2-BAKARA:
إِنَّ اللَّهَ لاَ يَسْتَحْيِي أَن يَضْرِبَ مَثَلاً مَّا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُواْ فَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّهِمْ وَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُواْ فَيَقُولُونَ مَاذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهَـذَا مَثَلاً يُضِلُّ بِهِ كَثِيراً وَيَهْدِي بِهِ كَثِيراً وَمَا يُضِلُّ بِهِ إِلاَّ الْفَاسِقِينَ {26} الَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِن بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَن يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الأَرْضِ أُولَـئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ {27}
Meâl-i Şerifi
26- Muhakkak ki Allah bir sivri sineği, hatta daha üstününü misal getirmekten
çekinmez. İman edenler bilirler ki, o şüphesiz haktır, Rabb'-lerındandır. Ama
küfre saplananlar: "Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?" derler. Allah
onunla birçoklarını şaşırtır, yine onunla birçoklarını yola getirir. Onunla
ancak o fasıkları şaşırtır.
27- Onlar ki, söz verip andlaştıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozarlar.
Allah'ın birleştirmesini emrettiği şeyi (iman ve akrabalık bağlarını) keserler
ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte zarara uğrayanlar onlardır.
26-Allah'a mesel yapmak, mesel söylemek yakışmaz mı sanırlar? şu muhakkaktır ki
Allah Teâlâ herhangi bir şeyi mesel olarak söylemekten çekinmez. o şey isterse
bir sivri sinek ve üstündeki kanat ve saire gibi ufak tefek de olsun. Diğer
deyişle küçüklükte üstünü (yani daha aşağısı) olsun. Bununla beraber Kur'ân'ın
nazmı bizim (aşağı yukarı) dediğimiz gibi daha yukarı ve daha aşağı demek de
olabilir.
"Darb-ı mesel" (ata sözü) deyimi, "mesel-i madrûb" yani "söylenegelmiş" meşhur
mesel mânâsına da kullanılır ise de aslında "mesel darbetmek" yani meseli
yerinde kullanmak ve tatbik etmek, yerine göre "iyice yapıştırmak" demektir ki,
yeniden bir mesel koymak ve inşâ etmek değildir. Temsil ise geneldir. Fakat
Kur'ân'daki meseller, genel olarak bağımsız bir şekilde kurulmuş temsiller
olduğu halde, aynı şekilde tatbik de edilmiş olması itibariyle "darb" tabir
olunmuştur. Şu halde burada temsil yerine bu deyimin ve aynı şekilde "istihya"
(utanmak) lafzının kullanılmalarında bile aynı bir tatbikı vardır. Şunu
unutmamak gerekir ki, Cenab-ı Allah mesel ve misali (yani temsil durumunu)
yapmamış olsaydı insanlar hiçbir şey anlayamazlardı. Özellikle hissedilen
şeylerden hiçbir şey bilemezlerdi. Çünkü bütün hissî ve hatta aklî suretler
(biçimler) gerçeğe göre bir mesel, bir temsildir. Bunun içindir ki, insan
kendini kendi nefsinde mücerred (soyut) "ben" demekten başka bir şekilde bilmez.
Zira ne hissî, ne aklî, misalî biçimini kapsamış değildir. Onu alırsa "İnsan
insanın aynasıdır." sözüne göre dışından alır. Demek ki maneviyatın ve aklî
gerçeklerin mesel ile anlatımında büyük hikmetler saklıdır. Bu sebepledir ki,
geçmişte inmiş olan kutsal kitaplarda mesel daha çoktu. Fakat Kur'ân, histen
çok, akla hitap ettiği için tahkîki, açık hükümleri daha çok tercih etmiş ve
bununla beraber hisleri de mahrum bırakmamıştır. Ve bunların mühim bir kısmında
(özellikle geçmiş kitapların tahrife ve kötü tefsire uğrayan mânâlarını tahkîk,
düzeltme ve akla yakınlaştırma gibi)hikmetler mevcuttur. Böyle ilmin esası ve
mühim, terbiye ve hidayetin sırrı ile ilgili mesel getirmekten Cenab-ı Allah
çekinmez ve şu halde iman ehli olanlar her zaman bilirler ki, Allah'ın yaptığı
mesel, Rablerinden gelmiş olması itibariyle mutlaka haktır. Bunda ilâhî bir sır
muhakkak vardır. Ve ilâhî mesel, muhakkak bir denklik ve benzerlik tarafı
içerir. Bu benzeyiş açık ise onu bilirler; gizli ise "İlim, Allah katındadır."
derler ve doğruluğuna iman ederler.
Hak, aslında sabit ve aklın inkâr edemiyeceği derecede sabitliği kesin olan
demektir. Varlığı kendisinden olup, başkasından olmayan Hak Teâlâ'dır. O'nun
yardımıyle, onun dışında olanlar da zatında mümkün olanlardır. Bu mânâ ile hak
ve hakikat zaten birdir. İtibarî olarak ayrıdır, ikisinin de çoğulu "hakâik"
gelir. "Hukuk"un tekili olan "hak" da, İslâm'da bu mânâdan alınmıştır ki, lehde
olarak sabit ve vacib olan demektir. Aleyhte olursa görev ve vecîbe olur. Sözün
kısası "hak" fikrin, sözün uyduğu olayın ismidir. Bununla beraber bu ölçü ile
uyuşan söz ve inanca da söylenir.
Küfür ile nitelenmiş olanlara gelince Allah bununla, bu garip belirsiz mesel ile
ne demek istemiş sanki? Bundan kastı nedir? derler. Bir taraftan hafife almak,
diğer taraftan hidayeti kötü yorumlayarak sapıklığa düşmek isterler. Bunlar,
Allah'ın ne kastettiğini öğrenirlerse inanacaklar mı? İşte Allah bu sebeple
birçoğunu sapıklığa düşürür, onları sapkın yapar, istedikleri sapıklığı yaratır.
Birçoğuna da hidayet verir, onlara da hidayet yaratır. Zira hâlık (yaratan)
birdir, o da her şeyin yaratıcısı olan Allah'tır. Hidayetin yaratıcısı Allah
olduğu gibi, sapıklığın yaratıcısı da Allah'tır. Allah yaratmasaydı ve herkesi
hidayete mecbur etseydi, sapıklık denen şey insanların istemesiyle var olamazdı.
Halbuki sapıklık da bir hak etmedir. Ve Allah Teâlâ'nın sapıklığı yaratması, onu
isteyen mahluklarının -sorumluluk kendilerine ait olmak üzere- isteklerini
yerine getirmek gibi bir ilâhlık ve rablık şânıdır. Yoksa başlangıçta hidayet
yaratılışıyla yarattığı kullarından hiç birini Allah zorla sapıtmaz, mutlak
yasaklama ve tam zorlama da Allah'ın merhametli olmasına yakışmaz. Bunun için
sapıtma, sapıklığı yaratma Allah'ın şanına nasıl yaraşır? O'nun güzel isimleri
arasında "mudıl" (saptırıcı) isminin bulunmasını akıl nasıl kabul eder? diye
hatıra gelmesi düşünülen bir mukadder (takdir edilmiş) soruya cevap olarak
derhal şu başlangıç cümlesi ilave buyurulmuştur: fakat Allah bununla fasıklardan
sapıklığı hak etmiş olanlardan başkasını saptırmaz.
27- o fasıklar ki antlaşmalarını bozarlar, hem de Allah'ın anlaşmasını bozarlar,
bunu da antlaşma ile belgeledikten sonra yaparlar. İlk yaratılışta "ancak sana
ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz" kavramı üzere akıl ve yaratılış
olarak, Allah ile aralarında yapılmış olan ezeli antlaşmayı, iman ve kulluk
antlaşmasını, bu yaratılışa ait genel kanunu, yukarda görüldüğü üzere, her iki
taraftan antlaşma ile belgelenip te'kit edildikten; bir taraftan kitaplar
indirme ve peygamber gönderme ile takviye, diğer taraftan kalb ve dil bakımından
iman ve ikrar ile kuvvetlendirdikten sonra bu ilâhî antlaşmayı ve misakı kendi
kendilerine bozmaya ve kaldırmaya, çözmeye kalkışırlar. İman etmemeye veya
imandan çıkmaya çalışırlar. Fıkıhda: "Bir kimse kendi tarafından tamam olan bir
şeyin bozulmasına çalışırsa, çalışması reddedilir." kaidesi bu gibi âyetlerden
alınmıştır.
ve Allah'ın birleşmesini emrettiği şeyi keserler, güzel amel yapmazlar,
kurtuluşu temin eden emirlerinin ve ilâhî hükümlerin tersine hareket ederler.
İsyanlar ve büyük günahlarla daima yeryüzünde de fesat çıkarırlar. İşte Allah
böyle fasıkları sapıklığa düşürür. Şimdi bunların durumlarını da anlayınız:
bunlar işte bütün zarara uğrayanlar güruhudurlar. Kazançtan mahrum, işi, gücü
zarar ve ziyan olan kimseler diye asıl bunlara denir.
"Fısk", asıl lügatta "huruc" (çıkmak) anlamındadır. Nitekim delikten çıkan
farelere "fasıklar" denir. Din dilinde, "büyük günah işlemek suretiyle Allah'a
uymaktan dışarı çıkma" mânâsınadır ki, küçük günahlarda ısrar etmek de bu
cümledendir. Ve şer'î bakımdan fıskın üç derecesi vardır: Birincisi günahı
çirkin saymakla beraber, ara sıra günah işlemek. İkincisi üzerine düşerek
devamlı yapmak.
Üçüncüsü çirkinliği inkâr ederek yapmaktır. Bu üçüncü tabaka küfür derecesidir.
Fasık bu duruma gelmedikçe Ehl-i sünnet mezhebinde mümin adı kendisinden
alınmaz. Şu halde fasık vasfı içinde kafirler bulunabileceği gibi, imanını
kaybetmemiş olanlar da bulunabilir. Mu'tezile mezhebindekiler, bu kısmı ne
mümin, ne kâfir, ikisi ortası saymışlar; Hâricîler ise üçünü de kâfir
saymışlardır. Bununla beraber bu âyet-i kerimede, ile nitelenen fasıkların
küfürlerinde, dinden çıkışlarında söz yoktur. Çünkü bunda üç vasıf
zikredilmiştir. Allah'a verdiği sözü bozup inancını bozmak, ilâhî emrin aksini
yapmak, yasaklananları yapmakla da yeryüzünü fesada vermek. Bunun üçü birleşince
de küfür gerçekleşir. Nitekim üst tarafında da "Ama küfre saplananlar; Allah
böyle bir misal ile ne demek istedi?" derler." buyurulmuştur. Ve işte Kur'ân'a
mahsus temsilleri kötü yorum ve hafife alma ile ilâhî saptırmayı hak eden zarara
uğrayanlar bunlardır. Bu kıssada en dikkate değer olan noktalardan birisi,
yukardaki âyetlerde yalnız iman ve küfür karşılığı esas iken, burada hem iman ve
hem güzel amel toplamına karşılık olmak üzere ayrıca da fısk ve fasıkların bahis
konusu edilmesi ve Kur'ân'a ait temsillerin kötü bir yorum ile ele alınması
meselesinin bilhassa küfür, sapma ve fısk hasletleriyle ilgili gösterilmesidir.
Demek ki fısk, biri ilmî, diğeri amelî iki yönü içerir. Asıl küfür, ilmî
yönündedir. Bu da bilir bilmez kötü yorum meselesine dönüşür. Buna da en çok
temsiller ve müteşabihler vesile yapılır. Ve bu çoğunlukla amelî küfür ile de
beraber olur. Bu gibileri red ve korkutmak için Cenab-ı Hak ilâhî kelamında
hakikatlar asıl olmakla beraber, yerine göre temsillerin de varlığını ve bunun
esası olan hak nokta-i nazarına muhalif değil, belki gerekli olduğunu ve şu
halde bunları esasen hak bilmek de iman cümlesinden birisi olduğunu bir esas,
bir inanç kaidesi halinde açıklamış ve bu şekilde Kur'ân'ın üslubu hakkında
önemli bir açıklama yapmıştır. "İlle onun te'vilini mi gözetiyorlar? Onun
te'vili geldiği gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: "Doğrusu Rabbımizin
elçileri gerçeği getirmiş. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat
etsinler. Yahut tekrar geri (dünyaya) döndürülmemiz mümkün mü ki (orada eski)
yaptıklarımızdan başkasını yapalım?" Onlar, kendilerini ziyana soktular ve
uydurdukları şeyler kendilerinden saptı." (A'râf, 7/53). Şu halde hak olan
temsillere inan; istenilen ameli işle; yorumunu geleceğe, olayların cereyanına
bırak, zamanı gelince anlarsın.
Özetle fısk, ya küfrü veya küfrân (İslâmı inkâr)ı ihtiva eder ve sonucu
zarardır.
Bunun için Cenâb-ı Allah bunu gayb şeklinde ve güya bir nazariye (varsayım)
halinde ve bununla beraber olayı gören bir nazariye halinde çirkin gösterdikten
sonra şimdi irşad makamında bir iltifat ile genel hitabına bir özel parıltı
veriyor. Şöyle ki: