilmelerle yavaş yavaş ikindiye kadar gider. Sonra eksiklikleri ortaya çıkar, ışığı ve ısısı zayıflar, çökmesi artar ve hızla batmaya yönelir. Battıktan sonra batı ufkunda şafak denilen bazı izleri kalır, sonra bu da kaybolur ve güneş sanki âlemde yokmuş gibi bir hale gelir. Herkesin görebileceği bütün bu durumlar Allah'tan başka hiçbir gücün hakim olamayacağı garip işlerden olduğu için, yüce Allah bu beş halden herbirini bir ilâhî emre alamet kılarak herbirinde bir namaz farz kılmış ve bu beş vakit namazı her günkü değişmeleri belirtip gösteren bir takvim gibi, görevleri nizama koyan, vakti ve zamanı belli bir farz yapmıştır. Bunun içindir ki, müminlerin namazları ne kadar düzenli olursa, durumları da o oranda düzenli olur. Namaz hem bir intizam sağlama yolu, hem de rahatlama amacıyla yapılan bir şükran borcudur. Korku halinde kılınırsa ümidi, emniyet halinde kılınırsa neşe ve isteği artırır. Fakat o zaman da görev sadece bundan ibaret zannedilip de kalmamalıdır. Namazı güzelce kılınız.
104-Bununla beraber o kâfir topluluğunu takip edip peşinden gitmede gevşeklik de göstermeyin. Zayıf kalpli olmayın. Eğer siz bundan acı ve elem duyarsanız bilmelisiniz ki, onlar da sizin acı duyduğunuz kadar acı duyarlar. Fazla olarak siz Allah'tan onların ümit edemeyecekleri şeyler umarsınız. Onlar az bir sermaye olan dünya hayatını ararken siz sonsuz sevap ve ahireti istersiniz. Sizin ümit sahanız onlardan çok geniştir. Onun için siz onlardan çok yüksek bir azim ve istekle cihad etmelisiniz. Allah her şeyi bilen ve her şeyi bir hikmete göre yapandır. Dolayısıyla Allah'ın emirlerine sarılıp ilim ve hikmet dairesinde hareket ediniz ki, umduklarınıza kavuşasınız.
Burada İslâm dininin ruhu ve Kur'ân'ın iniş hikmeti olan pek önemli bir mesele vardır ki, o da hak ve haklıya hakkını verme meselesidir. Kâfirlere karşı böyle cihad etme ve onları takip etme buyruklarını görüp de onlara hainlik etmeyi, haksızlık yapmayı, yapmadıkları şeyi "yaptılar" diyerek iftira etmeyi dinin gereği zannetmemelidir. Hak, kâfirle de ilgili olsa yine haktır. Bir dinin mükemmeliği hukuk anlayışının kapsamlı ve ciddi olmasında ve İslâm'ın en büyük gelişiminin de adalete dayanan kuvvetinin ortaya çıkışında aranması gerekir. Kâfirin inkârı, onun haklarına tecavüzü helal kılmaz. Hak dinin gereği, kâfirin dahi lehinde ve aleyhinde ancak Allah'ın indirdiği hak kanun, adalete dayanan hükümler ve ilmin gösterdiği yollarla hüküm vermektir.