3- Al-i Imran:
سورة آل عمران (3) ص 50
الم {1} اللّهُ لا إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ {2} نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَأَنزَلَ التَّوْرَاةَ وَالإِنجِيلَ {3} مِن قَبْلُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَأَنزَلَ الْفُرْقَانَ إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِآيَاتِ اللّهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَاللّهُ عَزِيزٌ ذُو انتِقَامٍ {4} إِنَّ اللّهَ لاَ يَخْفَىَ عَلَيْهِ شَيْءٌ فِي الأَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَاء {5}
Meâl-i Şerifi
1- Elif, Lâm Mîm,
2- Allah, kendisinden başka tanrı olmayan, hayy ve kayyûmdur.
3-4- O, sana kendisinden öncekileri tasdik edip doğrulayan bu kitabı hak ile indirdi. Daha önce insanlara hidayet olarak Tevrat'ı ve İncil'i de yine O indirmişti.. Evet bu Furkan'ı da O indirdi. Gerçek şu ki, Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için çetin bir azap vardır. Allah çok güçlüdür, intikamını alır.
5- Şu da kesindir ki, ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.
1-2-Ya Muhammed! Yine Elif, Lâm, Mîm. Bunu iyi belle, iyi anlat! O yüce Allah, öyle bir hak mabuddur ki, ondan başka tapınılmaya değer, tapınılmayı hak etmiş, ilâh denilecek, kulluk edilecek hiçbir şey yoktur. Çünkü O, hayy ve kayyûmdur. Yok olmaktan, zeval bulmaktan münezzehtir, ölmez. Ezelde ve ebedde hazır ve nazır, vacibulvücûd (varlığı zarurî) olan ve herşeyi yöneten, yönlendiren, yarattıklarını koruyan, kayıran ve doyurandır. Her şeyi ayakta tutan O, besleyen ve büyüten O'dur. Bununla beraber kendisinden hiçbir şey eksilmez, daima hayy ve kayyûmdur. Üstelik hayy ve kayyûm olan yalnızca O'dur. Zaten ilâh ve mabud da hayy ve kayyûm olmalıdır. Binaenaleyh ne İsa, ne de başkaları, hiç biri ilâh değildir. Onlara ilâh demek, mabudluktan, tanrılıktan hisse vermek Allah'ı inkar olur, küfür olur.
Bu "Elif, Lâm, Mîm"in okunuşu dikkat çekici bir konudur. Kırâetlerinde hepsinde hem vasıl sûretinde okunur, yani, genellikle ikinci "mîm"in fethi ve Allah lafzına vaslı ve bununla beraber vakıf halindeki gibi birinci "mîm"in medd-i ârız halinde tûl veya kasr ile okunur. Ancak Ebu Ca'fer kırâetinde sekit vardır ki, ne tam vakıf, ne de tam vasıldır. Bundan dolayı bunun Kufiyyûn rivayetlerinde bile tek başına müstakil bir âyet olmadığı da söylenmiştir. Dilciler ile tefsirciler bu okunuş tarzıyla ilgili olarak uzun uzun görüşler ortaya koymuşlardır. Fakat mânâ bakımından biz bundan şunu anlamak istiyoruz ki, burada vasıl haliyle vakıf hallerinin birleşmesinde bir özellik vardır. Vakıf haline itibar diğer hallerine olan benzerliği göstermekle beraber aynı zamanda vasıl hali burada bir özel anlam ifade etmektedir ki, bunda in demek olduğuna ve bundan dolayı da "Âyete'l-Kürsî"nin icmâlen (özet olarak) bir remzi demek olduğuna işaret var gibidir. Bunun bir ismi "Sûre" ve Bakara Sûresi'nin bir ismi de "Sûretü'l-Kürsî" olduğuna, ve Âyete'l-Kürsî'nin de en büyük âyet olduğuna göre; ayrıca bunun İlâhî isimlere işaret olması hakkındaki rivayetlerin bütünü birden göz önünde tutulunca, bunların hepsi bu ima ve işareti destekleyebilecek emarelerden sayılabilir. Kur'ân ilâhî ilmin ve ilâhî saltanatın parlak bir şekilde tecelli ettiği yerdir. Âyete'l-Kürsî de o ilmin, o saltanatın en güzel ve en veciz bir ifadesi olmak bakımından bu mânâ, in Kur'ân'ın ismi olmasına da mâni değildir. Bunda her şeyin Allah'a döneceği temel inancının da bir ifadesi vardır. Zaten müteşabihatın da en büyük nüzul hikmeti bu temel inancın iyice pekiştirilmesi olduğu bilinmektedir. Şüphesiz bu hece harfleri Hz. Muhammed'in kulağında çınlamaya başladığı zaman en önce ilâhî Kürsî'den gelen hak âyetlerini tebliğ ediyordu. Bu sûrenin hedeflerinin en başında geleni, müteşabihatın muhkemata irca edilmesi esasını anlatmak ve böylece hakkın âyetlerinde kaymalardan ve sapmalardan korunma gereğini öğretmek olduğuna göre, ta başında Allah'ın birliğini ve eşsiz yüceliğini tesbit ederken nazmı müteşabihinin muhkem nazmı ile teviline bir misal vermiş olması, onun hemen arkasında da daha önce indirilmiş ilâhî kitaplar arasında müteşabihatı pek çok olan Tevrat ile İncil'in, kendilerinden sonra son Peygamber'e indirilen ve muhkematı "ümmülkitap" (kitabın anası) olan Kur'ân-ı Azîme, Furkân-ı hakîme irca edilmedikçe tasdikleri caiz olmayacağını, çünkü bunun muhkemat karşısında müteşabihata uymak sûretiyle Hakk'ın âyetlerini inkâra ve küfre sebebiyet vereceğini, küfrün de şiddetli azaba sebep olduğunu açıklaması ne kadar belağatlı ve nazmın akışına ne kadar uygundur. İşte Bakara Sûresi'nin son âyetinde müminlerin yardım dualarına cevap olarak başlayan bu Âl-i İmran Sûresi, bir taraftan hayatta muzaffer olmuş, yardım görmüş ve galip gelmiş, insanlar arasında sözü geçen bir hakem ve hakim olabilmek için inançta tevhid, ahlâkta nezahet, ilimde sağlamlık ve metanetin ilk ve temel şart olduğunu hatırlatmak ve diğer taraftan hıristiyanların ilâhî tenzihe aykırı olarak bazan Allah, bazan Allah'ın oğlu, bazan da üçün üçüncüsü sonra da bütün bunların hepsi diye tanrılaştırdıkları, Yahudilerin de Peygamberlerin nezahet ve iffetine saldırıp, sövüp saydıkları ve çamur atmaya kalkıştıkları Hz. İsa meselesinin ayıklanıp çözüme kavuşturulmasına belge olmak için herşeyden önce Allah'ın birliği ve tenzihi meselesini iyice tesbit ve insanların hidayeti için kitap indirmek, ilmî ve amelî anlamda Furkan göndermekle ihsanda bulunmuştur. Peygamberliğin isbatı ve ilmide ihkâm için ilâhî kitapların hepsini anlamak ve onların tefsirinde öncekileri sonrakilere, müteşabihatını muhkematına irca usulünü öğretip, bunların aksine hareketten sakındırmış ve böylece hak dini yerli yerine oturtmuştur.
3-4- Ey Muhammed! Allah, sana bu kitabı, hak ve hukuk sebebiyle, hak ve hakikatı içermiş olarak, önündekileri tasdik etmek üzere hakikatın gereklerine ve olayların akış şekline göre peyderpey indirmektedir. Ve bundan önce indirilenler arasında bilhassa Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti. Bunların hepsi insanlara hidayet içindir. Böyle buyurmakla ilâhî gözetim ve yönetim altında Rablığın kanunlarına uygun olarak peygamberliğin tekamülünü ve Hz. Muhammed'in peygamberliğinin ilk defa ortaya çıkan bir peygamberlik olmadığını ve Kur'ân'ın hakikatı tasdik olunmayınca önceki kitapların da hakkıyla anlaşılıp tasdik edilemiyeceğini, bundan dolayı da Hz. Muhammed'in peygamberliği tasdik edilmedikçe önceki peygamberlerin de hakkıyla anlaşılıp tasdikine bir delil ve şahit bulunamıyacağını, o zaman da insanların delalet ve sapıklık içinde kalacağını göstermiş, Kur'ân'ın ve Hz. Peygamber'in mucizelerinin bu anlamda hakem rolünü üstlenmiş olduğunu açıkça bildirmek için de bu hükmü O, Furkan'ı da indirdi kısmı ile nass olarak karara bağlamıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'in, daha önceki
kitapları ve gelmiş geçmiş bütün peygamberleri tasdik edişi, çeşitli yönlerden
gerçekleşmiştir:
Birincisi: Önceki kitaplar ve daha evvel gelmiş olan peygamberler, ileride büyük
bir peygamberin geleceğini haber veriyor ve vaad ediyorlardı. Kendi irşadlarını
ilerdeki böyle bir kemâl hedefine yöneltmiş olduklarından, Kur'ân ve Hz.
Muhammed'in peygamberliği ortaya çıksaydı, onlar batıl bir fikir veya hayal
üzerine kurulu anlamsız bir ideoloji üzerinde yürümüş olurlardı. Hatta boş
vaatlerle halkı kandıran, yalan ve yanlış fikirlerle insanları oyalayan, aldatan
yalancılar durumuna düşerlerdi. Kur'ân'ın gelmesiyledir ki, daha önceki
devirlerde bir ideoloji halinde yayılmış olan bu gayb haberlerinin, ancak bu
sayede bir vahiy haberi ve Allah'dan gelen bir hak bilgi olduğu gerçekleşmiştir.
Ve böylece Kur'ân, yalnızca Hz. Muhammed'in peygamberliğini değil, bunun içinde
zımnen bütün önceki peygamberlerin peygamberliğini de tasdik ve isbat eden bir
furkan-ı mübîn olmuş ve Allah'ın bütün kitapları, bütün peygamberleri arasında
karşılıklı olarak birbirlerini tasdik ettikleri ve birbirlerine şahadet
getirdikleri konusunda bir tekamül ve işbirliği, bir dayanışma bulunduğu
kurumlaşmıştır. Ve hepsinin başında "Allah onlardan bir kısmına yüce dereceler
vermiştir." (Bakara, 2/253) âyetinin delaletince peygamberlerin sonuncusunu
tayin eden bir ilâhî ferman şeklinde gelmiştir ki, Bakara Sûresi'nin birinci
cüzünde tasdikin en çok bu anlamı, bu yönü üzerinde durulmuştur.
İkincisi: Kur'an, önceki kitapların iman ve Allah'ın birliğine davet eden, adaleti ve ihsanı emreden, peygamberlerin ve eski ümmetlerin yaşayış ve tarihlerinin, haber ve eserlerinin başka başka olmasıyla değişmeyecek olan temel hükümler gibi muhkem ilkelerini güçlendirerek ve genişleterek yeni baştan yürürlüğe koymuş ve hikmet-i teşriî gereğince zamanların ve mekânların ve yükümlü milletlerin özelliklerine uygun düşecek şekilde hak ve hayır açısından onların işlerine yarayacak hükümleri ve şer'î ayrıntıları yeniden tanzim ve ta'dil ederek hak dini, bütün zaman ve mekanlarda ve bilcümle ümmet ve toplumların hayatında geçerliliğini sağlayan geniş kapsamlı bir teşrî ilmi de öğretmiştir. Böylece ilâhî kitapları öncekinden sonrakine aralıksız olarak birbirlerinin tasdikinden ve yürürlük alanından geçirerek süzmek sûretiyle hepsinin doğru ilkelerini hakkıyla kendi uhdesine almış ve yüklenmiş bulunduğundan, önceki kitaplardan ve şerîatlardan Kur'ân'ın şehadeti ile tasdik edilmedikçe ne peygamberliklerinde, ne de o kitapların delaletlerinde hak oldukları tasdik edilemez. Yani geçmiş devirlerde yaşamış olan önceki peygamberlere gönderilmiş olan ilâhi temyiz ve tefrik açısından son tasdik mercii Hatemü'l-enbiya Hz. Muhammed Mustafa ile Kur'ân-ı Hakim'in, muhkem âyetlerle ortaya konmuş hükümleridir. Bu mânâ, Fıkıh Usûlü ilminde şu teşriî kaidesi ile ifade olunur: "Bizden öncekilerin şerîatleri bizim de şerîatimizdir. Fakat Allah ve Resulü tarafından tasdik edilmiş olarak nakledilmek şartıyla."
Hasılı Allah, Furkanı da indirmiş, hakkı batıldan hayrı şerden ayırmış, yollarını, kanunlarını tayin etmiş; alâmetler, işaretler, deliller, âyetler de ortaya koymuş, her birinin hükmünü, gerekli sonucunu başka başka yapmış, uygulamasını kendi gözetimi ve denetimi demek olan kayyûmiyetiyle iradesi ve meşiyeti altına almıştır. Bundan dolayı şüphesiz ki, böyle hakkı batıldan ayıran, temyiz edip ayıklayan ve hak yolu gösteren, aklî ve naklî delilleri içeren âyetleri, Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, özellikle de Allah Teâlâ'nın birliğine ve münezzeh olan yüceliğine veya peygamberlerin ismet ve haysiyetine saldırıp hücuma geçen kâfirler de kesinkes şiddetli bir azaba mahkumdurlar. Hakkı batıldan ayırd eden Allah, zillet şaibesinden münezzeh ve öyle yenilmez, öyle güçlü bir Allah'dır ki, O'nun dehşetli ve korkunç bir intikamı vardır. Emrini ve hükmünü mutlaka yürütür ve yerine getirir. İradesine karşı gelenleri, izzetinin hududuna tecavüz edenleri mutlaka tepeler, ezer. Hakkı aşağılamaya uğraşanlara bir müddet hilmiyle mühlet verse bile, bir gün gelir onları tuttukları batıl yolda akla hayale gelmez felaketlere uğratıp perişan eder. Hakka hayat tanımayanlara mutluluk vermez. Bire iki, üç, vara yok, yoğa var, olura olmaz, olmaza olur, doğruya eğri, eğriye doğru, iyiye kötü, kötüye iyi, hakka batıl, batıla hak, zulme adalet, adalete zulüm, cehle ilim, ilme cehalet, nura zulmet, zulmete nur diyenler bu yanlışlarının ve cürümlerinin cezasını herkesten önce kendileri çekerler ki, bütün bunlar Allah'ın intikamının eserleri demek olur. Tek ümid ve tek sığınak olan Allah'ın nimet ve rahmetine ermek için Allah'a doğru gitmelidir. Hak ve hakikatın kanunlarını tanımayanlar rahmetin zıddı olan nıkmete ve gazaba mahkum olurlar.
İzzet ise zilletin tamı tamına
zıddıdır, intikam da nimetin zıddıdır. İntikam "nikmet" kökünden olup, güç
göstermek ve bir cinayetin cezasını vererek; ona öldürmekten aldığı tadı, acı
çektirerek ödetmek demektir ki, Türkçe'de "öc almak" diye tabir olunur. Affın
zıddıdır. Allah, gerçi affedici ve bağışlayıcıdır, hâlim, gafur, raûf ve
rahîmdir; küfür ve isyandan sonra bile tevbe edip hakkı kabul edenleri, hakka
dönenleri, iman edip kendisine sığınanları affeder ve bağışlar. Fakat hilmin,
affın ve bağışlamanın hayır ve kemal olması, hak ile batılı eşit tutmak,
iyilikle kötülüğü birbirine karıştırmak gibi geniş kapsamlı bir kötülüğe sebep
olmaması şartına bağlıdır. Hakk'a iman edip, kötülüğü kötülük bilerek yaptığı
fenalıktan dolayı yüzü kızaracak ve bu duygunun itmesiyle günahlara tevbe edecek
olanlara karşı affedici olmak ve hilimle davranmak hayır ve rahmet olursa da
affa uğradıkça şımaran ve kötülük ile zulüm yapmaktan zevk alan ve gittikçe daha
çok haksızlık yapacak olanlara karşı affedici ve bağışlayıcı olmak, onlar
hakkında iyilik değil, katıksız kötülüktür. Onun yaptığı fenalıklara ortak olmak
ve teşvikçi olmak demek olur ki, bütün hukukun ve her türlü hayrın mercii ve
yöneticisi kayyûm olan, Rahmân ve Rahîm'in izzeti,adaleti ve rahmeti böyle bir
zilletten münezzehtir. Bunun için asr-ı saadette bir Arap şairinin şu beyti,
Resulullah'ın da beğenisine mazhar olmuştu:
"Herhangi bir hilmin saflığını karışıklıktan, duruluğunu bulanıklıktan koruyacak
önlemleri yoksa o hilimde hayır da yoktur".
Hakka ve iyiliğe sevgi duymanın derecesi, batıla ve şerre karşı duyulan nefretin
derecesiyle orantılıdır. Zaten afv ve bağışlama, ceza vermeye ve intikam almaya
gücü yetenlerden sadır olduğu takdirde bir değer ve anlam taşır. Afv denilen
şey, hüküm giymiş ve sabit olmuş olan bir cezayı uygulamaya koymamak veya cezayı
gerektiren bir suçu hiç işlenmemiş saymak demektir. Suça ceza vermeye gücü
yetmeyen bir zavallının "haydi seni affettim" demesi pek gülünç bir şey olur.
Affedebilen her halükârda intikama gücü yetebilendir. Bunun aksi çelişki olur.
Hak Teâlâ hayır ile şerrin bütün ilkelerine hakim, hayır ve hidayeti rahmetiyle
himaye eden, kötülük ve hıyaneti de izzet ve intikamıyla gideren, izale eden bir
hayy ve kayyûm olduğundan dolayıdır ki, her hakkın himayecisi, her hayırlı
ümidin mercii olan bir hak mabuddur. Binaenaleyh mabudları zelil olanların
kendileri de zelil olurlar. Üzülerek ve esefle söylemek gerekirse bazı kimseler
bilmediklerinden veya şirkin mağlup olmasını istemediklerinden, "Biz şerre karşı
intikama kâdir olan tanrı istemeyiz." diye hakkı inkâr ve batıla ilân-ı aşk
ederler de kendi mabudlarını aciz ve zelil, harîm-i ismetine ve hakkına tecavüz
olunabilir, hakkını ve hukukunu müdafaa edemez duruma düşürürler. Kötülükleri
önleyemediği için insanların keyfi nasıl isterse, kendi isteğine göre
sevilebilir, bazı sıkıntılı zamanlarda okşanıp o zavallı güzelliğinden bir
ilham, bir teselli alınabilir bir bebek veya bir zavallı tanrı görmek isterler.
Putperestlerin fetişleri ve putları böyle olduğu gibi, sonraki hıristiyanların
Hz. İsa'yı böyle bir bebek, anası Meryem'i böyle bir sevimli bâkire, Cenab-ı
Allah'ı da, hayatta olduğu müddetçe yarattığı âdemoğullarını, ataları Âdem'den
kalma ilk günahtan kurtarmaya, arındırmaya bir türlü çare bulamamış ve nihayet
oğlunun bedenine girerek bizzat kendisi gelmiş, kendini ve oğlunu feda edip
kâfirlere kurban ettirmiş, ancak bu kurban ve bu fidye karşılığında kendisine
tapınanları kurtarmış, sonra birkaç gün içinde önce oğlunu tekrar diriltip
göklere kaldırmış ve işte böyle bir iyilik etmek için nelere katlanmış;
kendisini ve oğlunu feda etmeye razı olmuş, çaresizlik ve zorunluluklar
karşısında fedakârlığın en büyük örneğini göstermek için, en büyük iyiliği oğlu
ile birlikte kendini de fedâ ve yok etmekte bulmuş, var yok, yok var olmuş
durumunda ihtiyar bir baba farz ederek bir inanç ortaya çıkmıştır. Buna göre, O
bir var, aynı zamanda yok; fani, aynı zamanda bâki; aciz, aynı zamanda kâdir;
bir, fakat aynı zamanda üç; üç, fakat aynı zamanda bir mâbûd olmak üzere
"Ekanim-i selâse," üç öğeden mürekkep üçlü bir tanrı inancına sahiptirler. O ilk
günahtan kurtulup selamete ermek için aklı ve nefsi bu teslis inancına feda
etmek gerektiğini ve bu fedakârlığı yapmanın bu imanın şartı ve necat sebebi
olduğunu iddia ederler ki, bütün bunlar mabud ve kulluk fikrini hafife almaktan
öte bir şey değildir ve aklen ve naklen zahir ve bahir olan Hakk'ın delillerine
karşı saygısızlıktır, küfürdür. Her şeyden önce insanlar için günahı ve günah
işlemeyi yaratılıştan kaynaklanan bir zaruret kabul ederek, onu mutlaka işlemek
gerektiğine karar vermek, sonra da o günahın her ne olursa olsun sonuçta
affedilmesi mümkün değilmiş veya cezalandırılması kabil değilmiş de büyük bir
felaketi gerektiriyormuş olduğunu itiraf eylemektir. Ayrıca bu cezadan ve
felaketten kurtulmak için yegâne çare olmak üzere, esasen ona ceza verecek olan
ve zaten vermek hakkına ve yetkisine sahip bulunan en yüce makamı, son mercii de
yok edip ortadan kaldırmak ve böylelikle ceza korkusundan da büsbütün kurtulmak
ve ondan sonra doya günah işleyip, kendi yaptığı günahların cezasını da
başkasına, daha doğrusu yaratıcıya yükletmek demektir.
İşte Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü ilah) inancının bütün sonuçlarıyla ve ayrıntılarıyla anlamı, böyle bir nefiydir, yani hak mabud olan Allah'ın bazı önemli sıfatlarını ve özelliklerini inkârdan veya birbirine karıştırmaktan doğan bir inanç muammasıdır. Hz. İsa hiçbir zaman Allah hakkında böyle bir inanca davet etmemiştir, ancak babasız bir çocuğun peygamberliğe mazhar kılınmış olarak bir kutsal ruhla birlikte mucizeler göstermesi, akılları ve teknikleri aciz ve hayran bırakacak şekilde ölüleri diriltip, hastalara şifa vermesi, sadece onun hak peygamberliğine ve temiz yaratılışına delil sayılan açıklamaları ve öğretileri, hakikat kabul edilip, ilk hıristiyanların yaptığı gibi, onun tâlimatına uyulacak ve Allah'ın birliği inancı üzere yürünecek yerde bir müddet sonra bu mucizeler ve bu harikalar şüphelerle dolu esrarengiz ve içinden çıkılmaz bir muamma haline sokularak ve İncil'de "merhametli yaratıcı" mânâsına gelen (baba) eşanlamlı ve müteşabih isminin (gerçek baba) mânâsına tevil edilip bunun arkasına düşülerek ve bu anlama hulûl ve ruhun ölmezliği nazariyeleri ilave olunarak, İsa'nın insanüstü ve tanrı oğlu tanrı olduğu ve onun bedenine giren babası ile beraber fanî olup gittiği ve bu sebeple insanların da kurtulduğu ve binaenaleyh yoklukta birleşen bu ekanim-i teslisin ruhları ancak bundan dolayı takdis edilmek gerektiği tarzında dinin temel ilkesi sayılmıştır. İşte bu yola sapılması, Hıristiyanlığı gizlice ta temelinden değiştiren, ters yüz eden bir tahrif olmuştur ki, bunun başlangıcı gizli toplantılara ve ilk İncil tercemelerindeki tahriflere, sonu da meşhur İznik konsilinde alınan kararlara dayanır. Yani teslis inancı, Hıristiyanlığın kaynağından gelen öz inanç ilkesi değildir, müteşabihata uymak suretiyle ictihada bağlı olarak tahriften kaynaklanan bir batıl inancıdır. Bundan dolayı Hıristiyanlar İncil'in metnine ve âyetlerine önem vermezler de "biz onun ruhunu, özünü gözetiyoruz" diyerek İncil nüshalarını her zaman ve sürekli olarak yeniler ve değiştirirler. Durmadan onun müteşabihatıyla oynarlar.
İncil'de Cenab-ı Allah'a "baba" denildiği bilinmeyen bir şey değildir. Fakat İncil de dahil olmak üzere bütün semâvî (ilâhî) kitapların ve semavî dinlerin üzerinde ittifak edip birleştikleri bir husus vardır ki, o da ilk sebep olan Allah Teâlâ'nın "Yaratan" olması ve maddeye muhtaç olmaksızın kâinatı sırf kendi kudretiyle yoktan halketmesi inancıdır. Hatta Avrupa felsefesi tarihleri bu inancın felsefeye ancak Hıristiyanlıktan girmiş olabileceği görüşündedirler. Bu ise gerçek illiyet ve sebebin ancak üreme ve sudur yoluyla olması nazariyesinin tamamen zıddıdır. Gerçekten de üreme nazariyesi, başlangıcında bir çelişkiden kurtulmak ihtimali bulunmayan bir nazariyedir. Tevlid denilen üreme olayı adi illetler için geçerli olabilirse de gerçek anlamda illiyet yaratma ve ibdâ' etme demektir. Bundan dolayı İncil'de Cenab-ı Allah için kullanılmış olan "eb" kelimesi, gerçek anlamıyla "valid" (baba) demek olamıyacağı için "yaratan ve var eden" demek olduğu her din mensubu gibi Hıristiyanlar için de her türlü şüphe ve tereddütten uzak bir inanç olması gerekirdi. Elbette düşmanları tarafından durmadan ve sürekli olarak "babasız" diye itham edilmek istenen Hz. İsa'ya, bu kelimenin kullanılmasına müsaade buyurulması onun hakkında Allah'ın bir rahmeti ve özel bir iltifatı olduğunda nasıl şüphe yoksa, Hz. İsa'nın "babam" dediği zaman "rahim olan Rabbim, halikim" demiş olduğunda da hiç şüphe yoktur. Binaenaleyh Hıristiyan babaların, müteşabihata uyarak bu kelimeyi bu kadar engel bulunmasına rağmen lügat anlamıyla alıp gerçek "baba" mânâsına te'vil etmeye çalışmaları da yaratılış inanç ve nazariyesiyle bağdaştırılması mümkün olmayan bir çelişkidir.
İşte Kur'ân, Allah'ın zatı ve sıfatları hakkında aklen ve naklen sabit ve apaçık bulunan ve bu meseleyi temelden çözüme kavuşturacak olan temel gerçekleri, Bakara Sûresi'nden özetliyerek bir belge halinde ortaya koyduktan sonra buna aykırı olan batıl görüşleri ayıklamak ve bu arada hıristiyanların böyle Allah'a ve Allah'ın âyetlerine karşı reva gördükleri tecavüzkâr tutumlarını, bütün incelikleriyle ve temeldeki yanlışlarıyla reddetmek ve geçersiz kılmak ve bunları, red ve iptal gayesiyle de olsa tek tek sayılıp dökülmesinin Kur'ân ahlâkının nezahet ve vakarıyla bağdaşmayacağını anlatmak ve aynı zamanda irşadın faydasını daha da geniş tutmak için hepsinin de ilâhî âyetleri inkâr anlamı taşıdığını ve küfür kavramı altında birleştiğini özetle göstererek şeklinde uyarıda bulunmuş ve işin varacağı sonucu açıklamıştır.
Mabud, kelimesinin anlamını çirkin ve yakışıksız bir yorumla tefsir etmek, muhkematı inkâr eylemek, ilk günahı bağışlamaya gücü yetmemek, tevlîd, yani çocuk edinmek, tecessüd yani bedene bürünüp görünmek, kendini feda etmek, ancak böyle inanıldığı takdirde kurtuluşa erileceğini ummak gibi teslis inancı ile ilişkili olan küfür şekillerinin hepsine karşı hakkın bir kılıç darbesi olan furkanı, hakkı alçaltmaya cüret edenlerin sonuçta mutlaka yenilgiye uğrayacaklarını ilan eden bir ilâhî furkandır. Fakat şu da iyi bilinmeli ki, hayy ve kayyûm olan, kitap indiren, akıllara hidayet veren ve mutlak anlamda güçlü olan Allah'ın intikamı, sizin bildiğiniz cinsten aşağılık, ahlâksızca, çirkin, cahilane, haince bir intikam değil, savunması yapılabilir cinsten bir intikam da değildir. Bütünüyle hakikat, hikmet ve izzet olan ve sonsuz bir kudretin ve iradenin gereği bulunan ve hiçbir noktada cehaletle ilişkisi bulunmayan, çok hakîmâne bir intikamdır.
5-Zira muhakkak ki ne yerde, ne
de gökte cüz'î, küllî, maddî, manevî, derûnî ve âfakî hiçbir şey Allah'a gizli
kalmaz, hepsi O'nun bilgisindedir. Hatta bütün kâinatta herhangi bir şeyin
haddizatında, hangi durumda ve hangi tavırda varlığı Allah'a göre ayniyle bilgi
konusudur. İlâhî ilim, beşer cinsinde olduğu gibi; misallere, tasavvurlara
dayalı bir gölge, izafî ve sonradan elde edilmeye dayalı bir ilim değildir,
bütün varlığın üzerine kurulu bulunduğu ezelî bir ilimdir.