3- Al-i Imran:
لَقَدْ مَنَّ اللّهُ عَلَى الْمُؤمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولاً مِّنْ أَنفُسِهِمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِن كَانُواْ مِن قَبْلُ لَفِي ضَلالٍ مُّبِينٍ {164} أَوَلَمَّا أَصَابَتْكُم مُّصِيبَةٌ قَدْ أَصَبْتُم مِّثْلَيْهَا قُلْتُمْ أَنَّى هَـذَا قُلْ هُوَ مِنْ عِندِ أَنْفُسِكُمْ إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ {165}
سورة آل عمران (3) ص 72
وَمَا أَصَابَكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ فَبِإِذْنِ اللّهِ وَلِيَعْلَمَ الْمُؤْمِنِينَ {166} وَلْيَعْلَمَ الَّذِينَ نَافَقُواْ وَقِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْاْ قَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أَوِ ادْفَعُواْ قَالُواْ لَوْ نَعْلَمُ قِتَالاً لاَّتَّبَعْنَاكُمْ هُمْ لِلْكُفْرِ يَوْمَئِذٍ أَقْرَبُ مِنْهُمْ لِلإِيمَانِ يَقُولُونَ بِأَفْوَاهِهِم مَّا لَيْسَ فِي قُلُوبِهِمْ وَاللّهُ أَعْلَمُ بِمَا يَكْتُمُونَ {167} الَّذِينَ قَالُواْ لإِخْوَانِهِمْ وَقَعَدُواْ لَوْ أَطَاعُونَا مَا قُتِلُوا قُلْ فَادْرَؤُوا عَنْ أَنفُسِكُمُ الْمَوْتَ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ {168} وَلاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أَمْوَاتاً بَلْ أَحْيَاء عِندَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ {169} فَرِحِينَ بِمَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذِينَ لَمْ يَلْحَقُواْ بِهِم مِّنْ خَلْفِهِمْ أَلاَّ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ {170} يَسْتَبْشِرُونَ بِنِعْمَةٍ مِّنَ اللّهِ وَفَضْلٍ وَأَنَّ اللّهَ لاَ يُضِيعُ أَجْرَ الْمُؤْمِنِينَ {171} الَّذِينَ اسْتَجَابُواْ لِلّهِ وَالرَّسُولِ مِن بَعْدِ مَا أَصَابَهُمُ الْقَرْحُ لِلَّذِينَ أَحْسَنُواْ مِنْهُمْ وَاتَّقَواْ أَجْرٌ عَظِيمٌ {172} الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُواْ لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَاناً وَقَالُواْ حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ {173}
سورة آل عمران (3) ص 73
فَانقَلَبُواْ بِنِعْمَةٍ مِّنَ اللّهِ وَفَضْلٍ لَّمْ يَمْسَسْهُمْ سُوءٌ وَاتَّبَعُواْ رِضْوَانَ اللّهِ وَاللّهُ ذُو فَضْلٍ عَظِيمٍ {174} إِنَّمَا ذَلِكُمُ الشَّيْطَانُ يُخَوِّفُ أَوْلِيَاءهُ فَلاَ تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ {175} وَلاَ يَحْزُنكَ الَّذِينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِ إِنَّهُمْ لَن يَضُرُّواْ اللّهَ شَيْئاً يُرِيدُ اللّهُ أَلاَّ يَجْعَلَ لَهُمْ حَظّاً فِي الآخِرَةِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ {176} إِنَّ الَّذِينَ اشْتَرَوُاْ الْكُفْرَ بِالإِيمَانِ لَن يَضُرُّواْ اللّهَ شَيْئاً وَلهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ {177} وَلاَ يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ أَنَّمَا نُمْلِي لَهُمْ خَيْرٌ لِّأَنفُسِهِمْ إِنَّمَا نُمْلِي لَهُمْ لِيَزْدَادُواْ إِثْماً وَلَهْمُ عَذَابٌ مُّهِينٌ {178} مَّا كَانَ اللّهُ لِيَذَرَ الْمُؤْمِنِينَ عَلَى مَا أَنتُمْ عَلَيْهِ حَتَّىَ يَمِيزَ الْخَبِيثَ مِنَ الطَّيِّبِ وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُطْلِعَكُمْ عَلَى الْغَيْبِ وَلَكِنَّ اللّهَ يَجْتَبِي مِن رُّسُلِهِ مَن يَشَاءُ فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرُسُلِهِ وَإِن تُؤْمِنُواْ وَتَتَّقُواْ فَلَكُمْ أَجْرٌ عَظِيمٌ {179} وَلاَ يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَبْخَلُونَ بِمَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ هُوَ خَيْراً لَّهُمْ بَلْ هُوَ شَرٌّ لَّهُمْ سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُواْ بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلِلّهِ مِيرَاثُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ {180}
Meâl-i Şerifi
163- Onlar (insanlar) Allah katında derece derecedirler. Allah, onların yaptıklarını görmektedir.
164- Andolsun ki Allah, müminlere kendilerinden, onlara kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitab ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.
165- (Bedir'de düşmanı) iki katına uğrattığınız bir musibet (Uhud'da) size çarpınca mı: "Bu nereden" dediniz? De ki: "Bu başınıza gelen kendinizdendir". Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.
166-167- İki topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelen musibet de Allah'ın izniyledir. Bu da müminleri belirlemesi ve hem de münafıklık yapanları ayırt etmesi içindir. Ve onlara: "Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya (hiç olmazsa) savunmaya geçiniz." denilmişti. Onlar ise: "Biz savaşmasını (veya savaş olacağını) bilseydik arkanızdan gelirdik." demişlerdi. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar. kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah neyi gizlediklerini daha iyi bilendir.
168- Kendileri oturup kaldıkları halde kardeşleri için: "Eğer bize uysalardı öldürülmezlerdi" dediler. Onlara de ki: "Eğer iddianızda doğru iseniz, kendinizden ölümü uzaklaştırınız".
169- Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rab'leri katında rızıklanmaktadırlar.
170- Allah'ın lütfundan verdiği nimetle sevinçlidirler. Arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere de hiç bir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.
171- Onlar, Allah'ın nimetini, keremini ve Allah'ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelerler.
172- Kendilerine yara dokunduktan sonra da Allah ve Peygamberi'nin davetine uydular. Hele onlardan iyilik edenlere ve gereğince Allah'tan korkanlara büyük bir mükafat vardır.
173- İnsanlar onlara: "Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun." dediklerinde, bu, onların imanını artırdı ve şöyle dediler: "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir".
174- Bunun üzerine kendilerine hiç bir kötülük dokunmadan Allah'ın nimeti ve lütfuyla geri döndüler ve Allah'ın rızasına uydular. Allah büyük lütuf sahibidir.
175- (Size o haberi getiren) ancak şeytandır, (sadece) kendi dostlarını korkutabilir. Onlardan korkmayın, eğer mümin iseniz benden korkun.
176- Küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar, Allah'a hiç bir şekilde zarar veremezler. Allah onlara ahirette bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır.
177- İman karşılığında inkarı satın alanlar Allah'a hiç bir zarar veremezler. Onlar için acı bir azap vardır.
178- Kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin, şahısları için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara bu mühleti, ancak günahlarını artırsınlar diye veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.
179- Allah, müminleri içinde bulunduğunuz şu durumda bırakacak değildir, pisi temizden ayıracaktır. Ve Allah sizi gayba vakıf kılacak da değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçip (gaybı bildirir). O halde Allah'a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve günahlardan korunursanız, sizin için büyük bir mükafat vardır.
180- Allah'ın, kendilerine lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır o, kendileri için şerdir. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'a aittir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
163- O sevilen gurup ile o istenmeyen gurup Allah katında tabaka tabaka çeşitlidirler, biri cennette, biri cehennemdedir ve Allah onların amellerinin derecelerini bilir, ona göre sevap ve ceza verir.
Şimdi bu sevilen gurup ile sevilmeyen gurubun durumlarını biraz açıklama ve Uhud olayından üzgün olan müminleri teselli etme ve kalplerini takviye (kuvvetlendirme) konusunda önce Resulullah'dan başlayarak buyuruluyor ki:
164- "Andolsun ki Allah, müminlere, kendilerinden bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur." Bu, ne büyük bir ilâhî lütuftur. Bütün insanlık âlemine bir hidayet tarihi açan ve âlemlere halis ilâhî rahmet olan böyle yüksek şanlı bir Peygamber'in ümmeti olan ve özellikle sohbet ve arkadaşlık şerefiyle şereflenmiş bulunan müminlere ne mutlu! Öyle bir Resul ki onlara vahyi anlatarak Allah'ın âyetlerini okur, ilâhî bilgilere ulaştırır ve bakış güçlerini terbiye eder. Onları ıslah ve tasfiye eder de amelî kuvvetlerini, ahlâklarını tamamlatır (kemale erdirir), onlara kitabı ve hikmeti öğreterek Allah'a adamaya yükseltir. Kitap, şeriatin zahir durumlarına, hikmet de onun güzelliklerine ve Allah bilgilerine, sırlarına, hedeflerine ve faydalarına işarettir. Halbuki bundan önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı.
O cahiliyyet ve sapıklık birkaç sene içinde birden bire bu yüksek hidayet ve hikmete dönüşüverdi. Ve bu şekilde geçmiş asırlar tarihi kapanıverdi. Şu halde buna ümmet olan müminlere gevşeklik yakışır mı?
165-Bu böyle iken sizin iki katını isabet ettirdiğiniz bir musibet size isabet edince, (yani sizin musibetiniz düşmanınızınkinin yarısı iken) "bu başımıza gelen musibet nereden?" dediniz. Bedir savaşında düşman yetmiş ölü ve yetmiş esir vermişti. Uhud'da da müslümanlar hiçbir esir vermeyerek yetmiş kadar şehit verdiler. Bu ölçü ile müslümanların Uhud'daki kaybı, müşriklerin Bedir'deki kayıplarının yarısı kadardı. Bir de müslümanlar, müşrikleri bir Bedir'de, bir de Uhud'un başlangıcında olmak üzere iki kere bozguna uğratmışlar, müslümanlar ise bir kerecik bozulmuşlardı. Bu itibarla da müşriklerin uğradıkları musibete bakarak müslümanların musibeti ikiye karşı bir demekti. Hem müşriklerin musibetleri, müslümanların Bedir başarıları olduğu halde; müslümanların musibeti, müşriklerin bir başarısı değildi. Bu ise müslümanların fazlaca üzüntü ve hayretini gerektirmiş ve bunu büyüterek: "Bu nereden?" diye bir endişeye dalmışlardı. Bu soru, hadisenin ilmî bir bakışla tetkik ve tenkidi için mesele ortaya atma kabilinden olabilirse de, diğer taraftan münafıkların: "Muhammed'in vaadi tahakkuk etmedi, peygamber olsaydı bu musibetler olur muydu?" gibi şüpheler ortaya atmaya çalıştıklarından, burada mümin halkın fikirlerinin bozulma ihtimali de vardı. Buna göre Cenab-ı Allah, olayın haddinden fazla büyütülmüş olduğunu karşılaştırmak suretiyle göstererek sorusunun haksız ve yersiz olduğunu soru üslubuyla hatırlatmak için (Âli İmran, 3/140) mazmununa işaret ederek, sevinci gibi kederleri de değişen bu âlemde, bu halin şaşılacak ve üzülecek bir şey olmadığı tarzında bir teselli etme cevabına işaretle beraber, meselenin gerçek cevabını da açıklamak için buyuruyor ki: Ey Muhammed cevap olarak şöyle de: O sizin kendinizden oldu. Bunun sebebini ilk önce dışarda değil, kendinizde, emre uymamak, merkezi terkedip ganimet hırsına düşmek gibi kötü irade ve hareketinizde aramalısınız. Şu halde "bu nereden?" diye şaşıp ve üzüleceğinize, nefsinizi ıslah edip, gelecek için hazırlanmalısınız. Çünkü Allah her şeye kâdirdir. Kudret cümlesinden olmak üzere yolunda bulunanlara başarı ihsan ettiği gibi, tersine gidenleri sefil de edebilir. Hatta gizli hikmetlerinden dolayı, lütfunu kahr, kahrını lütuf şeklinde gösterebilir. Bunun için üzüntülü ve müteessir olmakta mânâ yoktur. Burada önce olayın sebep ve kaynağı kendileri olduğu ve bu şekilde kulların fiillerinin kendi iradelerine dayalı bulunduğu tebliğ olunmakla beraber; bundan insan iradesinin, ilâhî iradenin tersine olarak olaylarda müstakil (bağımsız) olduğunun zannedilmemesi, sebeplerin ve kulların iradesinin tesirinin, Allah'ın kudretine ve iradesinin ilgisine borçlu ve bağlı bulunduğunun iyice anlaşılması için ilavesinden sonra, doğrudan doğruya müminlere hitabı çevirmekle sorunun cevabı şu şekilde açıklanıyor ki:
166-167-Ey müminler, iki ordunun (yani müslümanların ordusuyla, müşriklerin ordusunun) çatıştıkları o gün her ne felaket isabet ettiyse, kendinizden olmakla beraber Allah'ın izniyledir. Çünkü ilâhî izin ve iradenin dışında herhangi bir olayın olmasına imkan yoktur. Demek ki, ilâhî irade iki şekilde ortaya çıkar: Birisi cebrî (zorlayıcı) olan ilâhî iradedir ki, hiç bir sebep ve şart ile bağlı olmayarak ilk defa ve doğrudan doğruya ortaya çıkar. Ve bu irade, rızayı da gerektirir. Bunda Cebbar (zorlayıcı) ism-i şerifi hakimdir ve kulların fiilleri ıztırarî (zorunlu)dir. Biri de sebep, şart ve kulun iradesi altında hükmünü yürütme şeklinde ortaya çıkan ilâhî iradedir ki, bu irade rızayı gerektirmez. Ancak sorumluluk kullara ait olmak üzere fiille ilgili bir izni ifade eder. Buna ve özellikle bunun zıddı rıza olanına Kelâm bilginleri tahliye (serbest bırakma) de tabir etmişlerdir. Kur'ân'da çoğunlukla bu çeşit icraya ait irade izin kelimesiyle ifade olunmuştur. Yasağın kalkması demek olan izin de rızayı gerektirmez. Ve bundan dolayı sorumluluğa zıt olmaz. İşte burada karinesiyle buyurulması da bu kabildendir. Bunun için bazı tefsirciler bu izni, irade ile; bazıları da tahliye ile tefsir etmişlerdir ki maksad, bu iznin rıza demek olmadığını da anlatmaktır.
Sözün kısası vaad olunan ilâhî zafer, mutlak ve zorunlu değildi. Sabır ve günahlardan sakınma gibi, kulun iradesi ile ilgili olan şartlarla kayıtlı idi. Müminler buna uymayıp, iradelerini kötüye kullandıklarından dolayı musibet vaki oldu. Bununla beraber her şeye kâdir olan Allah zıddını isteseydi, müminlerin kötü iradelerini ve müşriklerin bundan istifade eden hareketlerini infaz etmez, musibeti, ilâhî zorlaması ile menedebilirdi; fakat etmedi, izin verdi ve böylece musibet olayı da olağanüstü sûrette değil de, normal bir şekilde vuku buldu ki, bu âdet, kulların iradesini izin ile yerine getirme ve sorumluluk, ilâhî sünnetidir. O halde buna "nereden?" diye şaşıp ve hayret edecek bir taraf yoktur. Tersine teşekkür etmek gerekir ki, rızaya tabi olan Resulullah'ın ve beraberindeki bir kaç zatın sabır ve takvaları hürmetine müşriklerin saldırıları durduruldu da yok olma tehlikesi önlenmiş oldu.
Şunu da bilmeli ki musibet, Allah'ın birtakım hikmetleri ile de beraber bulunan Allah'ın izniyle beraber, bir de müminleri bilmesi, (yani halk arasında ayırıp ortaya çıkarması), ve münafık olanları bilmesi, ayırt etmesi ve her ikisinin ona göre ecir ve cezalarını vermesi içindir. Bunda, böyle müminleri seçmek ve münafıkları ayırmak hikmetleri de vardır. O münafıklar ki, kendilerine geliniz Allah yolunda çarpışınız veya kendinizi ve vatanınızı müdafaa ediniz, yahut bizzat savaşmazsanız, bari çok kalabalık görünerek düşmana göz dağı veriniz de koğulmasına hizmet ediniz, denildi de. İbnü Abbas (r.a.) demiştir ki: "Bunlar Abdullah b. Übeyy ve arkadaşlarıdır." Çünkü Uhud savaşında bırakıp gitmişlerdi. Abdullah b. Amr b. Haram da bunlara: "Size Allah'ı hatırlatırım, Peygamberimizi ve kavminizi terkedip gitmeyiniz." demiş ve vuruşmaya davet etmişti. Buna karşı biz savaş olacağını bilseydik, yahut savaşmasını bilseydik elbette size uyardık dediler ve bununla fesat (bozgunculuk) çıkarmak ve alay etmek istediler. Doğrusu o gün onlar, imandan çok küfre yakın idiler. Zaten bunlar, ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylerler, (yani içleri dışlarına uymaz). Söyledikleri kalplerinden gelmez. Bu onların her zamanki halleridir. O gün de ağızlarından iki şey açıkladılar ki, kalplerinde yoktu. "Savaş olacağını bilmiyoruz, bilseydik uyardık." dediler. Kalplerinde ise bunların ikisi de böyle değildi. Onların kalplerinde ne sakladıklarını Allah daha iyi bilir.
168- O münafıklar ki, harpten savuşup oturarak kardeşleri (yani akrabaları) için: "Bizi dinlemiş olsalardı öldürülmezler, bizim gibi kurtulurlardı." dediler. Bunu diyenin de Abdullah b. Übeyy olduğu nakledilmiştir. Bu sözde, önce savaştan kaçırmak için teşviklerde bulunduklarını ikrar; ikinci olarak teşvikleri dinlenilmediği için gücendiklerini açıklama; üçüncü olarak öldürülenleri aşağılama ve "oh olsun" diye öç alma; dördüncü olarak da eceli inkar vardır. Ta yukarda (Âli İmran, 3/122) âyet-i kerimesindeki iki grup münafıkların yüzünden az daha kalp zayıflığına düşüyorlardı, Allah korudu. Ey Muhammed, bunları susturmak için de ki: "Öyleyse haydi kendinizden ölümü uzaklaştırın bakalım?" Sizin kurtulmanızın sebebi savaştan savuşup oturmanız olduğu ve size uyanların kurtulacağı iddiasında doğru iseniz, bunu yapabilmeniz gerekir. Gelelim öldürülenlere:
169-Ey hitap mümkün olan herhangi bir kimse, yahut Ey Muhammed! "Allah yolunda öldürülen kimseleri ölüler zannetme" . İmam Ahmed b. Hanbel'in ve daha birçoklarının İbnü Abbas hazretlerinden rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Allah'ın Resulü buyurmuştur ki: "Uhud'da kardeşleriniz şehid oldukça Allah Teâlâ onların ruhlarını yeşil kuşların içlerine koydu ki, cennetin ırmaklarından sulanırlar, meyvelerinden yerler ve Arş'ın gölgesinde asılmış altın kandillere giderler, istirahat ederler. Ne zaman ki yiyecek ve içecek yerlerinin hoşluğunu ve uyuyacak yerlerinin güzel letafetini taddılar, 'Nolaydı Allah'ın bize neler verdiğini kardeşlerimiz bilselerdi de cihaddan çekinmeseler, savaştan gocunmasalardı.' dediler. Allah Teâlâ da: 'Tarafınızdan ben onlara bunu tebliğ ederim.' buyurdu ve bu âyetleri indirdi. Tirmizî'nin "hasen", Hakim ve diğerlerinin "sahih" olarak Cabir b. Abdullah hazretlerinden tahric ettikleri bir hadis-i şerifte de şöyle rivayet edilmiştir: "Cabir (r.a.) dedi ki: Resulullah (s.a.v.) bana rastgeldi, 'Ey Cabir, seni üzgün görüyorum, niye?' dedi. 'Ey Allah'ın Resulü, dedim, babam şehit oldu, çoluk-çocuk ve borç bıraktı.' Buyurdu ki: 'Allah Teâlâ babanı ne şekilde kabul buyurdu sana müjde edeyim mi?' 'Evet' dedim. Buyurdu ki: 'Allah Teâlâ hiç kimseye perde arkasından başka bir şekilde kelâm söylemedi. Babanı ise diriltti de yüzüne karşı ona, 'Ey kulum, dile benden, vereyim sana.' dedi. O da: 'Ey Rabbim, bana hayat verirsin de senin yolunda ikinci defa öldürülürüm' dedi. Rabbi Teâlâ: 'Benden onlar bir daha dönmezler.' diye söyledi buyurdu. O da: 'Ey Rabbim, arkamdan tebliğ et.' dedi, Allah Teâlâ da bu âyeti indirdi." İkisinin de vukuu mümkün olduğu gibi bu, bir âyet; diğeri bir kaç âyet hakkında olması yönünden iki rivayet arasında zıtlık yoktur. Ve bu âyetlerin Uhud şehidleri sebebiyle inmiş olduğu hakkında haberler açıktır. Nitekim Bakara Sûresindeki (Bakara, 2/154) âyeti Bedir şehidleri sebebiyle inmiştir.
170- O şehitler, arkalarından kendilerine katılmayan (yani şehit olmayıp hayatta kalan) bütün müminlerin sonunda korku ve üzüntüden kurtulup mesut olmalarıyla müjdelenir, sevinir ve neşeli olurlar. Bu şekilde demek ki kalanların din ve dünya selamet ve saadetiyle devamlı oluşu, şehitlerin rızıklandıkları refah ve sevincin sebeplerinden birini teşkil eder. Diğer bir mânâ ile, arkalarında mücahede eden ve henüz şehit olmak suretiyle kendilerine katılmamış bulunan gelecekteki şehitlerin, bugün çektikleri acı ve zahmete rağmen neticede şehit olarak, dünya ve ahiretin korku ve hüznünden bütün bütün kurtulacaklarını ve kendileri gibi mesut olacakları müjdesini alırlar da sevinirler. Şu halde geride savaşı kaybeden ve şehid olmaktan mahrum kalan ve düşman işgali altında inleyen ve özellikle dinlerinin yok olması tehlikesiyle karşı karşıya bulunanların halinden haberdar olurlarsa şehitlerin de üzgün olmaları gerekecektir. Demek oluyor ki, Allah Teâlâ şehitlere bunların durumlarını ya bildirmeyecek, ilgilendirmeyecek veya bildirdiği şekilde onları o üzüntüden koruyacak, lutfunun nimetiyle memnun edecektir. Çünkü Allah yolunda şehit olanlar "kendilerine hiçbir korku olmayanlar ve üzülmeyecek olanlar" dır.
171-Şehitler "Allah'ın nimetini, keremini ve Allah'ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelerler."
172- Hele o müminler ki, "Onlar, kendilerine yara dokunduktan sonra da Allah ve peygamberinin davetine uydular. Hele onlardan iyilik edenlere ve Allah'tan korkanlara büyük bir mükafat vardır." Bu âyet de Uhud'un arkası sıra Hamra-i Esed Gazvesi hakkında inmiştir. Rivayet olunuyor ki, Ebu Süfyan ve arkadaşları Uhud'dan çekilip Revha denilen yere vardıklarında pişman olmuşlar: "Çoğunu öldürdük, azı kalmıştı, neye bıraktık geldik, herhalde dönmeli ve köklerini kesmeliyiz." diyerek, dönüp müslümanlara tekrar hücum etmek istemişlerdi. Hazreti Peygamber de bunu derhal haber almış ve onları yıldırmak, kendinin ve ashabının kuvvetini göstermek için, Ebu Süfyan'ı takip etmek üzere ashabını teşvik etmiş ve: "Bugün bizimle beraber ancak dünkü günümüzde hazır bulunanlar çıksın." buyurmuş idi. Şu halde Peygamber'le beraber bir cemaat hareket ettiler ki, yetmiş kişi oldukları söylenmiştir. Medine'den sekiz mil mesafede bulunan Hamra-i Esed isimli yere kadar vardılar. Ashab yaralı idiler, çok zahmet çekiyorlardı, sevaplarını kaçırmamak için katlanıyorlardı. İçlerinde öyle yaralılar vardı ki sırayla birbirlerini sırtlarında taşıyorlardı. Biraz birisi yükleniyor, biraz sonra binen inip altındakini yükleniyordu. Yine içlerinde saatlerce birbirlerine dayanarak gidenler bulunuyordu ki, hep bunlar yaraların ıztırabından idi. Fakat Cenab-ı Allah müşriklerin kalblerine korku koydu da kaçtılar, gittiler. İşte bu âyet, bu hal içinde Resulullah'ın davetine katılan bu müminler hakkındadır.
173-174-Aynı şekilde o müminlerden bahseden (3/173-175) âyetleri de Küçük Bedir Gazvesi hakkında inmiştir. Rivayet olunuyor ki, Ebu Süfyan Uhud'dan Mekke'ye gitmeye karar verdiği zaman: "Ey Muhammed, sözleşme zamanımız Küçük Bedir mevsimi olsun, orada çarpışırız istersen." diye bağırmıştı. Hazreti Peygamber de Hz. Ömer'e: "Bu, bizimle senin aranda inşaallah" diye cevap vermesini emretmişti. Vakit gelince Ebu Süfyan emri altındakileri alıp çıktı. "Merru'z Zahran" isimli yere kondu. Fakat Allah kalbine bir korku verdi, cayıp dönmek istedi. O sırada Nuaym b. Mes'ud Eşceî'ye rastgeldi ki bu Nuaym, umre yapmış geliyordu. Buna: "Ey Nuaym, ben Muhammed'le Bedir mevsiminde çarpışmaya anlaşmıştım. Bu sene ise kurak, bize herhalde ağaçlarda hayvan yayacağımız ve süt içeceğimiz bir sene yaraşır. Bunun için dönmek istiyorum. Fakat Muhammed çıkar da, ben çıkmamış bulunursam cür'et (cesaret)i artar. Medine'ye git onları oyala, geciktir, sana on deve vereyim." demişti. Nuaym yola çıktı, geldi gördü ki, müslümanlar hazırlanıyorlar. "Bu dedi, doğru bir fikir değil; onlar memleketinize geldiler, bir çoğunuzu öldürdüler, siz üzerlerine giderseniz, hiç biriniz geri gelmez". Ve bu söz, bir takımları üzerinde tesir icra etti. Resulullah, bunu anlayınca: "Muhammed'in canı elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben yalnızca çıkarım." buyurdu ve beraberinde yetmiş kişi kadar zevat ile hareket etti ki, İbnü Mes'ud hazretleri de içlerinde idi. Gittiler, Küçük Bedir'e vardılar. Küçük Bedir, Kinane Oğulları'na ait bir sudur ki, bir pazar yeri idi. Burda her sene sekiz gün toplanırlardı. Hazreti Peygamber ve ashabı, müşriklerden kimseye rastlamadılar. Pazara gittiler, yanlarında nafaka (geçimlik)ları ve ticaret malları da vardı. Alış-veriş ettiler, bire iki kazandılar ve Medine'ye sağ salim ve zengin olarak geldiler ki, bu âyet bunlar hakkındadır. Ebû Süfyan da Mekke'ye dönmüştü. Mekke halkı onun askerini (Kavut askeri) diye isimlendirdiler, "Siz sevik (kavut) içmeye çıkmışsınız." dediler.
175- Sizi o alıkoymak isteyen şeytan, yahut o şeytan sizi dostlarından korkutuyor. Burada şeytan, müslümanları alıkoymak isteyen o herif veya onu sevkeden; dostları da Ebu Süfyan ve arkadaşları olduğunu ve mânâ takdirinde bulunduğunu tefsirciler açıklıyorlar. Şu halde ey müslümanlar, şeytanın dostlarından korkmayınız, benden korkunuz, siz halis (samimi) mümin iseniz, böyle olmanız gerekir.
Şimdi bütün bu olaylar üzerine Resulullah'ı teselli hususunda, hitab değiştirilerek buyuruluyor ki:
176-Ey Muhammed! "Küfürde yarışanlar seni üzmesin." Bu âyetin nüzul sebebi hakkında bir kaç rivayet vardır:
1- Kureyş kâfirleri hakkında inmiş, Allah Teâlâ onların harp için asker toplayıp durmak gibi küfürde yarışmalarına karşı Peygamber'ine teminat vermiştir.
2- Münafıklar hakkında inmiştir. Bunların küfürde yarışmaları da şu şekilde özetlenmiştir: Münafıklar Uhud olayı üzerine müminleri devamlı olarak korkutmaya, başarı ve zaferden ümitlerin kesip ümitsizlendirmeye çalışıyorlar ve özellikle, "Muhammed, melik (kral)lik için uğraşan ve sırf siyasi maksadla hareket eden bir inkılabçı, onun için işler bazan iyiliğine ve bazan kötülüğüne oluyor. Eğer Allah tarafından peygamber olsaydı hiç yenilmezdi." diye propaganda yapıyorlar. Bunlar, müslümanların fikirlerini bulandırıyor ve bu sebeple Resul-i Ekrem de üzülüyordu.
3- Bazıları demişlerdir ki, kâfirlerden bir kavim müslüman olmuşlardı. Sonra Kureyş'lilerden korkarak dinden döndüler. Bundan dolayı Resulullah merak etmiş ve bunların dinden dönüşleri yüzünden bir zarar gelebilme ihtimalini düşünmüş.
4- Yahudiler hakkında inmişti. Çünkü bunlar da Uhud vakasından sonra küfürlerini daha çok kızıştırmışlar ve müslümanları aldatmak için çalışmaya başlamışlardı.
İşte bu âyetler, bunların bir veya hepsi dolayısıyla inmiştir. Zahiri amm (genel)dır.
177-Bunlar Allah'a zarar namına bir şey yapamazlar. Bunda iki mânânın hatıra geldiği gösterilmiştir. Birisi: "İlâhî mülk ve saltanattan hiç bir şey noksanlaştıramazlar" demektir. Nitekim Ebu Zerr (r.a.) in rivâyet ettiği üzere Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ buyuruyor ki, evveliniz (öncekileriniz) ve ahiriniz (sonrakileriniz), cinleriniz ve insanlarınız içinizde en çok Allah'dan korkan adamın kalbi üzerine olsaydı, bu benim mülküme bir şey ilave etmezdi. Tersine öncekileriniz ve sonrakileriniz, cinleriniz, insanlarınız içinizden en kötü olan adamın kalbi üzerine olsaydı, bu da benim mülkümden bir şey eksiltmezdi." Birisi de, "Allah'ın velî kullarına hiç bir zarar yapamazlar" demektir ki, velilere zarar vermeye kalkışmak, Allah'a zarar vermeye kalkışmak hükmünde tutulmak suretiyle mubalağa ifade eden bir mecazdır. Beyan makamı, Peygamber'i teselli etme yeri olmasına bakarak tefsircilerin çoğu bu mânâyı tercih etmişlerdir.
"İman karşılığında küfrü satın alanlar..." Bu âyetin de mürted (dinden dönen)leri ve yahudileri hedef aldığı açıklanıyor. Dinden dönenler hakkında olması açıktır. Yahudilere gelince: Bunlar Bakara sûresinde açıklandığı üzere peygamber olarak gönderilmeden önce Peygamber'i tanıyorlar ve iman ediyorlar ve onunla düşmanlarına karşı istinsar (yardım istemin)de bulunuyorlardı. Böyle iken Peygamber olarak gelince küfrettiler, fikirlerini değiştirdiler. Buna göre imanını vermiş, küfrü satın almış mürted (dinden dönmüş) durumunda demektirler. Bununla beraber bu âyetin, münafıklarla ilgisinin ihtimali de yok denemez. Zira açıklamaya göre birinci âyet dolayısıyla küfürde yarış edenler, münafık ve diğer bütün kâfirlerin önlerinde giden önderlerine; ikinci âyet dolayısıyla imanı verip küfrü satın alanlar da onların arkalarında gidenlere yormak uygun olacaktır ki, dinden dönenler daha çok ikincide bulunurlar.
178-Kâfirlerin gururlarına gelince "Küfredenler, kendilerine mühlet verişimizi (hayır) sanmasınlar." Burada "imla", imhal (mühlet verme) ve müsaade etme mânâsınadır.
179-Şimdi Uhud olayının yönelmiş olduğu sonuca gelelim:
Ey Muhammed ümmeti Allah Teâlâ, halis müminleri o bulunduğunuz karışık hal üzere bırakmazdı. Öyle sebepler tertip edecekti ki, sonuçta pisi temizden, münafığı müminden ayıracak, farkettirecekti. Bu ayırmayı yapmak için Allah hepinizi gaybden haberdar kılacak değildi. Yani sizin hepinizi münafıkların kalblerinden haberdar etmek suretiyle onları ayırt ettirecek değildi. Ve fakat Allah Peygamberlerinden her kimi dilerse seçer, ona onu bildirir. Öteden beri ilâhî sünnet (âdet) budur. Muhammed Mustafa da böyle yapmıştır. Şu halde "Allah'a ve peygamberlerine inanın. Eğer inanır ve sakınırsanız, sizin için büyük bir mükâfat vardır." bundan önceki âyetlerde müminlere ahirete ait cezalar ile va'id (korkutma) gösterildiği gibi, bu âyette de münafıkların bozgunculukları meydana çıkarılıp rezil edilmek gibi dünyaya ait cezalarla va'd (müjde) leri gösterilmiş ve aynı zamanda müminlere büyük ecir müjdelenmiş ve İslâmi heyetin ıslahına ait mukaddimeler (prensipler) hazırlanmıştır ki, ahlak ve iktisad ile ilgili şu âyet de bu mukaddimelerdendir.
180- Göklerin ve yerin mirası yani selef (geçmiş)den halef (yerine geçen)e intikal edegelen mal ve diğerleri gibi gökler ve yerle ilgili miraslar yalnız Allah'ındır. Tek başına onun mülküdür. Bunlara miras yoluyla sahip olanların, gerçek mülkleri yoktur, o geçici, iğreti bir şeydir. Hepsi yok olur. Ancak gerçek sahip olan Allah'ın mülkü kalır. Şu halde bunları Allah'dan kıskanıp da Allah yolunda sarfetmek hususunda cimrilik edenler bunu düşünmeli ve ne büyük günah yaptıklarını anlamalıdırlar. Semâvî (göklere ait) miras, nübüvvet (peygamberlik), ilim... gibi yüksektir. Bundan şu anlaşılır ki, önce miras ilâhî bir kanundur. İkinci olarak "Allah'ın onlara lütfundan verdiği" yalnız mallara tahsis edilmiş değildir. Bir de burada bu süreyi takip edecek olan Nisâ Sûresi'nde gelecek miras âyetlerine bir çeşit hazırlık vardır.
Allah habîr (her şeyden haberdar) olduğu içindir ki: